‘Lider Mitolojisi’, Merkez Siyaset Kadrolarını ve Devlet Aklını Felç Etti
AKP aygıtı, bir liderlik mitolojisinin peşine takılarak, çeyrek yüzyıllık bir sürecin sonunda, psikolojik, jeopolitik ve ekonomik enstrümanların tümünü mobilize ederek, devlet, toplum ve ekonominin hatırı sayılır kesimleri üzerinde büyük bir hegemonya inşa etti. Ancak bu hegemonya, toplumu %51 hattında kalın çizgilerle bölen bir siyasal kabileci hegemonya olarak sınırlı kaldı. Bu yüzden Erdoğanizm, muhalefeti bir siyasal azınlık kodlamasına ve refleksine itecek tüm kutuplaştırıcı enstrümanları kullanmasına rağmen artık bir gerileme süreci içinde. Organik tabanını genişletemediği gibi, çekirdek seçmeninde de konsolidasyon sağlayamıyor. Üzerinde yükseldiği sınıfsal ve siyasal kimlikler ittifakı, liderliğini ve ikna ediciliğini eski gücüne ulaştıramıyor. Bu da büyük ölçüde Erdoğanizm personasının, kurucu olduğu kadar kısıtlayıcı ve bir noktadan sonra da geriletici ve yıkıcı özelliğinin sonucu. Erdoğanizm’in geriletici ve yıkıcı özelliği artık yalnız Türkiye’yi değil AKP’yi ve siyasal İslamcılığını da vuruyor. Erdoğan’ın karizmatik personası, hareketin kadrolarının ortak aklını ve inisiyatif geliştirme melekelerini kısırlaştırdığı gibi, tekelleşmiş güce sadakat yüzünden daha da zayıflıyor.
Dahası kendi seçmenleri ve makul seçkinleri, Erdoğanizmin artık, milletin faydasından çok; kendi şahsının, aile çevresinin ve yakınlarının şahsi ikbaline odaklandığını düşünüyor. Siyaseti, yakın çevresinin gölgesi altında şekillendirme görüntüsü verdiği için; liderlik çekiciliğini ve ahlaki tutarlılığını kaybediyor. Erdoğan’ın karizması bu aşırı şahsileşme ve aşırı zümreleşme yüzünden, Max Weber’in tabiriyle sadece rutinleşmiyor ve sıradanlaşmıyor; aynı zamanda koruyucu ve kollayıcı vasıflarını (paternalist ve fedakâr liderlik/reislik modeli) hızla kaybediyor. Hatta şahsi gücünü, kendi yakın çevresinin hırslarına ve doymak bilmez iştahına tahsis ettiği düşüncesi yüzünden; vatandaşların gözünde liderliğinin meşruiyeti de sorgulanmaya başlıyor. Karizma tutarsızlaşıp yapaylaşırken; koruyucu paternalizm beklentisi yerine, neredeyse ailesini ihmal eden bir üvey babalık şemasının gölgesine girmişçesine olumsuzluk kazanıyor. Koruyucu, vefakâr ve fedakâr otoriter babalık imajı, milletinin fakirleşmesine ve yokluk çekmesine seyirci kalan bir umursamaz liderlik görüntüsüne bürünüyor. Bu nedenle Erdoğan’ın siyasi karizmasının etrafındaki yarı mistik ve yarı uhrevi hava dağılıyor; liderlik karizması ilkesel savrulmaların ve ahlaki çözülmelerin de gölgesinde kalıyor. İlkesel tutarlılık perdesinin ortadan kalkması ile, özellikle aklı selim merkez seçmen üzerindeki liderlik algısı da hızla dağılıyor. Karizma aşındıkça, idealizasyon yerini hayal kırıklığına; paternalist babacanlık yerini duygusal soğumaya ve incinmişlik duygusuna bırakıyor. Kısacası, pek çok sultancı ve personalist rejimde olduğu gibi, popülist liderin karizması ilkesel tutarlılığını ve maddi koruyuculuğunu yitirdikçe, siyasal hareketin duygusal çözülmesi hızlanıyor.
Erdoğan’ın Temel Kaygısı: Muhalefet Liderlerinin Gölgesinde Kalmak
AKP’nin lider idealizasyonunun sona ermesinde, dış politikadaki itibar kayıpları ve ondan çok daha görünür bir biçimde, Türkiye ekonomisinin kontrol edilemeyen kötü gidişatının etkisini gözlemleyebiliyoruz. Türkiye’de başta gençleri, emeklileri ve tüm orta sınıfı yoksullaştıran hayat pahalılığı olmak üzere; düzensiz göç sorunu ve yabancılara vatandaşlık satışı, eğitim sisteminin dejenerasyonu, gençliğin uyuşturucu sorunu ve sokaklardaki envai çeşit mafya ve suç örgütleri, koruyucu ve kollayıcı liderlik modelini yerle bir ediyor. Türkiye tarihinin en hızlı gelir ve servet eşitsizliği artışı ve bunu izleyen tarihin en şiddetli barınma-kira krizi ve mutfak enflasyonu, bu sorunlara samimiyetle çözüm üretebilecek alternatif belediye başkanı liderlerin öne çıkması konusunda zemin yaratıyor.
