“Persona, Dogma, Pragma”: Erdoğanizm’in Kurucu Dinamiklerinin Yükselişi ve Düşüşü (I)

31 Mart Seçimleri de gösterdi ki, AKP’nin iktidarının üzerinde yükseldiği üç kurucu dinamik yani “Liderlik, Dava ve Tedarik” mekanizmaları, onarılması güç bir biçimde yara almaya ve oy kaybettirmeye devam ediyor. Yerel seçimlerden altı ay sonra AKP’nin tüm çabası, bu üç bileşenin zafiyetinden kaynaklanan hasarları giderecek ve kendine yeniden siyasi inisiyatif ve liderlik sağlayacak adımlar atmak yönünde. Ancak mevcut gelişmelerin de gösterdiği gibi AKP, Türkiye’yi içine sürüklediği otoriter yolsuzluk rejimini devam ettirebilmek için; samimiyetsiz ve nobran taktiklerle Türkiye’nin demokratik muhalefetini baskılamaya, bölmeye ve manipüle etmeye devam edecek. Bu nedenle de iktidarını elinde tutabilmek için, ‘otoriter muhafazakâr popülizm’ ile ‘despotik sultanizm’ arasında salınan bir siyasal sarkacın tüm enstrümanlarını kullanmaya çalışıyor. Cumhur İttifakı, tüm alt bileşenleri ile birlikte, daha önce görülmedik ölçüde öngörülemez radikallikte söylemler geliştiriyor. Anayasallığının ve demokrasinin hiçbir gereğine ve yerleşik teamülüne uymuyor.

Nitekim CHP ile 31 Mart seçimleri sonrasında başlatılan diyalog ve normalleşme girişimi sonrasında, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ‘ahmak davası’nda görüldüğü gibi, bir yargı şantajı Demokles’in kılıcı gibi demokratik muhalefetin üstünde sallanmaya devam ederken, ciddiyetsiz gerekçelerle Cumhuriyet Halk Partisi’nin Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atadılar. Daha henüz Ekim ayı içinde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, PKK lideri Abdullah Öcalan için, silahları bıraktıkları takdirde TBMM’de DEM Parti grubuna dahi gelip konuşabileceğinden ve Öcalan için ‘umut hakkını’ kullandırmaktan bahsediyorken, tam tersi bir tasarrufla Mardin, Bingöl ve Halfeti belediyelerine kayyım atanıyor. Mardin Belediye başkanı Ahmet Türk, “terör” gerekçesiyle görevinden alınıyor. Hem de Ahmet Türk gibi saygın ve ılımlı bir siyasetçi, daha bir hafta önce cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz ile bir araya geldikleri, Şanlıurfa’daki kavgalı aileleri barıştırma töreninden hemen sonra.

Tüm bu hızlanan otoriter keyfilik örnekleri de gösteriyor ki, AKP Türkiye’nin anayasal-bürokratik kurumsallığına ve sosyo-ekonomik dinamiklerine hız kesmeden zarar vermeye devam edecek ve ediyor. Oy ve meşruiyet kaybını durduramadığı her noktada da, AKP topyekûn bir hukuksuzluğa savrulabileceğinin işaretlerini veriyor. Bu da gösteriyor ki AKP, 31 Mart seçimlerinden çıkarması gereken dersleri çıkarmadığı gibi, şark tipi hukuksuzluk ve manipülasyon oyunlarına pervasızca yenilerini ekliyor. Pazarlıkçılık ve otoriterliğin, güler yüzlü böl-yönet söylemlerini ve güdümlü yargı süreçlerini bir arada kullanmanın imkanlarını zorluyor. AKP’nin şimdiye kadar yükselişine katkı sağlamış olan, ancak artık sadece sultanlık rejimlerinde görülebilecek kadar şirazesinden çıkmış kurucu karakteristikleri, onu ve ülkeyi büyük badirelerin eşiğine getiriyor.  Erdoğanizmin, sultanist rejimlerdeki kadar otoriter ve şahsileşmiş niteliği, personalist karakteri; köktenci rejimlerde görülebilecek kadar dogmatik vasfı; ve yoz popülist rejimlerde görülebilecek kadar -oportünist- pragmatist eğilimleri eski parlak günlerine dönmenin yollarını arıyor.

