"Aslolan, kelimeleri değil, üzeri kelimelerle örtülü olguları birbirinden ayırabilmektir.”
Émile Durkheim
Almanya'da haftalardır siyaset, medya ve kamuoyunu adeta kendi üzerine kilitlemişçesine meşgul eden PEGİDA (nam-ı diğer Batının İslâmileşmesine Karşı Vatansever Avrupalılar) hareketi 20 Ekim 2014'te Dresden'de neredeyse kısa bir akşam gezintisi edâsıyla başladı. Ama hareket o günden itibaren adını her geçen gün daha fazla duyuran (başka şehirlerde kafiyeli isim ve benzer amaçlarla örgütlenen “kardeş” inisiyatiflerinin de dâhil olduğu) protestolarla, yürümeye başladığı ilk ânın ve anlam haritasının öngörülemeyecek kadar ötesine ulaştı. Bu “protesto alay(lar)ının” kendine biçtiği isim, hareketin muhtevası ve hedeflerine dair -göstergebilimin mevcut koşullarda cevaz verdiği kadarıyla- bazı ipuçları sunsa da, asıl ya da en yalın ipuçlarına ulaşabilmek için belki de -hattın her iki tarafında- tuhaf vurgularla kolayına kaçılarak kullanılan “Batı” ve “İslâmileşme” kalıplarını (en azından bu bağlamda) biraz eşelemek, PEGİDA özelindeki güncel tartışmalarda neleri örttüklerine ve bu yüzden bir türlü sağlanamayan sağlamalarda nelerin gözden kaçırıldığına bakmak gerekiyor.
Angst ist ein deutsches Wort. – Korku Almanca bir kelimedir.
PEGİDA'nın A'sı: Söz konusu harekete ismini bahşedecek kadar önemli ve tehlike altında olduğu varsayılan “Batı”yı, Almancada -bir garip ironiye de yataklık edip- güneşin battığı ülke manâsına gelen Abendland kelimesi karşılıyor. Bir medeniyet iddiası olarak bu Abendland'ın bozulacağı veya zinhâr olmaması gereken bir “şey”e dönüşeceği korkusu aslında pek de yeni değil. Yeni olan sadece İslâmileşeceği iddiası. Nitekim Prusya'nın militarist “medeniyet” tahayyülüyle birlikte tarih olup yerini kırılgan ve de kırılacak olan Weimar Almanyası'na bıraktığı 1918'de Oswald Spengler'in ilk cildini yayınladığı, Avrupa'da leyhte ve aleyhte ciddi tartışmaları beraberinde getiren meşhur kitabı “Batı'nın Çöküşü” de (Der Untergang des Abendlandes) bir anlamda böyle bir korkunun dile gelmiş haliydi. Muhtemel bir medeniyet kaybına dair korkunun o zamanki saikleri elbette bugünkülerden farklıydı, fakat aslolan her dem bakî kalan o meş'um korkuydu. Zamanın ruhuna göre kâh Abendland'ı kâh Vaterland'ı (vatan); savaş sonrası dönemde ise önce elde edilen “mucizevî” refahı, ardından bu refahla neşet eden alternatif tricolore'lu görece yeni, mahçup Alman kimliğini ve buna mündemiç daha birçok şeyi kaybetmeye dair bir korku hep dağları bekledi. Hâlâ da bekliyor galiba.
Wir sind das Volk! – Halk biziz!
1989'un sonbaharında Leipzig ve Dresden meydanlarında yankılanarak Almanya'nın birleşmesinin adeta zımnî melodisine dönüşen “Halk biziz!” sloganı tarihin garip bir cilvesiyle tam 25 yıl aradan sonra aynı şehirlerde yeniden yankılanmaya başladı. 1980'lerin sonlarında komünizm karşıtlığının ifadesi olan bu slogan hâlihazırda neyi imliyor peki? Bugün artık orta sınıflara kadar yayılıp latent olmanın ötesine geçen bir İslâmofobinin dışavurumu olabilir mi acaba? Son hecesinin hançereyi yırtarcasına haykırılması, iki Almanya'nın çeyrek asır önce gerçekleşen ve henüz birkaç ay önce görkemli kutlamalarla anılan birleşmesinin gerçekte tam da sağlanamadığına yorulabilir mi meselâ? Protestoların özellikle Doğu Almanya'da ortaya çıkıp oradan bütün ülkeye yayılması, ama en yoğun katılımların hâlâ Dresden ve Leipzig gibi şehirlerde olması bize bu minvâlde bir şeyler anlatıyor olabilir mi? Ülkedeki Müslüman nüfusu bir yana bırakalım, “yabancı” tabir edilen nüfusun bile sayıca Almanya'nın batı bölgelerinin fersah fersah gerisinde olduğu (PEGİDA'nın anavatanı Saksonya eyaletinde bu oran sadece % 0,1; başkenti Dresden'de ise % 0,2!), Ortadoğu'yu veya İslâm'ı görsel olarak anımsatabilecek hem nesne hem de öznelerin hâlâ egzotik kabilinden merak uyandırdığı bir bölgede bu raddede bir İslâm karşıtlığı sadece İslâm karşıtlığı mıdır?