Gerçekten de AKP’nin Türkiye’nin tarımsal ve kentsel ekonomilerinin çöküşündeki büyük sorumluluğu; gıda enflasyonu krizi kadar, kira, yurt ve kreş gibi barınma krizleri konusunda da çalışan sınıfları, yeni sosyal dayanışma ve kentsel koruma modelleri geliştiren liderlere doğru yönlendiriyor. Doğal olarak, reel anlamda yoksullaşan, mülksüzleşen ve sınıfsal konumları yerle bir olan on milyonlarca alt-orta sınıf aile, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi, kentlerinde güçlü ve ikna edici alternatif sosyal koruyucu liderlik modellerine doğru yöneliyor. Kısacası Erdoğanizm, “reisin bir bildiği vardır” propagandası ile oyaladığı yoksullaşan muhafazakâr-milliyetçi sağ seçmen tabanına ulaşamıyor. Kritik dönemeçlerde seçmeninin dağılmasını engelleyen ve onu kutsal bir görevin arkasında tekrar hizalandırarak Erdoğanizmi yeniden üreten, kültürel fedakârlık ve sadakat kodları dağılıyor. İkna gücünü yitiren ‘reis kültü’ artık %51’lik başkanlık sisteminde çoğunluk sağlamaya yetmiyor. 2019 Yerel Seçimlerinden bu tarafa, Erdoğan persona’sı, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi CHP’nin başarılı ve ikna edici belediye başkanlarının gölgesinde kalıyor.
‘Dogmatik Ümmetçilik’, Konsolidasyon Sağlıyor; Ancak Hegemonya Kuramıyor (II)
Erdoğanizmin kurucu bir diğer ögesi olan ‘ideolojik dogmatizm’den hem İslamcı ideolojik dava vurgusunu, hem de kutsal dava bayrağının altında toplanmayı vaaz eden üslup dogmatizmini kastettiğimi belirtmek isterim. Dogmatizm derken, her kritik siyasi konjonktürde, siyasal İslamcılığın farklı yorum ve içeriğini kullanarak, taraftarlarına ödev olarak ‘tavizsiz duruş’ telkin eden bir metodolojiden de bahsediyorum. Bu metodoloji, siyasal İslamcılığı her koşulda en merkezinde tutan, ancak onu dönemin ihtiyaçlarına göre farklı siyasal strateji ve ideolojiler yardımıyla destekleyen bir tercih sistematiği. ‘Dava dogmatizm’inden kastettiğimiz de, konjonktürel değişiklikler ve nüanslar ne olursa olsun, Osmanlı-Türk modernleşmesi ve Cumhuriyetçi seküler kimlik karşıtı bir siyasal dogmanın tekrar tekrar yeniden formüle edilmesi ve Türk modernleşmesine alternatif olarak -bir romantik ancak nesnel temelleri itibariyle farazi medeniyet iddiasının bu yüzyılda- yeniden üretilmesidir.
Bu nedenle ‘konjonktürel dava dogmatizmi’ tamlaması, içinde hem konjonktür hem de dogma kavramlarını barındırdığı için, her ne kadar çelişkili ve oksimoron bir ifade gibi görünse de, AKP siyasal İslamcılığı için, her bir konjonktürde dönemin gereksinime uygun olarak yeniden deneyimlenen bir kitlesel psikolojik ikna sürecini içermesi anlamında vakıadır. Bu dogmatizm, içsel tutarlılığı önemsemeyen ve uzun dönemli sonuçları hesaba dahi katmayan ‘ikna kampanyaları’ ve her defasında psikolojik ve duygusal olarak kutsal seferberlik havası yaratan ‘şok ve şaşırtma kampanyaları’ olarak karşımıza çıktı. Bu şok ve şaşırtma kampanyaları, anlatıcının kendisini de inandırdığı ve duyguları harekete geçiren yarı-efsane ve yarı-gerçek iddialarla, AKP iktidarına zaman ve zemin yaratacak mucizevi çözüm önerileri sundu. Erdoğanizmin büyük bir maharetle kullandığı bu Makyavelist siyasi ittifaklar yardımıyla, bu mucizevi önerilere destek vermeyenler de her defasında günah keçisine dönüştürülmekten, ayıplanmaktan veya sansür edilmekten kurtulamadı.
Erdoğanizm’in ‘konjonktürel dava dogmatizmi’, merkezine siyasal İslamcılığı koyacak bir biçimde, amaçlarına hizmet ettiği ölçüde ilk olarak 2002’den itibaren ‘Milli Görüş gömleğini çıkarma’ ve bunun için de sağ ve sol liberalizmi ve merkez muhafazakâr demokratlığı benimseyerek ilerlediği Batıcı, AB’ci ve liberal, ılımlı İslami demokrat kimliğe büründüğü bir dönemdi bu. Ardından ikinci aşamada ise 2009’da İsrail ile Gazze’nin bombalanması ve sivil can kayıpları yüzünden ortaya çıkan ve ardından alevlenen Mavi Marmara ve Davos krizleri ile birlikte; 2010’da Ortadoğu coğrafyasında patlak veren Arap Baharı ile birlikte AKP’nin pan-İslamist, ümmetçi ve İhvancı eğilimleri de, İslami popülizm ile bezenerek yükselişe geçmişti. Bu doğrultuda da Erdoğanizm’in Arap Baharı ile devrilecek rejimleri fırsat bilerek, İslam âleminin liderliğini arzulayan yeni-Osmanlıcılığı ve İslam ümmetçiliğini benimsediğini görmüştük.
Üçüncü aşamada da, AKP bir süre HDP ve Kandil ile Kürt Açılımını yürütüp, Dolmabahçe protokolüne kadar getirdiği masayı, 7 Haziran seçimlerinden PKK’nın hendek savaşlarını başlatmasıyla başka bir boyuta taşımıştı. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi bastırıldıktan sonra da, AKP bu kez İslami ulusalcılık ya da Avrasya İslamcılığı diyebileceğimiz, yeni bir sözüm ona Yerlici ve Millici bir kampanya/strateji benimsedi. Bu İslami ulusalcılık konumu ile 2016’dan günümüze açılımcı liberal hattan kopan bir yörüngeye oturdu. Bu üç dönem boyunca AKP, her defasında becerikli bir şok terapi ve duygusal pazarlama stratejisi ile kendi seçmenine ve kamuoyuna kutsal davasını farklı biçimlerde sunmayı başardı. Bu ideolojik çözüm reçeteleri, her defasında ya “gecikmiş tarihi çözümler” olarak sunuldu ya da hiç sorgulanmaması gereken birer “kutsal dava mütemmim cüzü” olarak emrivakiler aracılığıyla aydınlara ve kitlelere empoze edildi.
