Rousseau’dan sonra halkın politik iradesi sonucu oluşan egemenlik hakkının demokrasinin en zayıf halkası olduğunu anladık. Lenin’le beraber sosyal adaleti gerçekleştirme ve halkların kaderini belirleme hakkı olmasaydı, demokrasi, kapitalizm için en güvenilir politik rejim olabilirdi. Kemer sıkma politikalarının yoğunca uygulandığı bugünlerde demokrasiye güveni yeniden oluşurmak başlı başına bir sorun.
Savaş bittikten ve faşizm yıkıldıktan sonra demokrasi adeta kutsal topraklar gibiydi. ‘50’li yıllardan sonra Batı Avrupa ülkeleri geniş sosyal sınıflar ve kesimlere, o zamana kadar görülmemiş bir özgürlük, barış ve refah sağlamıştı. 1970’deki krizle beraber sosyal refah devletinin maliyeti artınca, demokrasi, post-materyalist bir formata dönüştürüldü, kimlik sorunlarına yöneldi ve demokratik rejime güven giderek azaldı.
Öte yandan, Batı Avrupa’daki yeni sosyal hareketler, toplumsal özgürlüklerin henüz garanti altına alınmadığını, toplumsal entegrasyonun sağlanmadığını ileri sürerek, demokratik toplumların ancak ileride erişilebilecek bir ideal olduğunu ısrarla vurguluyorlar.
Ekonomik kalkınma sonrası yıllarda, sosyal Avrupa’nın, dogmatik kalkınma projelerinin sınırları içinde dahi ekonomik kalkınmayı gerçekleştirememesi, sosyal hareketlerin demokratik rüyalarını sonuçsuz bıraktı. Demokrasiyi aşağı çeken faktörler tükendi, yerini krizden çıkış faktörleri aldı. Buna rağmen, prekarya sınıfını ve yoksulları sonuna kadar sömürmelerine rağmen zenginler lehine çok az oranda bir ekonomik kalkınma sağlandı ve sonuçta demokratikleşme sağlandı. Geçici olmadığı kesin olan finans politikaları yalnızca sosyal anlamda değil, ekolojik anlamda da yıkıma neden oldu. Bu nedenle demokratik meşruiyet krizi inanılmaz boyutlara vardı.
Meşruiyet krizi
1970’lerden sonra J. Habermas ve C. Offe demokrasi krizinin kapitalizmin meşruiyet krizi olduğunu yazmışlardı. Onlara göre, kapitalizmin aşırı kâr hedefi, sosyal devletin kaynaklarını tüketerek, katılımın, içselleştirmenin ve sosyal adaletin demokratik baskısının ağırlığı karşısında sosyal meşruiyetini yitirecekti ve sistem bütün olarak çökecekti.
Çevreciler, doğal kaynakların sınırları çerçevesinde, ekonomik kalkınmayı ve kapitalizmin kendisini sürdürebilmesinin imkânsızlığını ısrarla belirtirken, aslında tartışmalara yenisini eklemiş oldular. Habermas ve Offe’nin düşünceleri sosyal yabancılaşma ve ekolojik sınırlılık temelinde güçlü saptamalara dayanır. Her ikisi de, sosyal üretkenliğin ve ekolojik sürdürelebilirliğin zorlaması sonucunda, devlet ve sivil toplumun kaçınılmaz olarak ekonomik uygulamalara kurallar getirebileceği düşüncesinden hareket ederek dizayn edilen modelin doğru olmadığını gösterdiler.
Meşruiyet krizi sürerken, kapitalizmin değil demokrasinin meşruiyeti ciddi bir krize girdi. Politik meşruiyetinden yani demokrasiden uzaklaşan kapitalizm, sosyal ve ekolojik hedeflerinden de uzaklaştı; kontrol altında tutulması da imkânsız gibi. Daha da kötüsü, kapitalizm, demokrasiyi kendine benzeterek onu yandaşı haline getirdi. Katılım, özgürlük, adalet ve sürdürebilirlik algısı geniş kesimlere yayıldı. Artık neoliberallerin müşteri tercihlerini, genişletilmiş emek pazarı, ticari emisyonlar ve yeşil kalkınma dışında düşünmek hemen hemen imkânsız oldu. Egemen neoliberalizm, sosyal ve ekolojik meşruiyetini müşteri taleplerini iyi karşılamaya dayanan pazardan azami ölçüde yararlanarak kuruyor. Bir zamanlar Goebbels’in söylediği gibi, demokrasi, iktidarı ele geçirmek için iyi bir rejimdir. Benzerini neoliberaller yapıyor, demokrasiyi gülünç duruma düşürerek ekolojik ve sosyal çöküntüyü hızlandırıyorlar.