Bu sorular daha da çoğaltılabilir tabii. Ama bu soruların ya da olası her sorunun eşiğinde bir lâhza soluklanarak ve Gülten Akın'ı şükranla yadedip “sözcüklerin anlamın tutukevi” olduğunu da aklımızın terkisinde tutarak; her birine hakikatin anahtarı zimmetlenmiş de her zaman her yerde her şeyi tek başına açıklayabilirmiş gibi kullanılan bütün o kavramları; Batı'yı, Doğu'yu, İslâmileşmeyi, İslâmofobiyi, vatanseverliği, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı, ekonomik ya da sosyal gerekçeleri ve daha nicelerini -kendimize hiç eyyam geçmeden- içinde bulunduğumuz yere, zamana ve koşullara göre her dem yeniden düşünmek de gerekmez mi?
Alman ittihadı ve '90'ların terekesi
Önce Batı'nın (ülkelerinin daha ziyade doğusunda mûkim) bu pek Batılı muhiplerine boylu boyunca uzayıp giden bir fay kırığını izler gibi bakalım. İlk çatlağın ne zaman oluştuğuna dair kesin bir tarih vermek zor, ama kalem ve ilim erbâbı bu hususta büyük bir ittifakla 90'ların başını işaret ediyor. Bu dönemin aynı zamanda Doğu ve Batı Almanya'nın birleştiği yıllara denk geldiğini de hatırda tutalım elbette. Zaten PEGİDA'cıların ve kaç zamandır birer hayalet gibi ülke içinde oradan oraya dolaşan öncüllerinin de öyle birdenbire peyda olmuş hareketlerden ziyade, en “iyimser” tahminle o yıllarda başlayan bir temerküz ve akabindeki sıkışmanın ardından gelip nihayet “rahatlamış” gibi bir halleri ve üslupları var(dı).
Burada mevzubahis edilen sıkışmaya Holokost sonrasında Almanya'nın, hem üzerinde zımnî bir mutabakatla sustuğu hem de açıkça, mütemâdiyen konuşup düşündüğü birçok meselenin kabuğunu aşındıran tartışmalar da dâhil edilebilir belki. Ama bu ilâve böyle bir yazının sınırlarını aşacak kadar teferruat gerektireceğinden, biz “Halk biziz!” nidâları dinip de ittihat uğruna girişilen işin meşakkati ortaya çıkınca -her iki tarafta; hem intisap olunanda hem müntesip olanda/kılınanda- dışa vuran o dumur hâline; Alman ittihadının mütemmim cüzü'ne, mükerrer korku iklimine dönüp bambaşka bir yerden sorular sormaya devam edelim.
Der Spiegel ve korku(nç) haberciliği
Hakkı verilerek sorulmamış, üzerine pek kafa yorulmamış, hâlâ cevabını arayan sorular var 90'ların terekesinde. İki Almanya birleşirken, “yabancılarının” neler hissettiği ve yaşadığıyla ilgili sorular bunlar arasında özgül ağırlığı belki de en fazla olanlardı. Almanlar kazanınca Gastarbeiter Türkler de kazanmış sayıldı mı meselâ? Reel sosyalizmin çöküşünü, Balkanlar'da ortaya çıkıp kısa(?) süren kanlı milliyetçi dalgaları müteakip hercümerçte farklı yerlerden kaçıp Almanya'ya sığınan insanlar nasıl bir ülkeye geldiler acaba? Onlarla da birleşilecek miydi? Almanlar birleşirken, bazı korkularını kendi azınlıklarına mı devredecekti yoksa? Bunlar arasında cevabı tek ve oldukça erken alınan soru, “Angst” kokan son soru oldu maalesef. 1991'in sonbaharında Hoyerswerda'da bir mülteci kampına yapılan saldırıyla başlayıp 1992'de Rostock-Lichtenhagen'de mülteci kabul bürosunu ve Vietnamlı işçilerin bulunduğu bir binayı hedef alıp kentte dört gün boyunca pogrom havası estiren, aynı yılın sonuna doğru Mölln'de, 1993'te ise Solingen'de Türk ailelerin yaşadığı evlerin kundaklanarak 8 insanın öldürüldüğü saldırılar bu korkunun adetâ devir teslim geçidi gibiydi. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık bu saldırılardaki en belirgin motiflerdi belki. Ama onları da besleyen motifler vardı ve bunlar arasında Alman matbuatının haberciliği apayrı bir yer işgal ediyordu. Haftalık haber dergisi Der Spiegel başta olmak üzere, ana akım Alman basını o yıllarda haberciliğiyle; yayınladığı haber, yorum ve özenle seçilmiş görsellerle zihinlere latent, kolay kolay çıkmayacak öyle korkutucu bir mülteci/yabancı imgesi kazıdı, öyle ötekileştirici bir algı oluşturdu ki, sonuçları bugün bile döneme dair tartışmalarda jargon olarak karşımıza çıkıyor.