Ancak 31 Mart seçimlerinden sonra, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin şimdiye kadar içinden geçtiği üçüncü dönemi de tamamlamak üzere olduğu ve 7 Ekim HAMAS saldırıları ile Lübnan, İran ve Suriye başta olmak üzere, yeni bir bölgesel jeopolitik döneme girildiği görülüyor. Bu yeni dönemde AKP’nin küresel düzlemde, yeniden İslam ümmetinin liderliğini soyunmaya çalışacağı ve iç politikada da bir yandan İslami muhafazakarlığı ve Türk milliyetçiliğini bir arada tutmaya çalışırken, öte yandan da Kürt siyasetinin desteğini yeniden sağlayabileceği bir hegemonik formülasyon arayışında.
AKP’nin öyle bir formülasyona özellikle ihtiyacı olduğu açık. Zira Erdoğan ve AKP, 2010 yılından itibaren Arap Baharı’nın hızla radikal İslamcı silahlı örgütlerin kontrolüne girmesi ile birlikte, uzun süredir yatırım yaptığı ‘ılımlı İslami demokrat’ markalama çabasında da boşa düşmüştü. Zira bir yandan Erdoğan, 2014 yılında Kobani’de radikal İslamcı IŞİD’e karşı müsamahakâr ifadeler kullanarak Kürt siyasetçileri kızdırmakla kalmamış; diğer taraftan Ahmet Davutoğlu, Fransa başta olmak üzere Batı Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde kanlı terör eylemlerinde bulunan İslamcı saldırılara karşı gerekli sert tepkiyi göstermediği için, Batıda İhvancılık karşıtı seküler siyasetçilerden büyük eleştiriler almıştı. Bir yandan IŞİD ve El Kaide, diğer yandan hızla silahlı radikalizme savrulan Müslüman Kardeşler ve HAMAS karşısında AKP’nin takındığı ikircikli tavır nedeniyle, Erdoğanizmin ılımlılaşmayacağı ve demokratikleşmeyeceği düşüncesi aşama aşama yerleşmişti.
Bu anlamda AKP’nin ümmetçi dogmatizmi, iç siyasette olduğu kadar, dış politikada da inandırıcılığını tehlikeye atan bir dinamiğe dönüştü. ‘Ilımlı İslam Modeli’ ile ilgili, Batı liberal demokrasilerinde ortaya çıkan bu ‘gecikmiş ayılma’, sadece AKP’ye biçilen samimiyetsiz ‘muhafazakar demokrasi modelinin’ değil; aynı zamana ‘Euro-İslam demokrasi modeli’nin de hızla çöküşü anlamına geliyordu. Dolayısıyla zamanla, Avrupa’da ve küresel düzeyde yayılan radikal silahlı İslamcı şiddet dalgası, AKP’nin izlediği tutarsız pan-İslamcı zigzaglar ve ilkesizliklerle özdeşleştirilerek, Erdoğanizmin, dünyadaki sol liberal ve sağ liberal kamuoyuna bir çare olarak sunduğu modeli çökertmiş oldu.
Ayrıca bu yüzden de, AKP’nin ümmetçi ve İhvancı siyaseti, Suriye ve Mısır başta olmak üzere, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile de ilişkilerin çok kötü bir noktaya evrilmesine neden olmuştu. Tıpkı çoğu Arap lideri nezdinde tepkiler çekebilecek pan-İhvancı R4bia’cılık işaretini, bir şekilde Türk milliyetçilerinin de hoşuna gidebilecek şekilde “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet” formuna sokup değiştirmek zorunda kaldıkları gibi, AKP de romantik İhvancılıktan geri adım atarak önce Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Selman ve Birleşik Arap Emirlikleri Emiri Muhammed bin Zayid ile, ardından da Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El-Sisi ile ilişkileri restore etmek zorunda kaldı. Böylece Ocak 2009 Davos krizinden bu yana, Erdoğan’ın izlediği İhvancı politikaların neredeyse tamamen başarısızlıkla sonuçlandığı ve düne kadar en sert biçimde eleştirdiği Orta Doğu liderleri ile ilişkileri geri adım atarak kurmak zorunda kaldığı tescil edilmiş oldu. Bu U-dönüşü şüphesiz, sadece Türk dış politikası açısından değil, aynı zamanda AKP’nin izlediği hamasi ve dogmatik ümmetçilik siyaseti açısından kaybedilen kaynakları ve itibarı geri getirmiyordu.
‘Ümmetçi Jeopolitika’ için Yeni Fırsatçılık Kapıları
Ancak bu gelişmeler devam ederken, Hamas’ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’de sivillere karşı düzenlediği terör saldırılarıyla, Orta Doğu’da siyaset tekrar belirsiz sulara doğru yelken açtı. İsrail’in Gazzeli masum sivillere karşı havadan ve karadan düzenlediği ağır bombardımanlarda 40 bini aşkın masum sivil hayatını kaybederken, uluslararası kamuoyu Hamas’ın terör saldırısı ile İsrail’in savaş suçları kapsamına girebilecek nitelikteki, sivillere dönük saldırılar arasında tercih yapmak zorunda bırakıldı. Tam da bu noktada, AKP iç ve dış siyasette kendisini yeniden etkili kılacak bir konuma yükseltebilmek için, bir fırsat penceresi daha yakaladığını düşündü. Gazze’de sivillerin insanlık dramını dile getirmek fakat buna karşın Hamas’ın sivillere dönük terör saldırılarına değinmemek, ya da tam tersine bir pozisyon almak, Batılı ülkeler başta olmak üzere dünya siyasetçileri arasında yaygın bir refleks oldu.