Erdoğanizm ve bu dönem itibariyle yaslandığı Cumhur İttifakı, siyasi çoğunluğu yitirip vatandaşlardan aldığı desteği kaybettikçe, Türkiye’yi bir yandan en ataerkil ve otoriter muhafazakarlığın; diğer yandan en mafyatik ve vahşi neo-liberalizmin gölgesinde yönetmeye başladı. Cumhur İttifakı, halk nezdinde zayıfladıkça Türkiye’yi her geçen gün daha çok anayasasız, hukuksuz, bürokrasisiz, üniversitesiz, emekçisiz, kadınsız ve yurttaşsız yönetebileceği akıldışı bir yönetim biçimi icat etmeye çalışıyor. Bu yüzden de, devletin ehliyet ve liyakatle; ekonominin planlama ve verimlilikle; toplumun empati ve etik değerlerle yönetilmesi konusunda uyarıda bulunan demokratik muhalefetin hiçbir önerisine yanaşmıyor. Her geçen gün; keyfilik kuralsızlığı (anomie); kuralsızlık keyfiliği hızlandırıyor. Tıpkı keyfiliğin ve hukuksuzluğun mafyatik ve şiddete yatkın yozlaşmayı; mafyatik yozlaşmanın da kurumsal çürümenin her biçimini beslediği gibi; tüm toplumsal alanlar yasal, akılcı ve ahlaki referanslardan uzaklaşıyor. Bu yüzden son kertede AKP rejimi, sadece Türkiye’nin kurumlarına ve değerlerine zarar verip çürütmekle kalmıyor; kendi siyasetini ve kadrolarını da çürüten bir süreç içinde evriliyor. Her siyasal yozlaşma ve toplumsal çürüme sürecinde olduğu gibi; yoksullaşan, mülksüzleşen ve değersizleşen geniş yurttaş kesimleri desteklerini AKP’den çekiyor.

Gerçekten de, 31 Mart Yerel Seçimleri'nde Cumhuriyet Halk Partisi, 1977 seçimlerinden bu yana ilk kez %38’lik oyla yeniden birinci parti konumuna yükseldiğinde, bu CHP’yi ödüllendiren bir tercihten kaynaklandığı kadar, AKP’yi ve Erdoğan rejimini cezalandıran (14-28 Mayıs 2023 Seçimlerinden bu tarafa ertelene ertelene oldukça birikmiş) bir tepkisellikten de besleniyordu. Dolayısıyla CHP’nin birinci parti konumuna gelişi, bir yandan AKP’nin uzun süredir izlediği yoksullaştırıcı ve baskıcı Makyavelist siyaset biçimlerine duyulan tepkinin bir sonucu olduğu kadar, CHP’ye açılan ‘yenilenme çabalarına’ verilen olumlu geri bildirimin de bir sonucuydu.

31 Mart yerel seçim zaferi, bu açıdan ertelenmiş umudu yeniden kazanma ve demokratik muhalefetin üstüne karabasan gibi çöken karamsarlığı dağıtma imkânı sundu. 2017 Anayasa Referandumu ile, neredeyse tamamen Erdoğan’a göre tasarlanıp, OHAL koşullarında Türkiye’ye dayatılan bu bunaltıcı başkanlık sisteminden (CBHS), ilk kez bu kadar net bir biçimde kurtulma ve iktidar ile muhalefet arasındaki rolleri değiştirme umudu doğmuştu. 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Erdoğanizmin, daha da kurumsallaştıracağı ve demokratik muhalefeti tamamen baskılayacağı kaygısı, 31 Mart’ı izleyen günlerde kısmen ortadan kalktığı gibi; siyasi rollerin artık değiştiği inancı da muhalefet seçkinleri ve seçmenleri üzerinde hissedilmeye başlanmıştı. Muhalefete yapışan yenilmişlik psikolojisi atıldığı ölçüde, karamsarlık havası da dağılmaya başlamıştı.

