Nigel Farage ve İngiliz Değerlerinin Beyhudeliği

Nigel Farage fikrini neden değiştirdi ve seçimlerde bir kez daha aday olmaya karar verdi? İngiliz siyasetine geri dönmeye onu ne mecbur bırakmış olabilir? Kendisi daha geçen hafta bu konuyla ilgili bir ipucu verdi: ülkedeki genç Müslümanların İngiliz değerlerimizi paylaşmıyor olabileceklerinden endişeliydi.

Aslında endişelenmesine hiç gerek yok, çünkü İngiliz değerleri diye bir şey yok. Hiçbir ülke adalet, hoşgörü, dürüstlük ve merhamet üzerinde tekele sahip değil. Bazı ulusların belli başlı değerlerle birlikte anıldığı doğru: Araplar ve İrlandalılar konukseverlikle, Amerikalılar özgürlüğe düşkünlükle, İngilizler ahlâklı olmak ve kurallara uymakla. Fakat bu misafirperver olmayan Arapların olmadığı veya ahlâksızlık ve kurallara uymamayla övünen birçok İsveçli ve Nijeryalının olduğu anlamına gelmiyor. Bu tarz kültürel farklılıklar çoğu temel ahlâki değerin evrensel olduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırmamalı. Endonezyalı köylüler veya Jamaikalı motor tamircileri de çocukları için İngiliz borsacıların istediği kadar şey istiyor. Fiona Bruce ne kadar kana susamış veya genetik olarak banka soymaya yatkınsa onlar da o kadar öyle.

Bundan kuşku duyanlar dünya edebiyatına bir göz atmalı. Hayatının çoğunu okumayla geçirmiş biri olarak, dünyanın herhangi bir yerinde tecavüzü, işkenceyi veya soykırımı savunan önemli bir şiir veya roman bilmiyorum. Bu o kadar dikkat çekici bir gerçek ki çoğu zaman gözden kaçıyor. Mitik ortalamalar yasası dünyanın her köşesinden yayılan milyonlarca roman, şiir ve oyunun içine yerleştirilmiş pek çok zararlı ahlâki öğreti olduğunu iddia edecek olsa da Marquis de Sade gibi tuhaf istisnalar hariç bu kesinlikle yanlış. Büyük faşist romanlar yoktur.

Belki de bu Hunlar ve Vandallar şiir yazamayacak kadar yağmalama ve talanla meşgul oldukları içindir. Vergilius ve Horatius’un büyük ölçüde medeni değerleri ile hizmet ettikleri imparatorlukların zulümleri arasında uçurum olduğu da doğru. Fakat modern çağda, 18. yüzyıldan başlayarak hümaniteryenizmin kademeli olarak yayılmasıyla birlikte, toplu katliamları veya çarmıha gerilmeyi savunmaya istekli insanları bulmak artık zor. Bunların ne yazık ki zaman zaman kaçınılmaz olduğunu iddia edebilirsiniz, fakat doğaları gereği iyi olduklarını veya ahlâki açıdan nötr olduğunu iddia edemezsiniz. Gladstone çağını Caligula döneminden ayıran şeylerden biri de bu. Antik Romalılardan ahlâki açıdan üstün olmayabiliriz ama en azından bu konuda kendimizi kötü hissediyoruz. Değer yargılarımız ve davranışlarımız arasında bir tutarsızlık olabileceğinin farkındayız, hem de birçoğumuzun sonradan pişman olacak kadar vicdanlı olduğu bir tutarsızlık.

Siyasi hayatın önemli bir kısmı, filozofların eylemsel çelişki dediği, söylediklerinizle yaptıklarınızın çeliştiği bir duruma dayanır. Bu daha dobra bir şekilde ikiyüzlülük veya gözünün içine baka baka yalan söylemek olarak bilinse de aslında bundan daha karmaşıktır, çünkü insanlar bir şeye gerçekten inanmadan da inandıklarını düşünebiliyorlar. (Hatta inandıklarını bilmeden inanabiliyorlar da.) Bu durumdaki birinin ne düşündüğünü anlayabilmek için söylediklerine güvenmektense davranışlarında kendini gösteren inanışlarını incelemek daha iyi olabilir. Beyaz fareleri sevdiğimi öne sürüyor fakat bütün boş zamanımı anestezi vermeden onları kesip inceleyerek geçiriyorsam, ne dersem diyeyim fareleri sevdiğim doğru değildir. Merhamet ne yaptığınızla ilgilidir, ne hissettiğinizle değil. Bir dilenciye para verirken içinizde sıcak duygular hissetmemeniz yaptığınızın değerini azaltmaz.