Erdoğan bu konjonktürde, Gazze krizini dış politikada kaybetti ağırlığını yeniden kazanmak ve iç politikada İslami muhafazakâr partilerle yeni ittifak zeminleri yakalayabilmek için, bir fırsat olarak değerlendiriyor. Erdoğan’ın burada bir fırsat olarak gördüğü şey ise, Türk milliyetçiliğinin -İslam coğrafyasında muhtemel bir liderlik hayali eşliğinde- ‘İslam ümmetçiliği’ potası içinde eritilmesidir: bir diğer deyişle AKP’nin Arap Baharı’ndan önceki dönemlerde dahi ideolojik yatırım yaptığı bir yandan “milletin ümmetçileştirilmesi”, diğer yandan ise “ümmetçiliğin millileştirilmesi” açılımıdır. Bir ucunda MHP’nin ve BBP’nin, diğer ucunda HÜDA PAR'ın ve Hamas’ın bulunduğu bir ideolojik sentez: Ahlat’tan Kudüs’e. Ergenekon’dan Hicaz’a uzanan yeni bir hamasi sentez. Tıpkı Oslo Görüşmeleri sonrasında, Öcalan ve Kandil ile yürütülen Kürt Açılımında Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi arasında kurulan tarihi partnerlik gibi; Gazze dramı sonrasında, Erdoğanizm kendini yeniden üretebilmek için, Sultan Alparslan ile Selahaddin Eyyübi arasında Batıya karşı ümmetçi bir ideolojik simbiyoz ve sentez yaratmaya çalışıyor. Sultan Alparslan ve Selahattin Eyyubi, MHP ile HÜDA PAR’ı aynı ortak karede buluşturabiliyor. Milletin ümmetleştirilmesi ve ümmetin millileştirilmesi için, Erdoğanizm bu jeopolitik ve jeo-ideolojïk hamlesinde, yeniden ulusal siyasette hegemonya ve dış politikada da bölgesel liderlik konumu yakalamaya çalışıyor.
Ancak ‘milletin ümmetleştirilmesi ve ümmetin millileştirilmesi’ için, Erdoğan’ın sadece İhvancılık karşıtı Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır gibi gereksiz biçimde hasımlaştırılmış ülkelerin bölgesel iddialarını ve dirençlerini aşabilmesi yetmiyor. Aynı zamanda, Suriye’den Lübnan’a, Irak’tan İran'a uzanan Şii hatta boyunca inşa ettiği güvensizliği de aşabilmesi gerekiyor. Söylemeye gerek yok ki, bu tür jeopolitik hesapların akıbeti, çok katmanlı ve çok değişkenli faktörlerin etkisi altında şekillenecek, ancak AKP’nin Ortadoğu’da Arap Baharı öncesindeki en elverişli koşulları dahi, dostluklar inşa etmek yerine, maceracı ve hamasi dış politikalar ile berbat ve berhava ettiği düşünüldüğünde, muhtemel sonucun şimdiden öngörülmesi zor olmasa gerekir.
Ancak buna karşın AKP de, rüyasında gördüğü darı koçanlarını elde edebilmek için bir taraftan da, Kasım 2024’deki ABD seçim sonuçlarını bekliyor. Tıpkı diğer yandan Gazze-Lübnan-Suriye-İran ekseninde yükselen savaş belirsizliğinin, Türkiye’nin güney sınırlarını nasıl etkileyeceği konusunda hamasetten ve fırsatçılıktan uzak doğru bir pozisyon almayı ıskalamaması gerektiği gibi. Ancak açık olan nokta şu ki, Orta Doğu siyaseti ve bölgedeki Arap ülkelerin liderleri, AKP’nin tüm hesaplarını, beklentilerini ve girişimlerini boşa çıkardı. Türkiye, Arap Baharı sonrası ortaya çıkan bölgedeki kaotik gelişmeler sonucunda, sadece diplomatik açıdan izole olarak çok büyük zarar görmekle kalmadı, aynı zamanda yüzlerce milyar dolarlık ticaret ve pazar kaybına uğradı. İlave olarak tüm bunların üstüne, sayıları 5 milyonu aşan Suriyeli sığınmacı sorunu ile baş başa kaldı.
Özellikle Suriyeli sığınmacı sorunu, Türkiye’de bir yandan yaygın işsizlik ve kayıt dışı istihdam, diğer yandan ise konut krizi, yüksek kiralar ve sokaklardaki güvensizlik nedeniyle, özellikle AKP ve MHP tabanlarının çok güçlü olduğu illerde ciddi huzursuzluğa ve yer yer de sürtüşme ve çatışmalara neden oldu. Özellikle 2013-14 yıllarından itibaren artan göç dalgaları, Hatay ili başta olmak üzere Gaziantep, Urfa, Adana ve Mersin illerinde, fakat daha sonra tüm Ege kıyılarındaki illerde büyük göçmen yığılmalarına ve göçmenlerin kaçakçı botlarıyla Yunan adalarına geçmeye çalışmalarına tanıklık etti. Suriyeli göçmen krizinin ekonomik ve güvenlik boyutu, kısa zaman içerisinde insani yardım boyutunu gölgede bıraktı. Vatandaşlar ve göçmenler arasında bazı yerlerde ekonomik fırsatçılığa dönüştü. Bu fırsatçılık kendisini farklı formlarda gösterdi: ucuz işgücü istihdamı, yüksek fiyatlarla ev kiralama ve bazı durumlarda da Suriyeli genç kadınlarla kayıt dışı evlilikler şeklinde gösterdi.