Sorguya yer bırakmayacak şekilde 31 Mart sonrasında açıkça görülen şuydu: Erdoğan’ın adayları, seçim stratejisi ve AKP’nin seçim makinası dramatik bir biçimde yenilmişti. Bu yenilgi, tarihi ve derin bir yenilgiydi. Ancak aynı şey, Erdoğanizm için de doğru muydu? Erdoğanizmin gölgesinde inşası süren yarı-resmi nitelik kazanmış rejimi ve onun Makyavelist iktidar makinası için de doğru muydu? Yani bir diğer deyişle Erdoğanizmin, temsil ve tarif ettiği sosyal hareketin a) liderlik personası, b) ideolojik değerler sistemi ve dava dogması, ve c) hareketin kendi alt-sınıfları kadar, oligarşikleşen üst-sınıfları için de ürettiği bölüşüm pragmatizmi için de söylenebilir miydi?   Bir diğer deyişle, Erdoğan ve seçim stratejisi yenilmişti, ancak Erdoğanizm ve Cumhur İttifakının sırtını yasladığı rejim ve onun bileşenleri de yenilmiş miydi? Özellikle İslamcılığın farklı siyasi tonlarının ve farklı ideolojik sentezlerinin varlığı düşünüldüğünde, bu seçim yenilgisinin; AKP’nin devlet bürokrasisinde, ticaret-sanayi dünyasında, sivil toplum örgütlerinde, taşra akademisinde ve havuz medyasında otomatik dağılma sürecini tetikleyeceği söylenebilir miydi?

Şüphesiz bu ve benzeri sorular, 31 Mart seçimlerinden sonraki süreçte hissedilen, düşünülen, telaffuz ya da tarif edilmeye çalışılan sorular olarak karşımızda duruyor. Erdoğanizmin ve onun dönemsel ittifakı Cumhur İttifakının, 31 Mart seçimleri sonrasında giriştikleri “yeniden zaman kazanma, iç farklılıkları ortadan kaldırma ve rakibin insicamını ve iş birliği imkânlarını bozma” taktikleri göz önünde bulundurulduğunda, bu sorulara verilen cevaplar gün geçtikçe değişebiliyor. Görece açık olan ise, Erdoğanizmin üzerinde yükseldiği personalist, dogmatik ve pragmatik kurucu mekanizmaların dönemsel olarak ciddi bir duraklama ve gerileme içerisine girmekle birlikte; tam da bu nedenle, Cumhur İttifakı'nın tüm bileşenlerinin Erdoğanizmi, ayakta tutacak arayışlarına büyük hız verdikleridir.

2023 Erken Kutlama Dejavu’sunu Yeniden Yaşamamak

Yukarıdaki sorularla bağlantılı olarak belki de, demokratik muhalefetin geçmişe kıyasla daha temkinli olduğunu, en azından bu konuda kendini dizginlediğini söylemek gerekir. Zira Erdoğanizm ile birlikte Türkiye’de yerleştirilen partizan kadrolar, dönüştürülen kurumlar ve sisteme monte edilen enformel ağlar sayesinde, yeni siyasal konjonktürlere uyumlanma veya örtük muhalefete geçme noktasında beceri ve motivasyona sahip bir yeni düzen görünüyor. Erdoğanizmin inşa ettiği yolsuz ve Makyavelist düzenin paydaşları, bu düzenin henüz sona erme noktasına geldiğine tam olarak inanmadığı gibi; ne AKP’nin seçim yenilgisi sonrasında psikolojik yeniden toparlanma çabasına girişemeyeceğini, ne de yeni dönemin iç-dış politik topografyasına uygun farklı yeni ittifaklarla, yeni çıkış stratejileri üretmekten mahrum kalacağını da düşünmüyor. Erdoğanizm ile birlikte yaşam bulan hareketin organik aydınları ve organik sınıfları için, en azından durum böyle görünüyor.