2000'lerin başından beri de benzer bir korku Almanya'da yaşayan Müslümanlar hakkında işleniyor. Arşive girip söz konusu bu derginin sadece son on yılda kaç defa İslâm, İslâmileşme, cihat, terör vb. konulu; “sessizce ve derinden gelen bir tehlikeyi haber veren” başlık ve fotoğraflardan müteşekkil kapaklar hazırladığını görmek bile takribî bir fikir verebilir. Alman üniversitelerinin kütüphaneleri Der Spiegel ve onun 1994'ten beri yayında olan “hırçın mahdûm”u, “Almanya'nın açılış sayfası” Spiegel Online'nın son 20-25 yıldaki korku(nç) haberciliğinin kaydını tutup şerh üstüne şerh düşen eleştirel tezlerle dolup taşıyor, lâkin ikisinin de bugün bile ne yayın politikasında ne üslûbunda fark edilebilen hiçbir değişiklik yok.
Hâlihazırda sol-liberal addedilen mecmuanın hâl tercümesi böyle olunca sağ cenah ve matbuatından bahsetmenin de bir kifayeti kalmıyor hâliyle. Zaten bu teferruat, mevzuya az çok vakıf olanlar için ne yeni ne de ilginç. Burada asıl ilginç olan, hem Der Spiegel ve diğer bazı sol-liberal yayınların hem de sağ-liberal veya muhafazakar muadillerinin esasen kimin iç sesi, hangi “sessiz” çoğunluğun sedâsı oldukları, övgülerinde ve sövgülerinde neleri gizledikleri.
Bilinmeyene düşmanlık (mı?)
PEGİDA'nın İ'si: Hareketin, adına ve lafzına bir korku imgesi olarak yerleştirdiği İslâmileşmenin, Müslümanların nispeten gözle görünür olduğu ülkenin batısında değil de demografik ve sosyolojik olarak hiçbir varlık göstermedikleri doğusunda daha ciddiye alınması da oldukça dikkate değer. Bu durum bir yanıyla kulağımıza, bilinmeyen, hiç tecrübe edilmemiş “muhayyel öteki”yi hedef alan bir düşmanlık anlatısı fısıldarken, diğer yanıyla da 1990'lardan tevarüs eden şüpheleri besleyen yeni bir korku nakliyle karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor olabilir. Bununla birlikte, artık bir korku objesi olan Müslümanlarla aynı şehirlerde yaşayan; her gün aynı havayı, suyu, sokakları, meydanları, toplu ulaşım araçlarını, binaları, işyerlerini, okulları; arkadaşlıkları, birliktelikleri, maddi ve manevi sıkıntıları, sevinçleri paylaşanların(?) muhataplarına göster(e)medikleri gizli korkularının da izi sürülebilir belki. Hatta bu amorf kitle, muhataplarıyla aynı şehirlerde benzer, geçişken hayatları paylaşanlar ve aynı şehirlerde yaşayıp da birbirilerinin hayatlarına teğet bile geçmeyenler diye ikiye ayrılarak, müphem bir orta sınıf riyasının tezahürlerini görme imkanı bile sağlayabilir. Zira bu minvâlde üzerinde özellikle durulması gereken konulardan biri, hem doğudaki hem batıdaki PEGİDA yürüyüşlerinde hatırı sayılır oranda görünen orta sınıf profili ve ona mahsus, fazlasıyla sorunlu öncü/artçı tezahürler. Ama bu tezahürlerden önce, yürüyüşlerin başladığı günden beri gerek Alman basınında gerek farklı akademik mecralarda PEGİDA'nın ortaya çıkışına dair dile getirilen, olgunun -belirli hassasiyetler gözetilerek- irdelenen taraflarını açıklayan ama her şeyi açıklaması beklenemeyecek bazı argümanlara değinelim.