Suriyeli göçmen krizine ek olarak, ABD’nin ani bir kararla Afganistan’dan askeri birliklerini çekmesi ile birlikte, özellikle genç erkek Afganlar’ın Türkiye doğu illerimizden akın akın girmesiyle birlikte, düzensiz göç dalgası Türkiye’de bir sosyal ve ulusal güvenlik sorununa dönüştü. Başta Erdoğan olmak üzere, AKP kadrolarının ısrarlı ‘Ensar ve Muhacir Kardeşliği’ vurgularına rağmen, toplumsal huzursuzluk ve rahatsızlık önlenemedi. AKP, düzensiz göçmen sorunundan kaynaklanan rahatsızlığı önleyebilmek için, göçmenleri Avrupa Birliği ülkelerine gönderen ve onları Türkiye’ye yük olmayacak bir biçimde yönlendiren bir ülke tablosu çizmeye çalıştı. Yunanistan sınırına otobüsler ile göçmen geçişlerini teşvik eden ve bu yolda toplumun AB’ye ve göçmenlere karşı kızgınlığını, aynı anda yönetebileceğini sanan gayri insani politikalara bile tenezzül etti. Ancak AKP’nin göçmenleri dış politikada bir koz olarak yeniden kullanma ve bir pazarlık silahına dönüştürme girişimleri, yine de ulusal kamuoyundaki şüphe ve öfke dalgasını yatıştırmaya yetmedi.
AKP’nin İslam kardeşliği ve ümmetin liderliği söylemleri, göçmen krizinin gösterdiği gibi, milliyetçi reflekslerin yükselmesine neden oldu; ve AKP’nin en çekirdek seçmenindeki sosyo-ekonomik rahatsızlığı gün yüzüne çıkardı. Ancak tüm bunlara karşın, Gazze Savaşı ve insani kriz bir kez daha gösterdi ki, Erdoğan tam da bu kriz vesilesiyle, yeniden bir bölgesel liderlik rolü kazanabilme ve küresel siyasette muhatap kabul edilebilmek için, Lübnan’dan ve Suriye’den gelecek insani göç dalgası dahil, bölgedeki yeni riskleri ve gelişmeleri kısa vadeli fayda elde edebileceği bir fırsat penceresine dönüştürmeye çalışıyor. Bu yüzden AKP, büyük bir insani drama ve jeopolitik tehlikeye dönüşen Gazze krizini, yeniden ‘ümmetçi liderlik’ iddiasını yakalayabilmek için, Lübnanlı muhtemel göçmen akımını iç kamuoyuna insani dayanışma söylemi altında alıştırmaya çalışıyor. Bu sayede milliyetçi kamuoyunda rahatsızlık yaratan göçmen sorununu, Filistinlilerin ve Lübnanlıların insani ıstırabını bir kaldıraç olarak kullanarak gölgelemeye çalışıyor.
Üç Çıkış Denemesi: ‘Muhalefetle Normalleşme, İç-Cepheyi Tahkim, Yeni Anayasa Yoklamaları’
Erdoğan, İslam ümmetçiliği kartını -yükselen Türk milliyetçiliğini dizginlemek ve kendi payandasına sokabilmek için geliştirdiği taktiklere- benzeyen bir biçimde, iç siyasette de oyun kuruculuk rolünü yeniden kazanabilmek için, üç parçalı bir plan izlemeye başladı: Bunlardan birincisi, CHP ile -kısmen sürpriz bir şekilde ve CHP içini karıştırmayı da ihmal etmeden- başlayan alışılmadık jestler ve iltifatlar içeren bir yumuşama veya normalleşme sürecine katılmasıydı. İkincisi AKP’nin TBMM’deki İslami ve muhafazakâr partiler ile Gazze’deki insani krizi vesilesiyle yeniden ortak duygu birliği oluşturmak amacıyla, sözde “büyük tablodaki” ortak paydaları öne çıkarma ve ortak İslam düşmanlarını vurgulama çabasıydı. Ve bu sayede de, merkez muhafazakarlar, Kürt muhafazakarlar ve milliyetçi Türk muhafazakarları nezdinde imkanlar elverdiği ölçüde bir tür İslam-Türk ve Batı karşıtlığı, Türkiye-İsrail gerilimi ekseninde duygusal konsolidasyon sağlayarak, bölgesel jeopolitik gerilimleri Erdoğan’ın liderlik algısına tahvil edebilme girişimiydi. AKP, bu siyasi dönüşümün işaretlerinden birini, HÜDA PAR ile kurduğu seçim ittifakında hali hazırda göstermişti. Cumhur İttifakı ile Ahlat’ta TSK komutanlarının birlikte verilen fotoğraf pozu da, bunu teyit eder nitelikteydi. Devlet Bahçeli’nin sürpriz Abdullah Öcalan’a Umut hakkı çıkışı ile, DEM Partisi ve Kürt siyaseti ile -Cumhur İttifakının tabiriyle- “iç cephede”, barışçıl diyalog kanallarının yeniden tesis edilmesi girişiminin başlatılmasıydı. AKP’nin iç siyasete ilişkin üçüncü çıkış alanı olarak da, Cumhuriyet Anayasası’nın değiştirilmesi dahi teklif edilemez ilk dört maddesi ile ilgili maddelerinde ortaya çıktı. Numan Kurtulmuş da dahil olmak üzere, AKP camiasının çok sayıda ismi, “sivil bir anayasa lüzumu” başlığı altında, yeni muhtemel ittifaklar için yoklama mahiyetinde tartışmalar başlattı. Bu tartışmalara, HÜDA PAR başta olmak üzere, pek çok kesimden girizgâh mahiyetinde yorum yapıldı.