Simülatif Demokrasi
Demokrasi, yapısal bakımdan kapitalist üretimin güçlü bir kalesine dönüştüğü için, ekolojik ve sosyal sorumluluklarını yerine getiremez halde. Sosyal demokrasi, Üçüncü Yol tarafından satıldığını, aldatıldığını acı bir biçimde anladı. Teknolojik menajerlikle yeşil endüstriyi birleştirmeyi amaçlayan Yeşiller, kapitalizm içinde kimlik bunalımının içinden çıkılmaz labirentinde bir çıkış yolu arıyorlar.
Yeni otoriterlik, yaşam makinesine bağlanmış demokrasiye acil müdahele yapması için çağrılan bir doktora benziyor. Seçilmiş diktatörler, sosyal ve ekolojik yıkımın demokrasiyle çözülemeyeceğini bildikleri için, demokratik hakları birer birer buduyorlar. Yeni popülist aşırı sağ, göçmenlere karşı sınır kontrollerini arttırma sözü vererek halkı arkasına alıyor. Elde ettikleri seçmen gücüyle karar alma mekanizmasını Brüksel’den ulusal parlamentolara taşıma mücadelesi veriyorlar.
Bazı entelektüel sol düşünürler, Alternatif Demokrasi (Habermas) veya Agnostik Demokrasi (Mouffe) gibi radikal projeler geliştirirken, bazıları da sosyal medya desteğiyle güçlenen etkili eylemlerin yakında her şeyi değiştirebileceğinin (Klain) sözcülüğünü (Crouch) yapıyorlar. Yeni radikal hareketler ise eskisinden farklı olarak ideolojik fundamentalizmden dini fundamentalizme evrildiler.
Dinî fundamentalist hareketler dışında kalanların hepsinin birleştiği ortak nokta, mevcut demokrasinin yetersizliği ve erozyonu. Ama hiçbir şekilde demokratik çöküşü kabullenmiyorlar. Şu veya bu yolla post demokratik (Crouch) analizlere bel bağlamış durumdalar. Hepsi, Crouch gibi, demokrasinin sosyal özgürlük ve eşitlik sunamayacağını, ancak şimdilerdeki durgunluğu atlatabileceğini yazıyorlar. Her biri demokrasinin içeriğini belirleyen halk, ulus-devlet, sivil toplum, egemenlik ve halkın iradesi kavramlarında birleşiyorlar. Fakat hiçbiri demokrasinin bittiğini kabul etmiyor. Demokrasi ne sosyal, ne ekolojik açıdan kapitalizmle mücadele edebiliyor. Onu sınırlandıramıyor, egemenlik altına alamıyor. Ne ekolojistler ne de sosyal demokratlar kapitalist mantığı alt edecek politikalara öncelik veren parametreler geliştirebiliyorlar.
Bunun nedeni neoliberal elitin dilimizi ve idealimizi çalarak söyleme, bilime ve yeni hayaller kurma kapasitemizi yıkmalarıyla sınırlı değil. Bunun çok ötesinde, özgürleşme idealinin kendisi ve demokrasinin vaz geçilmezi olan modernleşme projemiz eriyip yok oluyor. Daha da önemlisi, demokratik düşüncenin merkezindeki boşluk genişliyor. Rousseau ile beraber, istemeyerek de olsa, bu alan halk ve halkın iradesiyle kapanmıştı. Sulandırılmış modernizmle veya globalizmle mevcut uçurum kapatılamaz. Demokrasinin meşruiyet krizine geçerli cevaplar başka yerde söylediğim gibi simulatif pratikler yoluyla bulunabilir. Çağdaş yurttaşların kendi yaşam alanlarına ilişkin geliştirdikleri bazı tutarsız katagoriler çok sınırlı ve dar olmakla birlikte toplumsal barışı korumak ve Batı toplumun algısını diri tutmak için gerekli.