Gerçekten de, Erdoğanizmin yarı-kurumsallaşmış tüm iktidar örüntülerinin, kendilerini idame ettirebilmek adına, tüm kaynaklarını büyük bir can havliyle ve yoz bir yaratıcılıkla mobilize etmeye çabaladığı muhakkak. Bu nedenle 31 Mart zaferine karşın, Türkiye’nin demokratik muhalefetinin lider partisi CHP’nin, böylesine erkenden bir rehavete kapılmak ve tedbiri elden bırakmak gibi bir lüksü olamayacağı gibi; seçimden sonra sorumluluklarının arttığı da yaygın ve haklı olarak sıklıkla dile getiriliyor. 2019’dakine benzer bir erken zafer dejavu’sunun nasıl trajik sonuçlar yarattığının da, pek çok deneyimli kadro tarafından unutulmadığını da akılda tutmak gerekiyor. Bunu görmek gerekiyor zira, Erdoğanizm çeyrek yüzyıla yaklaşan iktidarı süresince, Türkiye’de yeni bir anayasa, yeni bir AK oligarşi, yeni bir bürokrasi ve yeni bir sivil toplum yarattı. Bu süreçte, hem devlette liyakat rejimini ve siyasette adil rekabet kültürünü peyderpey ortadan kaldırdı hem de yönetim süreçlerini ve mekanizmalarını aşırı ölçüde politize ederek, kamunun imkân ve kadrolarını sonuna kadar tarafgirleştiren bir siyasal tekel ya da siyasal kartel yarattı. AKP’nin devlet bürokrasisini politize ederek yönetsel özerkliğini ortadan kaldıran ve kamu çıkarı yerine özel çıkarları kurumsallaştıran bir rejim inşa ettiğini tespit etmek gerekiyor. Tüm bu tarafgirleşmiş, zümreleşmiş ve dogmatikleşmiş düzen, maalesef art arda kaybedilen referandumlar ve seçimler sonunda inşa edilen başkanlık sistemi sayesinde artık meşru imişçesine tescil ediliyor.

AKP, devletin sadece yönetsel ve iktisadi aygıtlarını değil, aynı zamanda propaganda ve istihbarat aygıtlarını da ceberrut ve kaprisli bir biçimde kullanmaktan çekinmeden, iktidarda kalmak için her yolun mubah görüldüğü bir rejim yaratabilmeyi umuyor. Plebisiter ve çoğunlukçu siyasetin ve başkanlık sisteminin öngördüğü %51’lik çoğunluğu kazanmayı zorunlu kılan ve kaybedenin her şeyi kaybettiği bu sistemde Erdoğanizm, sadece seçim sürecini, kuralları ve sonuçları manipüle etmekle yetinmeyen, aynı zamanda siyasi muhalefetin tüm bileşenlerinin içişlerine ve ittifaklarına müdahale edebilen mekanizmalar ve stratejiler kurmaktan sakınmadı. Erdoğanizm’i bu nedenle sadece konvansiyonel bir rekabetçi otoriterlik modelinin oldukça ötesinde değerlendirmek gerekir. O da şudur, kendisi için sürekli kostüm değiştiren bir Sultan’ın iktidardan hiç gitmemek adına, her türlü seçim sistemini, anayasal değişikliği ve ittifak algoritmasını yeni baştan kurmak için çabalamasıdır. Bir diğer deyişle, egosantrik bir biçimde, kendi şahsileşmiş iktidarının değiştirilmesini önlemek için, kendisi dışındaki her şeyi tamamen değiştirmeyi kabul edebilmesi ve değiştirmesidir. Yarı kapalı bir rejim içinde, tüm kırılganlığına rağmen, kendi Sultanist iktidarını idame ettirmek için her türlü radikal değişikliğe uyumlanabilmesidir. Yani her türlü zor ve rıza, hile ve emrivakiye başvurarak Sultanist bir siyaseti mümkün kılacak tüm ideolojik ön kabullerini, siyasi söylemlerini, ittifak ortaklarını, siyaset stratejilerini ve uluslararası jeopolitik partnerlerini her defasında tepeden tırnağa değiştirebilmesidir.