- PEGİDA'nın sosyokültürel ve siyasal bir fenomen olarak ilk ortaya çıktığı Saksonya, kendi homojen gerçekliği içerisinde ülkenin geri kalanından belirgin bir şekilde ayrışan, batıdaki görece çokkültürlü dünyanın rayihasından ve tecrübelerinden neredeyse bîhaber bir eyalet. 1990'dan bu yana aralıksız bir şekilde Hristiyan demokratlar tarafından yönetiliyor. Ayrıca Neonazi partisi NPD ile Federal Almanya'nın kurulmasından bu yana hiçbir siyasi hareketin başaramadığını yaparak, federal parlamentoda ilk defa CDU'nun da sağında bir hareket olma iddiasını gerçekleştirecek gibi görünen Almanya için Alternatif Partisi (AfD) burada güçlü bir tabana hitap ediyor. Bunun yanı sıra (kendine özgü post-sovyetik bir dönüşümle yeniden nükseden) püriten protestanlığın da güçlü olduğu ve PEGİDA'yla kolaylıkla eklemlendiği bir yer burası. Eyaletin başkenti Dresden ise 2. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru yaşadığı ağır İngiliz bombardımanına dayanan ve hâlâ oldukça belirgin olan mağduriyet algısıyla bu bağlamda ayrı bir anlam ifade ediyor.
- Protestucuların en sık dile getirdikleri argümanlardan biri, ülkedeki genel siyasi atmosferin söylem bazında giderek sola kaydığı, iktidardaki muhafazakârların sosyal demokratlaşma emareleri gösterdiği; büyük şehirlere hakim çokkültürlü sol-liberal bir siyasi söylemin “metropol akademisyenleri”, “başkent gazetecileri” ve “Alman kimliğine yabancılaşan aydınlar” üzerinden bütün topluma dayatıldığı iddiası. Bu iddia doğrudan Nazi jargonundan alınan Lügenpresse (yalancı basın) ithamında billurlaşıyor. (Özellikle siyasi söylemin sola kaydığı iddiasını, İslâmileşme bahsinde kısaca değinilen antitezleriyle birlikte, Almanya'nın en çok okunan üç haber dergisinin yakın geçmişte “Gizli İslâmileşme” (Der Spiegel), “Çokkültürlülük Yalanı” (Focus) ve “İslâm ne kadar tehlikeli?” (Stern) başlıklarıyla çıktığını hatırlayarak düşünmek gerekiyor. 2010'da (hem de SPD'li!) eski finans senatörü Thilo Sarrazzin'in yazdığı, yabancı ve İslâm karşıtı ifadelerden, ırkçı argümanlardan geçilmeyen Almanya Kendini Yok Ediyor adlı kitabının 2 milyona yaklaşan satış rakamıyla Almanya'da tematik türde bugüne dek en çok satılan kitap olduğunu ise bir dipnot olarak ekleyelim.
- 2008'deki büyük ekonomik krizden beri artçı birçok dalgayla sarsılan Avrupa'da, Almanya kıtadaki en iyi ekonomik göstergelere ve en düşük işssizlik rakamlarına; hem AB üzerinde hem küresel alanda tarihinin en güçlü konumuna sahipken, başta ülkenin görece az gelişmiş doğu bölgeleri olmak üzere, Berlin, Hamburg, Bremen gibi büyük şehirlerde kendini ülkenin zenginliğinden dışlanmış hisseden; taşeron şirketler eliyle yaratılan kısa vadeli, güvencesiz işlerden, prekarizasyondan ve yıllardır düşen reel ücretlerden muzdarip, kısır bir sosyal yardım döngüsü olan “Harz IV”e düşme korkusuna esir edilmiş ciddi bir nüfus var. Son kertede işlerini, sosyal konumlarını kaybetmekten korkan insanlar öfkelerini konjonktüre de yaslanarak Müslümanlara ve mültecilere yansıtıyorlar. (Bu argüman bazı noktaları kısmen açıklayabilmekle birlikte, protestolara hakim rengini veren iyi eğitimli, orta veya üst gelir grubundan, orta sınıf profili fazlasıyla belirgin insanların gerekçelerini açıklayamıyor.)