O halde, mantıklı ahlâki değerlerin ne olduğu konusunda şaşırtıcı derecede küresel bir fikir birliği var. Bildiğim kadarıyla dünyanın herhangi bir yerinde eşitsizliği, adaletsizliği ve başkalarının çektiği acılara karşı katı bir kayıtsızlığı savunan bir siyasi parti yok. Pek çok siyasi örgüt bu değerleri gerçekte teşvik etse de bunları gururla bayraklarına yazacakları noktaya gelmedik. Henüz “Yoksulları Becerin” partisinin veya “Bütün Kadınları Ay’a Gönderin” kampanyasının ortaya çıkışına şahit olmadık, fakat bunlar yine de gerçekleşebilir. Nazilerde olduğu gibi soykırım lehine çığırtkanlık yapılan bir zaman gelebilir. Fakat bütün bunlar olurken, kötülük kendi doğasını reddederek ve kendini bir tür doğruluk veya en azından talihsiz bir zorunluluk olarak sunarak erdeme öykünür.

Ancak elbette, Batı’da bizim değer verdiğimiz şeylerin çoğuna pervasızca zıt giden rejimler, özellikle de otokratik İslâm devletleri var. Böyle yapılar sahiden olsa da sözde Batı değerlerine karşı en düzenli suç işleyenlerden birinin de Batı olduğunu unutmamak gerekir. İngilizlerin Kenya’da, Belçikalıların Kongo’da, Fransızların Cezayir’de ve Amerikalıların Vietnam’daki zulümlerine ne demeli? Bu liste sonsuza kadar uzatılabilir. Bazı İslâm ülkeleri hoşgörüsüzlüğü vaaz ediyor, fakat bu bağnazlıktan iğrenenler bir de ABD’nin bazı bölgelerinde komünist veya Fransa’nın bazı bölgelerinde Müslüman olmayı denesinler (yakında bu listeye İrlanda’da Katolik olmayı da eklemek gerekebilir).

Hoşgörü, haklı olarak sınırlandırılan bir şeydir: Britanya nefret söyleminde bulunanlara veya ideolojik sebeplerle çocukları havaya uçuranlara hoşgörü göstermez. Her halükarda, otoriter rejimlerin değerleri bu rejimler altında yaşamak zorunda olanlar tarafından büyük ölçüde reddedilir, ki böyle yerlerde düzenli olarak isyanların patlak vermesinin sebebi budur. Bu isyanlar, bu kadın ve erkeklerin Batı’daki vatandaşlar kadar özgürlüğe ve adalete düşkün olduğunu ve birçoğunun aynı Aleksey Navalni gibi canını bu uğurda vermeye hazır olduğunun göstergesidir. Böyle bir muhalefetin olmaması da kadın ve erkeklerin hapse atılmaktan ve dövülmekten hoşlandıkları anlamına değil, kendi görüşlerini dillendirmekten korktukları anlamına gelir. 

Bazı insanlar toplu kafa kesme olaylarının muhteşem olduğunu düşünürken bazıları böyle düşünmüyor değil; bu grupların sırasıyla Batı’ya ve Batı’dan Gayrı’ya tekabül ettikleri de söylenemez. Amerika Birleşik Devletleri kafa keserek idamları onaylamıyor olabilir, fakat kesinlikle elektrikli sandalyeyle idamları onaylıyor. Gerçek ayrım, değerlerimizi nasıl meşrulaştırdığımızda yatıyor. Yalnızca Hampshire veya Sussex’teki şoven İngiliz milliyetçileri değil, neredeyse herkes tecavüz ve cinayete karşı çıkıyor, fakat neden bunlara karşı çıktığımız konusunda anlaşamıyoruz. Ve bu hakikaten yeni ve antik çağ Atina’sındaki veya 14. yüzyıl Floransa’sındaki bir yurttaşa son derece tuhaf gelecek tarihsel bir durum. Modern çağ, en temel sorular üzerinde anlaşamadığımızı, bu konularda muhtemelen asla fikir birliğine varamayacağımızı, bunun sonucunda birbirimizin sıkı sıkıya bağlı olduğu inançlardan radikal biçimde ayrılırken barış içinde yaşamanın yollarını bulmamızın gerektiğini ve bütün bunların liberalizm olarak adlandırıldığını kabul etmemiz gereken ilk çağ. Ahlâk kuralları bir buyruklar listesi değil, bitmeyen bir tartışma. Oscar Wilde yalana, tembelliğe, ikiyüzlülüğe, yüzeyselliğe, savurganlığa, abartıya ve en çirkin lafları sırf dramatik sonuçları için söylemeye değer verirdi. Sussex’teki şovenler bunu skandal olarak niteleyebilir, fakat sözde İngiliz değerleri arasında bunların da yeri var. 