Erdoğanizmin, bu ‘eyyamcı sultanist’ yönüyle birlikte düşünüldüğünde, iktidarda kalabilmek için ister parlamenter, ister başkanlık sistemi, ister yarı-başkanlık sistemi içinde; ister İslamcı ümmetçi, ister ulusalcı Avrasyacı, isterse AB'ci liberal muhafazakâr ideolojik kalıplara rahatlıkla girebilen bir siyaset biçimi olduğunu görüyoruz. Erdoğanizmin ve onunla birlikte yükselen AKP oligarşisinin ömrünü uzatabilmesi kaydıyla, hangi siyasal rejimin, hangi anayasal sistemin, hangi seçim yasalarının, hangi siyasi ittifakların, hangi uluslararası blokların ve hangi jeopolitik pazarlıkların benimsendiğinin çok yaşamsal bir öneminin olmadığını görüyoruz. Bu nedenle Erdoğanizmi, dar anlamda sadece bir siyasi ideoloji olarak değil, aynı zamanda bir yarı-resmileşmiş müesses rejim ve bu yarı-resmi müesses rejim içinde kurumlaşmış oligarşileri korumak için her türlü zor-rıza-hile-emrivaki aracını kullanabilecek bir temel korunma içgüdüsü; bir iktidarda kalma metodolojisi olarak da irdelemek gerekir. Söylemeye gerek yok ki, Erdoğanizm, bu nedenle muhafazakâr İslamcı muhayyele nezdinde Erdoğan’ın kişisel şahsının ötesine geçen, bir maddi ve kültürel müktesebata kavuşmuş sosyal-politik sınıflar terkibi olarak kabul etmek gerekiyor.

Bu nedenle, CHP ve muhalefetin farklı kesimlerinden çok sayıda siyasetçinin, 31 Mart’taki büyük seçim başarısına rağmen, AKP’nin oligarşik düzeninin artık geri dönülemez bir yenilgi sürecine girdiğine dair aşırı iyimserlik dalgasına kapılmadığını; aksine yeni dönemin siyasetini daha temkinli biçimde, Erdoğan ve Cumhur İttifakının olası hamleleri ve bölgesel konjonktürler eşliğinde gözlemlemeye çalıştığını görüyoruz. Bu kez 2019’daki Yerel Seçim zaferinin aksine, muhalefetin “kazanılan bir seçim zaferinin kutlamaları henüz bitmeden, henüz kazanılmamış bir seçim zaferinin kutlamalarına başlama’ eğiliminden uzak durmaya gayret ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Tıpkı ‘hak edilerek kazanılmış bir seçimin sorumlulukları tam olarak yerine getirilmeden, henüz kazanılmamış bir seçimin yönetsel rehavetine kapılma riskinden kaçınıldığı’ gibi. Bu nedenle CHP ekseriyetle, 2019-2023 arasındakine benzer bir “erken kutlama dejavu”sunu yaşamamak için, daha öngörülebilir bir “kurucu kadro, dönüştürücü değerler ve kapsayıcı stratejiler” için hazırlık içinde ilerlemek gerektiğini hissediyor.

Böylesine bir sistematik hazırlık, yaşamsal önemde zira, AKP’nin siyasi ve bürokratik kadrolarını ve sermaye oligarşilerini koruyabilmek adına, hiçbir demokrasi içi ya da demokrasi dışı aracı kullanmaktan kaçınmayacağı da görülüyor. Bu koşullar altında AKP’nin bir yandan, post-Erdoğan dönemi için kendi elitlerinin ve seçmenlerinin dağılma duygusunun önüne geçerken; diğer yandan da kendisine ve üstünde yükseldiği oligarşik sınıflara -ve elitlere- bir tür dokunulmazlık kazandırıp kayıplar yaşamalarını engelleyecek ‘açmazdan çıkış stratejileri’ arayacağı da görülebiliyor. AKP oligarşisi, en kötü ihtimalle bu anlamda, çeyrek yüzyıllık iktidarları boyunca yaptıklarından ötürü, unutulma ya da hatırlanmama haklarını elde etmek istiyor. En iyi ihtimalle de, yeni bir siyasal ittifak konfigürasyonu aracılığıyla ya da yeni bir anayasal çerçeve içinde, siyasal İslamcılığı ve otoriter muhafazakârlığı kısmen de olsa yeniden üretecek bir siyasi formülü devreye sokabilmeyi arzuluyor. Dolayısıyla Türkiye’de post-Erdoğanizm dönemine geçişin otomatik olarak gerçekleşeceğine ilişkin yaygın ve naif iyimserliğe karşı, önümüzdeki aylar ve yıllar boyunca dahi, Türkiye siyasetinin büyük stres testlerinden ve güç mücadelelerinden geçeceği görülüyor. AKP oligarşisinin samimiyetsiz pazarlık girişimlerinden, sistemi bükme çabalarından ve muhtelif jeopolitik manipülasyon hamlelerinden bu anlaşılıyor.