Kurucu taraf
Simülatif demokrasi, sosyal çatışmalara ışık tutabilir ama geçici bir aşama olduğu, günlerinin sayılı olduğu unutulmamalıdır. Sosyal gerilimler ve ekolojik yıkım arttıkça demokrasinin sadece erozyona uğramadığını, devam ettirilemeyeceğini, bittiğini ve hatta yıkıcı olduğunu pratikte görmek zorunda kalacağız. Demokrasi, politikanın önkoşulu ve politik koşulların hazırlanma merkezi olarak anlaşıldığında liberallerin gadrine uğramaz. Bunu anlamak çok önemlidir ve birinci adımdır. Demokrasinin kendisi, Churchill’in tezinden öteye gitmiyorsa, bizi kendisiyle mücadele etmeye, daha fazla reforma, gerçek bir demokrasi ruhunu canlandırmaya ve sahiplenmeye zorluyor. Gerçekten de, solun mevcut demokrasiye karşı mücadele etmemesi, yeni bir hayal kurmaması, özünde, sorunun düğüm noktasıdır. Öte yandan Weimar ve siyasi İslâm deneyimleri demokrasiye karşı mücadelenin ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatıyor. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki demokrasi hariç (Saramago) herşeyi tartışıyoruz. Mevcut demokrasiye karşı söylenen her söz otoriterlikle damgalanıyor. Neoliberal otoriterlik, sadece kendisi için özgür düşünme ve ifade özgürlüğü algısı yarattı. Var olan kurumlara karşı -neoliberal ve aşırı sağ populistlere- halkın egemenliğini ve özgür iradesini egemen kılmak için yapılanlar eşitlik karşıtı ve dışlayıcı çatışmalara dayanıyor. Var olan yapı yalnızca sosyal adaletsizliği, ekolojik yıkımı sürdüren, gerici bir rejime dönüşmüş durumda, bu yüzden yıkılıp yenisiyle değiştirilmesi gerek. Yerini alacak dinamik, yaşayabilir bir alternatif için öncelikle şunları vurgulamak gerekiyor:
I. Demokrasi var olan elitlerle ilişkilerini sürdürürse, ekolojik ve sosyal hedeflerini gerçekleştiremez.
II. Bizi ulusal egemenlik ve ulus-devletlerin sınırları ötesine götüren neoliberlizm değil modernizmdir. Dijital dünyanın yarattığı yeni akışkan vatandaşlık kurumunun sınırları aşıldı, yerine belirsiz bir kimliğe sahip olan bir müşterilik kurumu geçti.
III. Kalkınma sonrası ekonomiyi ve sürdürebilir krizin gerçeklerini anlamamız, politik kuruculuğun ve demokrasinin dayandığı kesintisiz kalkınmanın da ötesine giderek, çatışma halindeki bireysel özgürlük ile sosyal eşitsizliği uzlaştırmalıdır. Bu yeni politik model ütopya gibi görünebilir ancak otoriter neoliberal egemenliğin devamına olanak tanımayacağı kesindir.
Zaman ve mekân kazanmak için bir alternatif yaratmaksa amacımız, demokrasiye yeniden güven kazandırmak akıllı ve gerçekçi bir politikadır. Bu da neo-popülist ulusalcı otoriterlik ve neoliberal piyasa otoriterliğiyle mücadeleyi gerektirir. AB kurumlarındaki demokratik eksikliği gidermek, neoliberal hedeflerden uzaklaşarak sosyal ve ekolojik gündeme yönelmek gerekiyor. Ne yazık ki sosyal Avrupa, bu haliyle kaldıkça dar bir zemine sıkışıp kalacaktır.
Kısaltarak çeviren: Mehmet TAŞ
Birikim'in Notu: Bu makale sosyal Avrupa 2019 projesinden yazarın izniyle alınmıştır.