Farage’ın gençleri hedef alması şaşırtıcı değil zira kendisi gibi sağcıların bu gruba dadanma konusunda adları çıkmış, böyle bir bir geçmişleri var. Gençler, ki bu yalnızca Müslüman inancına sahip olanlarla sınırlı değil, zamanın geleneksel örf ve âdetlerini sorgulamaya orta yaşlılardan daha yatkın, birçok muhafazakârı tedirgin etmelerinin sebebi de bu.

Belki vatani hizmet onları hizaya getirebilir. Bu, Muhafazakâr Parti açısından bakıldığında gerçekten akıllıca bir fikir çünkü Britanya’daki gençlerin sakındığı değerlerin çoğu askerî kökenli. Arapların misafirperverliği gibi bunlar da temel ahlâki değerlerden ziyade kültürel özellikler. Sadakat, takım ruhu, dayanıklılık, şeref, karakter, yiğitlik, sertlik, özdisiplin, liderlik, fiziksel beceriler: halk, bu değerlerin son derece hayati olduğunu düşünen mevcut kral gibilerle bu değerlerin kökenlerinin oldukça küçük ve toplumu temsil etmeyen bir kısımda (asker sınıfı, devlet okulları, İzciler gibi) olduğunu ve Britanya’nın baskıcı sömürge tarihinden geldiğini savunanlar arasında bölünüyor. Neden bazen psikolojik açıdan yıkıcı sonuçlar doğursa da duygularınızı gizleyesiniz ki? Çünkü eğer gizlemezseniz, sömürgelerinizin gözünde zayıflığınızı açığa vurabilirsiniz ve bunu yaparak çok daha yıkıcı sonuçlara sebep olabilirsiniz.

Son olarak, aile değerleri olarak bilinen ve özellikle ABD’de popüler olan tuhaf bir olgu var. Aileler çocuklar etrafında şekilleniyor ve çocukların seks hakkında bilgi sahibi olmaması gerekiyor, yani aile değerleri aslında “seks yok” demek oluyor. Eğer çocuklar bunun hakkında konuşamıyor ve bununla ilgilenemiyorsa, biz de yapmamalıyız. Aile değerleri akşam 9’dan önceye kalıcı olarak hapsedilmiş bir yaşam tarzı anlamına geliyor.

ABD, elbette, inançsızlığıyla içinde aile sevgisinin neden olduğunu anlaşılmaz hale getiren Tanrısız Britanya’nın aksine oldukça Hıristiyan bir millet. Delaware veya Wichita Falls’ta pek bilinmiyor gibi olsa da Yeni Ahit bu kuruma istikrarlı bir şekilde düşman. Yeni Ahit Filistinli bir bakirenin rahmine giren Tanrı’nın cinsel eylemiyle başlar. İsa, Meryem ve Yusuf’un Kutsal Ailesi sıradan bir hane biriminin parodisidir. İsa tapınakta kaybolduktan sonra ebeveynlerine sert bir yanıt verir ve Meryem kendisinden Kana’da bir mucize gerçekleştirmesini istediğinde de benzer bir kabalıkla Meryem’i yanıtlar. Ailesinden bazılarının kendisiyle konuşmak için beklendiği söylendiğinde kaba bir şekilde onlara beklemelerini söyler. Annesinin kutsanması gerektiğini haykıran bir kadın da ondan ağzının payını alır. Bir aile üyesini diğerine karşı kışkırtmaya geldiğini bildirir, oğlunu babaya ve anneyi kızına düşürmek için. Bu, bırakın Nigel Farage’ın kurduğu bir partiyi, bir Trump mitinginde bile hoş karşılanacak bir şeye hiç de benzemiyor. 


Not: Bu yazı 4 Haziran 2024'te UnHerd'de yayımlandı.

Çeviren: Emre Şen