Bunlara ek olarak, iç siyasette tedavüle sokulan diğer bir tartışma ekseni de, Türkiye’de sözde yapay karşıtlıklardan beslenen “Cumhuriyetçi ve muhafazakar”, “sivil ve darbeci” eksenlerinde yapay gerginlikler yaratarak, AKP’nin oy erimesini durdurmaya çalışmak ve konsolidasyon sağlamak yönünde. Bu amaca hizmet etmesi düşüncesiyle, AKP son derece gereksiz bir biçimde, Türk Silahlı Kuvvetlerine teğmen olarak katılacak genç mezunların yemin töreninde ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sözleriyle töreni tamamlamalarını bir darbeci disiplinsizlik girişimi olarak kamuoyunda tartıştırdı. Genç teğmenler üzerinden suçlayıcı ve mahkûm edici biçimde yürütülen tartışmalar da bize göstermekte ki, AKP İslami-muhafazakâr tabanın konsolidasyonu konusunda, dış politikadan iç politikaya kadar tüm fırsatları kullanarak, yeni bir hegemonik süreci başlatmak ve muhafazakâr seçmenleri kutsal dava bayrağının altında yeniden toplamak istiyor. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, AKP’nin dogmatik ve hamasi ümmetçi muhafazakarlığı Türk kamuoyunda karşılık bulmuyor. Aksine Orta Doğu politikasındaki maceracılığın, Türkiye’yi bölgede gereksiz krizlere sokacağı ve dahası yeni göçmen dalgaları yaratacağı kaygılarını tetikliyor. Bu nedenle, gerek iç siyasette gerekse dış siyasetteki AKP girişimlerine karşı kamuoyunda şüphe azalmıyor. Dolayısıyla AKP’nin bu üç yeni girişimden hangilerinde ne kadar başarılı olacağını söylemek için gelişmeleri izlemek gerekiyor.
Tüm bu girişimlere karşın, açık olan bir şey varsa o da, siyasal İslamcılığın, sosyolojik ve politik gerekçelerle Türkiye’de ve dünyada bir meşruiyet krizi içinde olduğu ve derin bir inandırıcılık sorunu ile karşı karşıya kaldı. AKP bu meşruiyet ve inandırıcılık krizine, çok ciddi ölçüde katkıda bulunduğu gibi, aynı zamanda ona yönelen eleştirilerinden de nasibini alıyor. Bu çerçevede belki daha geniş bir perspektiften ifade etmek gerekirse, ABD’nin ve Avrupa’nın 1979 Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali ve 1979 İran Devrimi sonrasında izlediği, Batı demokrasilerine yüzü dönük ılımlı bir İslami model arayışı -özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de otoriter popülist siyasetinin büyük katkılarıyla- iflas etmiş görünüyor. AKP bu noktada, artık bir demokratik modelin taşıyıcısı olmaktan çok, jeopolitik pazarlıkların bir komisyoncusu ya da daha kötüsü taşeron olarak Batılı ülkelerin gözünde kodlanıyor. AKP’nin ümmetçilik dogmatizmi, ne Türkiye’de ne de dünyada daha özgür ve daha müreffeh bir gelecek vaat edemiyor.
Erdoğanizmin ‘Tedarik ve Tahsisat Pragmatizminin’ Sınıfsal Açmazı (III)
Erdoğanizmin karizmatik persona ve ümmetçi dava krizlerinin ardından, AKP iktidarı için derin sorun yaratan üçüncü bileşeni ise, ‘lütufçu tedarik ve tahsisat rejiminin’ krizidir. AKP’nin alt sınıflara dönük olarak geliştirdiği, sosyal bölüşüm ağları ve seçmen sadakatini sağlayan lütufçu tedarik ve tahsisat zincirleri, 1990’ların ortasından itibaren İslami siyaset tarafından seçimleri kazanmak için icat edilmiş mikro-kılcal iktidar biçimleriydi. Ancak yoksul alt sınıflara dönük olarak, bir ‘sus payı’ olarak sunulan bu icat, büyük bütçe açıklarına neden olan yolsuzluk ekonomisi içinde artık sürdürülemez bir noktaya geldi. Diğer yandan ise, AKP’nin yükselttiği üst sınıfları ve AK oligarşiyi besleyebilmek için kurduğu ‘lütufçu yolsuzluk rejimi’ ise varlığını -yüksek himaye kalkanları sayesinde- devam ettiriyor. AKP, iktidarı boyunca arz yönlü olarak İslami üst-sınıflar için geliştirdiği muhtelif ilkel birikim stratejilerini, servet transfer mekanizmalarını, düşük maliyetli kredileri, vergi aflarını ve kayırmacı ihale sistemlerini sürdürmekte ise ısrar ediyor. Erdoğanizmin, yoksul alt sınıflar ve varsıl üst sınıflar arasındaki bu tercihi şüphesiz, tıpkı ‘millet ve ümmet arasındaki tercihi’ gibi, şimdiye kadar tarihi efsaneler yardımıyla başarıyla gizlediği derin varoluşsal tercihini, hormonlu AKP oligarşisinden ve üst sınıflarından yana yapıyor.
