"Kalbimiz kırıldı". Amerikalı gazeteci Daniel Pearl'ün Şubat 2002’de, Pakistan'da radikal islamcı bir terör örgütü tarafından kaçırılmasından bir ay sonra feci biçimde öldürülmesi olayını, Pearl'ün çalıştığı The Wall Street Journal gazetesi bu sözlerle karşılamıştı. Bu, asla rastgele ya da sıradan değil müthiş derecede düşündürücü ve sarsıcı bir karşılıktı. Bütün akli reddedişleri ve lanetlemeleri anlamsızlaştıran korkunç bir şiddet eylemi karşısında, dilin ve diyaloğun çaresizliğini gösteren keskin bir suskunluk gibi. Yine aynı günlerde, savaş koşullarındaki gazetecilerin herhangi bir ülkenin, görüşün ya da dinin temsilcileri değil, bir bakıma, tüm insanlığın elçileri oldukları için zeval görmeyeceklerini düşünmenin artık beyhude bir beklenti olduğunu ve bu durumun savaş çığırtganlığı yapan kimi gazeteciler tarafından da bizzat kışkırtıldığını, Radikal gazetesinin The Independent'dan aktardığı bir haber çok güzel analiz etmişti. Olan bitenlerden o günlerde anlaşılan şuydu ki, terörün de, savaşın da raconu bir hayli değişmişti. İşte bu değişikliklerin bir kısmı da dünya halklarının, en kaba hatlarıyla, "gelişmişler", gelişmekte olanlar" ve "azgelişmişler" biçiminde kategorize edildiği bir yüzyılda, her halkın "kalp kırıklığının" aynı uluslararası empati ile karşılanmıyor oluşunun sonucu.
Lübnan’da bütün dünyanın seyrettiği, alev alev bir cehennemin ortasındaki pek çok kişi, İsrail'in bu gözü dönmüş şiddeti durdurmaması halinde Hizbullah’a olan sempatinin her geçen gün daha da artacağını söylüyor. Artar da. Onların her gün "kalpleri kırılıyor" çünkü. Görülen o ki bununla da kalmayacak. Kalbi kırık olanlar, "eğer bu terörse varsın öyle olsun" diyerek vücutlarını bombalara iliştirmeye de daha meyyal olacaklar. Dünyanın geleceğinde karar verici olma konumunu sımsıkı ellerinde tutan büyük ve “uygar” devletlere ve onların karıncayı incitmeyen sivillerine, paramparça gövdeleriyle, "buyrun biraz da siz acı çekin!" demeyi deneyecekler belki.
Ne yazık ki, "empatik ilişki kurmak" çok karmaşık etkileşimlerle işlemeye başlayan bir süreçtir. Sözgelimi, toplumsal katmanlaşmanın alt tabakalarında yaşayan insanların acıları ile empati kurmak, eşitler ya da daha yukarılarda yer alanlarla kurulan empatiden daha düşük bir düzeyde seyretme eğilimindedir. "Yığınların" acılarıyla empati kurmada herkes zorlanır çoğunlukla. Onların tarihlerindeki sertlik ve yaşam koşullarındaki incelmemişlikle, acı çekme yetenekleri arasında paralel bir şeyler var gibi gelir. Bunu daha geniş bir alana kaydırırsak, başka ülkelerin ve ırkların acılarına gösterilen duyarlılıkta da böyle bir mekanizmanın işlediği görülür. Bazı ülkelerin kırılgan yurttaşları için havadan yağabilecek tek şey kar ya da yağmurdur. "Ötekilerin" başına durmadan ateş yağar ve her nedense, onların buna alışmış oldukları sanılır. Kalplerinin kırılmaya müsait olmadığı düşünülür sanki. Öfkelerinin günden güne büyümesinin manası asla kavranılamaz.