- “Postdemokratik” bir fenomen olarak, gittikçe teknokratikleşen siyasetin halkın taleplerine cevap veremediğine; insanların siyasi karar süreçlerine müdahale edemedikleri vehmiyle artık yerleşik partilerden, siyasetçilerden umudu kestiğine; doğrudan temsile yöneldikleri bir siyasallaşmanın söz konusu olduğuna; PEGİDA manifestosundaki “sorunlu bazı talepler” bir yana bırakılırsa, yaşananın bir “temsiliyet krizi”nin tezahürü olarak yorumlanabileceğine dair “mahçup” argümanlar da var. Fakat bunlar protestoların ırkçı, İslâmofobik öğelerini göz ardı edip meseleyi bir sistem sorununa indirgemeleri dolayısıyla inandırıcılığı en az olanlar.
Orta sınıf nereye yürüyor?
PEGİDA yürürken, ona ve temsil ettiklerine karşı, bir arada yaşama arzularını dile getirmek adına yürüyen cesur insanlar da var elbette. Tarihinin olumsuz mirasına, içinde devindiği zamanın ruhuna içkin imgelerle meczedilip güncellenen düşman tariflerine rağmen ülkeyi hâlâ yaşanır kılan, bu insanların varlığı, çokluğu ve bir arada yaşama azmidir ancak. Bugün nüfusunun neredeyse dörtte birinin mutlaka göçmenlikle ilintili bir hikâyesinin olduğu Almanya'da, PEGİDA'ya karşı yürüyen on binlerce insanın kendilerini içinde yaşadıkları topluma karşı sorumlu hissetmesi, aynı çağrılara aynı anlamları aynı samimiyetle yükleyerek birbirileriyle hemhâl olabilmesi, birlikte ve birbirileri için yürüyebilmesi hiç azımsanacak bir kazanım değil. Öncelikle bu hakikatin hakkını vermemiz ve altını çizmemiz gerekir.
Ama mesele burada ve bununla bitmiyor maalesef. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık, İslâmofobi ya da birçok insanın her gün maruz kaldığı diğer birçok ayrımcılık türü yalnız Almanya'ya özgü sorunlar değil. Ama kolektif hafızasında Holokost gibi kara bir lekeyle yaşayan, bunu kimliğinin ayrılamaz bir parçası olarak kabullenmek zorunda olan bir ülke için bu sorunların ifade ettiği tekil ya da çoğul anlamlar tek kelimeyle “benzersiz”dir. Bu anlamda en büyük sorumluluk siyaset kurumundan önce bu ülkenin bütün toplumsal sınıflarına düşüyor. Muhataplardan biri bile sorumluluklarını siyasetine, medyasına, sivil toplum örgütlerine veya bireysel çabalarına samimiyetle yansıt(a)madığı zaman, havanın bir nebze bulandığı her iklimde PEGİDA gibi kemikleşmiş bir nefret dili üzerinden kendini yeniden kurup çoğaltan hareketlere davetiye çıkarılmış oluyor.
Nitekim Almanya'da ne siyaset kurumu ne de onun dayandığı/onu taşıyan orta sınıf, bu süreçte ve bunun ayak seslerinin açıkça duyulduğu öncüllerinde iyi bir sınav verebildi. Dresden ve Leipzig meydanlarında Müslümanlara, mültecilere karşı haykırılan o nefretin artık kendine orta sınıftan da nefer bulabilmesi açık bir dönüm noktasıdır. Bunu bir ifşa olma hâli, bir “suç üstü” olarak görmek gerekiyor. Şimdiye dek ısrarla sadece marjinal(?) ırkçı bir azınlığa atfedilen önyargıların ve nefret dilinin artık orta sınıfa da matuf olduğu; her türlü “yabancı”ya karşı korunaklı, steril ortamların salonfähig (cemiyet hayatında konuşulmaya müsait), sinizmle yoğrulmuş ve o herkesin bildiği sır kabilinden anekdotlarıyla yetinilmediği ortaya çıktı. PEGİDA kendi iç çelişkileri ve skandallarıyla bölünerek, sönümlenerek tarihteki yerini almaya yaklaştı belki, ama bir tabuyu yıkarak; orta sınıfı da kendi “öteki korkusu”na ortaklayıp milyonlarca “yabancı”ya yeni bir korku zerkederek yaptı bunu. Bundan sonra asıl korkulması gereken budur.