Doğada çıplak (zoē) bir şekilde, haz ve acının zembereğinde yaşarken sadece kendi sesini duyan insanoğlu için siyaset henüz icat edilmiş değildir. Ne zaman ki ses dile dönüştü, bireye içkin haz ve acının yerine bir topluluğa içkin olan adaletli ve adaletsiz geçti o zaman doğal sınırlar içinde yaşayan insanlar kendilerini sözle örülü kurmaca sınırlar içine hapsetmeye başladılar. Artık acı bir ağıta, haz bir şiire dönüştü. Aynı dili konuşan bu insanların ortak yaşamda çizdikleri sınırlar ile kamusal bir alan yaratıldı, bu alanın kontrolü de siyaseti gerektirdi. Artık siyaset hem kurmaca sınırlar çizmenin hem de çizilen bu sınırlar içinde tahakkümün ya da iktidarın bir aracı haline geldi. Modern siyaset teorisinde kamusal alanın havastan avama doğru genişlemesiyle birlikte, siyasal sınır çizmenin önemi daha da artmıştır. Özellikle ulus-devletlerin mayınla çizili sınırlarında, parçalanmadan bir bütün olarak kalmak zorunda olan yurttaşlar için siyasal alan meşruluk duvarlarının yükseldiği bir alan haline gelmiştir. Duvarların arasında kalan yığınların kutsanmasıyla ortaya çıkan biz, dışarıda kalan ayrık otlarının yadsınması/lanetlenmesi ile damgalanan öteki arasındaki çatışmanın şekillendirdiği modern siyaset aslında bir söylence üzerine kurulmuştur. Biz ve öteki arasında süregiden bir söylencedir bu. İyi ve kötünün, dost ve düşmanın ergen yurttaşlara belletildiği bu söylencede meşru ideoloji/iktidar, söylemler üzerinde inşa edilir.
Ancak iktidar kendiliğinden kurulmaz, bir söylem varsa elbette bir söyleyen de vardır. Sabahtan akşama açık TV ekranlarında durmadan konuşan politikacılardan, köşe kapmak ile köşe dönmek arasında kalmış köşe yazarlarından dalga dalga yükselen bu söylence ile meşru siyasal merkez/alan oluşturulmaya çalışılır. Özellikle ekonomik ve askeri iktidarın görülmez olduğu modern toplumda siyasal alan, biz ve öteki arasındaki ideolojik bir hegemonya mücadelesine dönüşür. Bu nedenle iktidar, kamuoyunu etkileyip toplumun rızasını almak için okul, ordu, medya gibi araçları kullanarak kendi ideolojik gerçeğini yeniden üretir ve toplumsal gerçeği olduğundan farklı kılmaya çalışır. Günümüzde bu hegemonya mücadelesi, devletin ideolojik aygıtları kapsamında belki de en işlevsel olan medya aracılığıyla daha etkili bir şekilde gerçekleştiriliyor. İktidarın meşruluğu, öne sürdüğü ideolojinin meşruluğuna bağımlı olduğu için gerçeklik de bu yolla tamamen medyanın kurguladığı/ürettiği bir toplumsal alan/anlam haline geliyor. İktidar karşısında duran ve iktidarın meşruluğunu yıkıp ilk fırsatta kendi hegemonyasını inşa etmek için bekleyen muhalif gruplar için de medya oldukça önemli. Her ne kadar iktidarın esirgeyen (reklam gelirleri) ve bağışlayan (vergi afları) nazarından mahrum da kalsa, muhalif yapılar için sesini duyurmanın ve kendi siyasal sınırlarını kesik kesik de olsa çizmenin bir aracıdır medya; özellikle yazılı basın olarak gazetecilik. Ancak gündem iktidar tarafından inşa edildiği için, muhalif gruplar iktidarın çizdiği siyasal sınırların kendi mevzilerini ele geçirmesine engel olmaktan başkaca da bir refleks gösteremiyorlar.