Bu kavranılamayan öfke, zincirlerinden boşalmış bir biçimde uçaklara doldurulup görkemli kulelere çarptırıldığı zaman da bu dehşetengiz olay için açıklamalar aramaya girişilir. "Kimdir bunlar, nerede, ne zaman ve nasıl yetişmişlerdir?"den başlayarak, penis boylarının ne olduğunu ifşa etmeye varan en ucuzundan psikanalitik tahlillerle hem de. Bu "arabi öfke" kavranamadığı için de şiddet karşıtı bir söylem üzerine kurulu daha güvenli ve daha yaşanılır bir dünya projesi, yeryüzünün dört bir köşesinde dozu ve imgelem gücü fena halde artmış şiddet görüntüleriyle çarpışmaya devam eder.
Hepimiz Şiddete Karşıyız!
Mavi gezegeni bir alev topuna dönüştüren olayları değerlendirmek için herbirimizin farklı referans noktalarından beslenen farklı dünya görüşlerimiz var. Ancak ortak bir noktamız da yok değil. Her iki cümlemizin arasına terör karşıtı olduğumuza, terörün her biçimini lanetlediğimize dair bir cümle sıkıştırıyoruz. “Teröre karşıyım” sözleri, Ortadoğu’nun son durumunu değerlendirirken de en sık tekrarlanan sözler oluyor. Teröre karşı olduğumuzu söyleyip durmamız, terörün nedenlerine ilişkin kafalarımızın içinde gezinip duran düşüncelerin yanlış anlaşılmasından korkmamızdan mı kaynaklanıyor yoksa? Eğer öyleyse, bu korkuyu ya da ilkesel düzeyde terörist şiddet karşıtlığını tartışmayı bir an önce bir tarafa bırakabiliriz. Akliselim her insanın teröre karşı olacağını, gönül rahatlığı ile varsayabiliriz çünkü. Ancak, dünyanın dört bir yanında savaşlar, yoksulluk ve açlık hüküm sürerken "terörist şiddete karşıyım" dediğimiz zaman, bu söylediğimizin ne anlama geldiğini de düşünmek zorundayız. Dünyanın bütün "siyahlarının" maruz kaldığı ezeli şiddete duyarsızlaşmış, suya sabuna dokunmayan bir terör karşıtlığının nerelerde üretildiğini ve en çok kimin işine yaradığını sormak gerekir. Sadece kendini ve kendine benzeyeni kollamakla ilgilenen bu tarz bir şiddet karşıtlığı, dünyanın pek çok yerinde hüküm süren şiddetin, aslında şiddeti önlemek için yapılıyor olduğuna inanmayı tercih eden kolonize (McDonaldize mi demeliyim yoksa?) edilmiş bir zihniyetin sonucudur.
Terörü lanetlemenin bir anlamının olabilmesi için, güçlü olanların pervasız çıkar dayanışmalarının ve uluslararası ölçekteki haksızlıkların bu denli hakim olmadığı bir dünyanın varolması gerekir. Terörün kör bir şiddet biçimi olduğu doğrudur. Fakat etki alanlarını genişletme mücadeleleri çerçevesinde yaratılan ve tecrit edilen ezilmişliklerden kaynaklanan bir körlük biçimi, genetik değil yani. Genellikle unutulması tercih edilen şey bu. Bu unutulduğu müddetçe kalp kırıklıklarına da alışmak gerekiyor ne yazık ki. İsrail saldırganlığını kınamaktan ısrarla imtina eden Amerika'nın, 11 Eylül felaketinin yıldönümü yaklaşırken, önce işgal ve saldırı altındaki Filistin ve Lübnan, sonra bütün dünyanın gözlerinin içine baka baka, "Yeni Ortadoğu’nun doğum sancılarını" izlediğimizi söyleyen bir Dışişleri Bakanı nezdinde, son derece pervasız ve kalp kırıcı o ezeli imgeyi ve dolayısıyla terörü nasıl ebedileştirmekte olduğunu da düşünmesi lazım.