Erdoğanizm, Çoğunluk Sağlayamıyor; Ancak İnisiyatifi Bırakmıyor

Erdoğanizm, Türkiye’yi içinden geçirdiği ekonomik ve kurumsal krizler yüzünden, geçmişte konsolide ettiği sadık çekirdek seçmeninin dışındaki geniş seçmen kesimlerini artık ikna edemiyor. Yeni genç seçmenlere ise kolayca ulaşamıyor; hayal kırıklığı ve aldatılma yorgunu yoksullaşmış eski seçmenlerinin önemli bölümünü de eskisi gibi, kolaylıkla manipüle edemiyor. Yoksullaştırarak yarı yolda bıraktığı seçmenlerinin gözünde, içine düştüğü samimiyet ve tutarlılık krizlerini aşamıyor. Dürüst, sade ve çalışkan emekçi muhafazakâr-milliyetçi vatandaşların geçim krizlerine ve sosyal yardım beklentilerine yanıt vermiyor. Her türlü ‘zor ve rıza yaratma’ mekanizmalarına ek olarak geliştirdiği ‘hile ve emrivaki’ taktiklerine rağmen, Cumhuriyetimizin “yurt, emek ve demokrasi” paydalarında buluşan farklı partilerden on milyonlarca yurttaşının -gençlerin, kadınların, emeklilerin ve emekçilerin- inançlı ve inatçı muhalefet enerjisini geriletemiyor.

Bu anlamda, Türkiye siyaseti toplumsal olarak bir ‘pata dengesine’ ya da ‘ikili iktidar’ noktasında tıkanmış görünmekle birlikte; Erdoğanizm rejimi için zaman, muhtelif nedenlerle lehte çalışmıyor. AKP bu yüzden dirençli muhalefet enerjisini ya yanlış yönlendirip içerden bölmeye ya da dışarıdan baskılayıp sıkıştırarak kendine zaman kazandırmaya çalışıyor. Yeni ittifaklara ve pazarlıklara kapı aralayabilmek için ve siyasal üstünlüğü elden bırakmamak için tüm manevra enstrümanlarını kullanıyor. Siyasal gündemi manipüle etme ve muhalefetin siyaset alanını çerçeveleme konusundaki deneyimini, Erdoğan’ın üçüncü dönemini mümkün kılabilmek için harekete geçiriyor. Her ne kadar hegemonyayı kaybetmiş olsa da, inisiyatif üstünlüğünü, yeni iç ittifaklar ya da bölgesel jeopolitik krizler aracılığıyla sağlamaya çalışıyor. Bu anlamda Erdoğan, yeniden cumhurbaşkanı seçilebilme koşullarını değiştirmek, erken bir seçimle yeniden aday olabilmek ya da parlamenter sisteme anayasa değişikliği ile dönerek, AKP’nin ve oligarşisinin, sistemin tamamen dışında kalmasını önlemek istiyor. Bu iç siyasal gündemi etkileyebilmek için de, her türlü jeopolitik ve politik aracı devreye sokuyor; eski ortaklıklarını yeniden canlandırmaya çalışıyor. Ancak tüm bunlara karşın Erdoğanizm, ne seçmen çoğunluğunun desteğini kazanabiliyor; ne de hegemonik rıza üretebiliyor. Buna karşın çoğunluk ve rıza açığına rağmen, politik hamle avantajlarını bırakmak istemiyor.  Bu yüzden, iç-politika ve jeopolitika alanlarında, muhalefet cephesine ve kamuoyuna karşı yargı emrivakileri ve dezenformasyon hilelerine daha sık başvuruyor. Ekonomik çöküşe ve kurumsal çürümeye karşın Erdoğan, zaman kazanmak için liderlik-dava-tedarik sistematiği toparlanıncaya kadar, politik belirleyicilik ve kriz yönetimi inisiyatifini elinden bırakmamaya çalışıyor. 