Zira Erdoğanizm, çalışan ve üreten halk sınıflarından tamamen vazgeçmiş durumda. Bir yandan yönetimdeki yüksek yolsuzluk ve verimsizlikler devam ederken; diğer yandan ise alt sınıflara dönük sosyal harcamalar ve yardımlar için sürekli kaynak ve tahsisat kısılıyor. Erdoğanizm’in, plebisiter çoğunluğu sağlayabilmek ve alt sınıfların vefa duygusunu kazanmak için kullandığı, sadakatçi otoriter klientalizm modeli artık çalışmıyor. Popülist lütuf mekanizmaları, çok yüksek gelir ve servet eşitsizliği ile çok yüksek enflasyon rakamları karşısında etki yaratamıyor. Otoriter klientalizm ve lütufçu sadakat siyaseti, yapısal sınırlarına erişiyor. Bu yüzden, geniş alt-orta sınıfların neredeyse tüm yaşamsal talepleri yanıtsız kalıyor. Erdoğanizm, Türkiye’de dünyanın en kollamacı kapitalist birikim stratejileri ile birlikte, en yoksullaştırıcı vahşi sömürü stratejilerini eş zamanlı olarak uygulamaya koyuyor. Bir yandan oligarşik bir yağmacı birikim ekonomisi, diğer yandan ise çalışan sınıflardan sistematik bir servet transferi icra ediliyor. İslamcı paternalizm, yarattığı yeni oligarşik üst ve orta sınıfları sonuna kadar korurken; geniş alt-orta sınıfları gözden çıkarıyor.
Erdoğanizmin himaye ettiği bu ‘oligarşik blok’, Galata bankerlerinin Türkiye’yi yarı-sömürge ekonomisi konumuna sürüklemesine benzer bir biçimde; üretken ve katma değerli sektörlere değil; çok hızlı birikim sağlayacak araçlara yöneliyor. Bu yeni AK Oligarşi, güdümlü kelepir özelleştirmelerden, ithalat imtiyazlarından ve adrese teslim kamu ihalelerinden ve çok düşük maliyetli kredi mekanizmalarından sonuna kadar yararlanırken; 80 milyon vatandaşını III. Dünya Savaşı koşullarından geçmişçesine yoksullaştırıyor. Erdoğanizm, Türkiye’nin üst-sınıflarını yeni bir Lale Devrine; alt-orta sınıflarını ise yeni bir Düyun-u Umumiye ekonomisinin borç ödemelerine maruz bıraktı. Erdoğanizm, ulusal emek bloğuna ve yoksul kır ve kent çalışanlarına ve emeklilere karşı bir tür sınıf-kırım politikası uygulamakta tereddüt etmiyor. Bu yüzden Türkiye, hala sanayileşememiş ve Batılı anlamda bir sınıflı topluma dönüşememiş bir yarı-enformel sınıflı toplum formundan, daha da kötü bir konuma, servet uçurumları yüzünden katı bir biçimde tabakalaşmış bir yarı-kast toplumuna doğru hızla evriliyor.
AKP, geçtiğimiz çeyrek yüzyılda vatandaşlardan özel tüketim vergisi ve KDV başta olmak üzere, topladığı yaklaşık 2.9 trilyon dolar vergi gelirine rağmen; 146 milyar dolarlık dış ve 35 milyar dolarlık iç borca rağmen, sınıfsal tercihini kendi elleriyle hormonlu biçimde yarattığı AK oligarşiden yana kullandı. Bu rakamlara, AKP’nin neredeyse Cumhuriyetimizin tüm kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesinden elde edilen 65 milyar dolarlık özelleştirme gelirleri de dahil edildiğinde, Türkiye’de çalışan ve üreten yurttaşlardan yapılan servet ve gelir transferinin boyutları daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla Erdoğanizm, 2018’den itibaren kontrolden çıkan döviz kur atakları ve yıkıcı enflasyon şokları yüzünden, Türkiye’nin orta ve alt sınıflarını, III. Dünya Savaşından çıkmışçasına derin ve yaygın bir yoksullaşmanın içine itmekle kalmadı, kurucu bileşeni olan pragmatik tedarik zincirleri de yerle bir oldu. Türkiye’de dünya rekoru kıracak biçimde artan konut fiyatları; vergilerle şişirilmiş otomobil fiyatları ve orta sınıftan servet transferine dönüşen özel okul harçları ve astronomik mutfak enflasyonu, toplumda sınıfsal eşitsizliğin ötesine geçen bir derin kastlaşmaya neden oldu.
AKP’nin bilerek ve isteyerek neden olduğu bu servet eşitsizlikleri, kronik düşük gelirler ve büyük yolsuzluk ekonomisi yüzünden, ülkenin beyaz ve mavi yakalıları ve yoksullaşmış emeklileri, Erdoğanizm’in paternalist-koruyucu mitolojisinden uzaklaştı. AKP’nin beslediği yıkıcı rantiye sınıfların bencilliği yüzünden, Türkiye'nin çalışan ve üreten sınıfları yoksullaştı, mülksüzleşti ve güvencesizleşti. Bu yüzden, AKP’nin kılcal ağlarla siyasal sadakat yaratabilen pragmatik bölüşüm mekanizmaları ve rıza yaratma ekonomisi büyük zarar gördü. Diğer yandan, Covid-19 krizinden itibaren, CHP Büyükşehir belediyelerinin İstanbul ve Ankara belediyelerinin başta olmak üzere, sosyal yardım ve destek mekanizmalarını arttırarak devam ettirmeleri nedeniyle, Erdoğanizm’in seçmenlerine sosyal koruma sağlayan ‘yegâne reis, yegâne paternalist koruyucu baba figürü olma tekeli’ de ortadan kalkmış oldu. AKP’nin, neredeyse bir şehir efsanesi olarak sunduğu ‘İslami koruma ve dayanışma modeli’ de, beslenme ve barınma krizleri karşısında yerle bir oldu. Böylece Erdoğanizmin kurucu üçüncü ayağı olan ‘sosyal tedarikçi bölüşüm mitolojisi’ de çöktü.