Ülkemizde birçok darbeyle, katliamla, cinayetle paramparça olmuş siyasal sınırların her daim yeniden çizilmesi gerekiyor. Onun için hangi taraftan olduğumuz, kimin dost kimin düşman olduğu sürekli bir şekilde aklımıza kazınıyor. Kendini günahsız gören iktidarın ilk taşı atmasıyla başlayan bu ağız dalaşı tarihe referanslarla dolu bir bombardıman savaşının başlangıcıdır. Sözün bir silah olarak ele alındığı bu ortamda temalar bağlamlarından koparak birer kuklaya dönüşmektedir. Artık siyaset sahnesi bir gölge oyunudur; böylelikle siyasi figürlerin/oyuncuların durmadan yineledikleri replikler birer ayet haline gelerek yığınların diline pelesenk olur. Meşru olanın kutsallaştırılmasıyla, meşru olmayanın şeytanlaştırılması da aynı dil üzerinden gerçekleşir. Tek perdelik oyunlar şeklinde akşam haberlerinde (suare) sahnelenen bu ayinlerin sadık müritleri büyülenmiş şekilde ekrandan kendilerini alamazlar. Bir gün sonraki gazete manşetlerinden gazetenin iç mekânına doğru yayılan bu kutuplaştırıcı söylemler gazete köşelerinden fitili ateşlenen bir meydan savaşını başlatırlar. Köşelerin süngü, gazetelerin kışla olduğu bu savaşın aslında bir sonu ya da nihai hedefi yoktur. Amaç yalnızca biz ve ötekinin sınırlarını her daim tahkim etmektir.
Benzer şekilde bir başörtüsü konusunda, bir kürtaj polemiğinde ya da başkanlık tartışmasında medya üzerinden siyasal sınırların üzerinden kalın çizgilerle yeniden geçildiği görülmektedir. Ancak bu medyatik köşe yazarlarının, safları sıkılaştırmak için birer amigo edasıyla siyasi söylemleri sloganlaştırmasının en önemli sonuçlarından biri, toplumu biz ve öteki şeklinde kutuplaştırarak günden güne fanatizm batağına çekmesidir. Kendi ideolojilerini meşrulaştırmaya çalışan iki cephe, flashback’ler aracılığıyla insanların zihinlerine fısıldayarak kendi söylemlerini inşa etmektedir. Birer sembolik seçkin olarak köşe yazarları, kaleme aldıkları köşe yazıları aracılığıyla söylemin üretilmesine katkıda bulunmakta, düşünce ve eylemler üstünde toplumsal ve siyasal bir denetim/kontrol ağının oluşmasına aracılık etmektedirler.
***
Türk siyasi kültürünün, Mouffe ve Laclau’nun vurguladığı ötekinin varlığını kabul eden antagonistik yaklaşımdan ziyade Schmittçi dost/düşman ayrımına dayalı oluşu, Türkiye’de siyasal sınırların diğerinin/ötekinin şeytanlaştırılarak üzerinden geçecek şekilde çizilmesine neden oluyor. Herhangi bir siyasi meselede görüş bildirme ya da bir müzakere alanı oluşturma çabası Türk siyasi kültürünün bu şizofrenik yapısı nedeniyle daha ilk adımda güdük kalıyor. Suriye sınırları içinde bulunan Süleyman Şah türbesinin IŞİD tehdidi nedeniyle Suriye toprakları içinde kalacak şekilde Türkiye sınırına çok yakın bir yere nakledilmesinde olduğu gibi medyadaki tartışmalar yine biz ve öteki dikotomisi üzerinden tezahür ediyor.
Ötekileştirmenin şeytanlaştırmaya dönüşmesi, siyasal/toplumsal/kültürel/cinsel zıtlıkların salt bir zıtlık olarak kalmalarını engelleyerek bunların bizatihi düşmanlaştırmayı üretmesi ciddi bir sorundur. Düşmanlaştırmanın ise nefret söylemi dolayımıyla uzlaşıyı, müzakereyi, sonuçta demokratik süreçleri kesintiye uğratma tehlikesi vardır. Türkiye’de demokratik gelişimin sağlanmasının yanı sıra geri döndürülebilirliğini durdurmak için bütün bunların göz önüne alınması gerekir.