“Erdoğan Persona”sı Düşüşte; Ancak Çıkış Kaldıraçları Arıyor (I)

Erdoğanizmin, iç ve dış faktörlerin yardımıyla yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca hâkim parti konumunda kalmasına neden olan “kolektif kadro hareketi ve bu hareketin vaat ettiği sosyal tedarik ve kalkınma paradigması”, zamanla tek bir liderin şahsiyetiyle özdeşleştirilen bir tür yarı-dinsel karizmaya ve yarı-mistik bilgeliğe indirgendi. AKP’nin yönetsel tarzının zaman içinde, ‘kadrodan karizmaya’, ‘toplumsal faydadan zümre çıkarına’ ve ‘ortak akıldan keyfi kararlara’ doğru gerilemesi (regress etmesi) ile birlikte, Türkiye’de siyasal İslamcı hareketin yaklaşık altmış yıllık tüm müktesebatı da, Erdoğan’ın şahsıyla örtüştürülmüş ve yoğunlaştırılmış bir ‘persona’ya yüklendi.

Dolayısıyla 2002’den günümüze siyasal gücün AKP içinde yoğunlaşıp tekelleşmesi ile birlikte, Tayyip Erdoğan’ın hem şahsi tarzını, hem de kolektif hareketi temsil eden bu kendine özgü karakteri ‘Erdoğanizm personası’nı oluşturdu. Ancak AKP iktidarının üç kurucu dinamiğinden birincisi olan bu “şahsileşmiş ve zümreleşmiş persona”, Türkiye'de siyasal İslamcılığa bel bağlayan üst ve alt sınıfların temelde farklı da olsa ortak paydada buluşabilen arzu ve fantezileri ile paralel olarak, bir çeşit alternatif İslami modernlik, alternatif muhafazakâr toplumsallık ya da bir emperyal ümmetçilik hayaline, siyasal İslamcılığın her tonunu kullanarak hizmet etti.

Erdoğanizm personası, AKP ile birlikte yükselen ve genişleyen organik İslami tabanının kültürel ve manevi kodlarını -çok önemli ölçüde- resmi devlet ideolojisinin bir bileşeni haline getirdi. Devletin kültürel aygıtlarının yardımıyla da, bu personayı belli bir noktaya toplumun alt katmanlarını da içerecek biçimde yeniden üretti. Erdoğan personası, bir yandan hareketin ihtiyaç duyduğu ‘paternalist sosyal korumacılık’ eğilimlerinden beslenirken, diğer yandan da İslamcı-ümmetçi siyasal hareketler karşısında, küresel ve bölgesel düzlemde liderlik iddialarını formüle eden bir kutsal dava ideolojisine hizmet etti. Kendi tabanı üzerinde, ümmetin liderliği ve milletin sorunları söz konusu olduğunda -heterodoks, fırsatçı ve öngörülemez bir tarzda- yaratıcı çözümler üretip, dik bir duruş sergileyebilen bir liderlik mistisizmi inşa etti. Erdoğan personası, bu anlamda, kendi hareketinin toplumsal tabanı ve seçkinleri için, bir rol model olmanın yanı sıra; sürükleyici bir ideolojik ve psikolojik dinamo görevi de görmekteydi. Bu persona, iç siyasette, Cumhuriyetçi, modernleşmeci ve demokrat toplumsal muhalefete karşı, kutuplaştırıcı ve ötekileştirici bir söylemsel seferberlik başlattı.  AKP’nin muhafazakâr İslami seçmenin nezdinde, kutsallık görüntüsü verilmiş ve tarihsel dava niteliği atfedilmiş siyasetinde, muhafazakâr dost- laik düşman kodlamasının tüm subliminal araçlarını kullandı.

Siyasal İslamcılık, belki bu özellikleri itibariyle kolektif kimliğin tahkiminde ve düzenin dönüştürülmesinde, Türkiye tarihinde olmadığı kadar etkili bir rol oynadı. Siyasi topluluğun, iç ve dış siyaset konularında sergilediği bu asabiye/tutunum ve tesanüt/dayanışma sistematiğini belirleyen en önemli faktörlerden biri de, bu liderlik personası etrafında yoğunlaştırılan duygusal ve psikolojik yatırımdı. Nitekim özellikle bu duygusal siyasal yatırım (kateksis) sayesinde, Erdoğan personası Türkiye’nin ümmetçi ya da yeni Osmanlıcı bir tarzda bölgesel liderlik ve itibar arayışında, kamuoyu üzerindeki mücadeleci ve pazarlıkçı etkisini bir kaldıraç olarak kullanabildi. Toplumun farklı kesimlerine paternalist-koruyucu biçimde sunduğu ‘sınıfsal tedarik’ ve ‘sembolik tatmin’ imkanları sayesinde, liderlik aurasını uzun yıllar başarıyla tahkim edebildi.

Bu yüzden, Erdoğan personası, bazen siyasal İslamcılık davasının savunuculuğu ve mazlum İslam ümmetinin liderliği’ gibi bir misyonu; bazen Cumhuriyet karşıtı ‘yeni Osmanlıcılığın’ İslamcı tonlarla bezenmiş revizyonist tarih anlatılarının etkisi altında, “Türkiye’nin itibar ve çıkar arayışlarının taşıyıcısı olma algısına” hizmet etti. Bu Erdoğan personası, Türkiye’de kendi kültürel ve sınıfsal dünyasından çıkış arayan, itilmiş kakılmış ve ihmal edilmiş hisseden ortalama vatandaşın ‘sahip olmadıklarını telafi etmeye dönük’ beklentilerini bir noktaya kadar karşılayabildi. Bu persona, aynı zamanda, devletin bekası için bir tür stratejik derinlik hissi ile düşünebildiği yanılsaması yarattığı kadar; AKP ile birlikte yükselen irili ufaklı AKP oligarşisinin küresel tedarik zincirleri içinde -gizemli bir fırsatçılıkla kendine- pazarda aslan payı yaratabileceği fikrini de besledi. 

Bu nedenle Erdoğan’ın imgesi, ideolojik ve pragmatik nedenlerle, arkasında cansiperane bir biçimde durmayı ahlaki görev addeden kurucu ve düzenleyici yarı-inançsal ve yarı-materyal bir çağrı mekanizması işlevi gördü. Ancak bu işlev, Türkiye’nin tamamen yanlış politikalar yüzünden AKP tarafından içine itildiği derin ekonomik ve psikolojik krizler yüzünden, Erdoğanizmin lider personasına atfedilen mistisizmini ortadan kaldırdığı gibi; AKP tabanı ve makul merkez seçmenler tarafından bile -reel dünya gerçekliği karşısında- jeopolitik maceracılık ve fırsatçı rantçılık olarak görülerek dışlanmaya başladı. Bir anlamda ‘artık müritler şeyhinin uçmasına’ izin vermediği için, yaratılan ve propagandası yapılan yarı-mistik ve yarı-mitolojik büyü bozulmaya başlamıştı.

Ancak bu noktaya gelinceye kadar, Erdoğanizm, kendisini öncelikle Türkiye’de 1960’lardan itibaren yükselen farklı siyasal İslamcı hareketleri bir çatı altında birleştirerek, ardından onlara yeni bir alternatif İslami muhafazakâr rejim ve dünya liderliği kurma iddiası kazandırarak güçlenmişti. Dahası Erdoğanizm, siyasal İslamcılığın bünyesine son derece oportünist ve faydacı bir biçimde Türk milliyetçiliğinin mukaddesatçı ve neo-Osmanlıcı geleneklerini de katarak; seküler milliyetçiliği asimile etmeye ve bünyesine katmaya dahi çalıştı. Erdoğanizm bu yolla, Cumhuriyet’in parlamenter, laik ve çoğulcu rejimine karşı; tekçi, ümmetçi ve revizyonist bir rejimi alternatif olarak sunmaya başladı.

Bu anlamda Erdoğanizm, şüpheye yer bırakmayacak biçimde, Cumhuriyet değerleri ve Türk modernleşmesi karşısındaki neredeyse tüm muarız toplumsal ve siyasal aktörlerin, birleşerek bir üst çatı altında ittifak yaptığı bir revizyonist ideolojik şemsiye haline geldi. Erdoğanizm, sistemli bir biçimde ‘modernizm, çoğulculuk, emek ve cinsiyet eşitliği karşıtı’ farklı kesimleri, eklektik ancak etkili biçimde bir araya getirerek bir otoriter popülist ‘tarihsel karşı blok’ inşa etti. Şüphesiz, başkanlık sisteminin 50+1’lik kazanma formülü de, Erdoğanizmin yükselişini, dönemsel olarak ittifak kurduğu farklı siyasal akımların ve ideolojilerin eklemlenmesini kolaylaştırdı.