Sonuç Yerine: ‘Çürütücü Yıkım’ın Ötesinde ‘Sosyal Demokratik Cumhuriyetçiliğin İnşası’
Türkiye tarihi, Cumhuriyet modernleşmesine karşı hınçla alternatif geliştirmeye çalışan AKP benzeri İslamcı otoriter popülist bir partinin, hiç bu denli kurumsallaştığına ve kadrolaştığına tanık olmamıştı. Devlet bürokrasisi, sermaye grupları ve sivil toplum alanı hiç bu kadar, baskı altına alınarak liyakatsiz ve partizan networkler tarafından domine edilmemişti. Erdoğanizmin Türkiye’de lider-parti-devlet örtüşmesi ile inşa ettiği bu yoz dönüşümün, ne kadarının yapısal ve kalıcı, ne kadarının konjonktürel ve geçici olacağını, sadece önümüzdeki dönemlerin seçim sonuçları ile birlikte değerlendirmek eksiklik olur. Burada, daha ziyade Türkiye’nin tarihi üzerinde etkili olan küresel ve bölgesel toplumsal ve ideolojik dalgaların rekabetinin belirleyici olacağını söylemeliyiz. Bu nedenle AKP’nin İslami otoriter popülizmini ne sadece bir tek şahsın ağırlığına indirgemek doğru olur, ne de sadece ceberrutlaşmış bir parti-devlet iktidarına indirgemek mantıklı olur.
Burada söz konusu olan, Osmanlı’dan günümüze yüzü Batı’ya dönük Cumhuriyet modernleşmesinin tam karşısında yer alan bir otoriter siyasal İslamcı sosyal hareketin; devlet bürokrasisini, ekonomik kurumları ve sivil toplum örüntülerini nasıl dejenere edebildiğini analiz edebilmektir. Otoriter İslami popülizmin, Cumhuriyet modernleşmesi karşındaki tüm müttefikleri -kurduğu dönemsel ittifaklar yardımıyla- bir araya getirerek ulaştığı sonucu, bir tür otoriter İslami medeniyet projesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Ancak burada ifade etmeliyiz ki, Erdoğanizmin, küresel jeopolitik sistem içindeki fırsat boşluklarından yararlanarak inşa ettiği bu süreç, ‘demokratik uygarlık karşıtı’ bir süreçtir. Zira Erdoğanizmin modern bürokraside, ekonomik süreçlerde ve sivil toplumda yol açtığı dönüşüm, bir yıkımdır. Ancak bu yıkım, Joseph Schumpeter’in Karl Marx ve Werner Sombart üzerinden formüle ettiği bir ‘yaratıcı yıkım’ olmaktan ziyade, tam tersine devlet, ekonomi ve kültür alanlarından gözlemlenen çok katmanlı bir “çürütücü yıkım”dır (corruptive destruction). Yeni bir uygarlık, kültürel ve ahlaki dünya veya kurumsallık inşa edemeyen; ancak mevcut uygarlık değerleri ve kurumsallık kodlarını sadece yıkmakla ve çürütmekle yetinebilen bir süreçten bahsediyoruz burada. Erdoğanizm dahil siyasal İslamcılığın tüm formları da göstermiştir ki, siyasal İslamcılık mevcut sistemleri yıkabiliyor; ancak inşa edemiyor. Dolayısıyla Türkiye’de iktidarda kalabilmek adına uygulamaya sokulan ‘şok doktrinleri’ eşliğinde adım adım gerçekleştirdiği bu ‘çürütücü yıkım’ sürecini, yarı-kurumsal ve yarı-yasal bir nitelik kazanmış bir İslamcı muhafazakâr müesses rejim olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Ancak bu “çürütücü yıkım” süreci, Erdoğanizmin otoriter popülizminin yıkıcı kapasitesine işaret ettiği kadar, İslamcılığın kendi doğal sınırlarına da işaret ediyor. Bu yüzden başlangıçta AKP’ye büyük olanak sağlayan CB Hükümet Sisteminden beslenen mevcut yoz popülizm, 31 Mart seçimlerinin de gösterdiği gibi, Türkiye’de muhalefetin seçimleri kazanması ve merkeziyetçi mekanizmalarla yönetmesi için de olanaklar sunabiliyor. Tam da bu nedenle AKP, OHAL koşullarında Türkiye’ye dayattığı 2017 Anayasasını değiştirmeyi ve kendine rahatlama sağlayacak formüller bulmayı bir zorunluluk olarak görüyor. Bu yüzden, bazen siyasal rejimin sınırlarını zorlayan hukuksuz sertlikler; bazen de yerel yönetimleri topal ördeğe dönüştürecek yasal-mali kısıtlar, bazen de siyasal partilere dönük olarak ilkesiz pazarlıklar için fırsatlar kolluyor. AKP, Anayasayı ya da seçim sistemini değiştiremediği takdirde, büyük bir tıkanma sürecine gireceğini bilerek, hukuksuz emrivakiler ve jeopolitik hilelerle dolu çeşitli kozlar geliştiriyor ve siyasi çıkış için yeni hamle hazırlıkları yapıyor.
AKP’nin, yakın geçmişte siyasal krizleri ve seçim yenilgilerini, her defasında daha yeni krizler ve daha yeni ittifaklar yaratarak aşmayı başarmış olması; mevcut stratejik tıkanma koşullarında da başka tür yeni taktikleri, yeni jeopolitik senaryoları ve yeni siyasal krizleri yürürlüğe sokarak aşmaya çalışacağını gösteriyor. Erdoğanizmin ‘zor ve ikna araçları’ kadar, ‘hile ve emrivaki’ araçları geliştirerek, bir yandan muhalefet partilerini sözde “yerli ve milli” bir çizgiye çekmeye çalışıyor; diğer yandan da AKP karşısında yarışacak siyasi liderin kim olacağına yargı manipülasyonları ile karar vermeye çalışıyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na karşı açılmış olan ve siyaset literatürüne ‘ahmak davası’ olarak geçen ibretlik davanın da gösterdiği gibi, Erdoğanizm ‘seçimli otoriter sultanizmi’ devam ettirebilmek için tüm ciddi rakiplerine karşı her türlü Makyavelist aracı kullanıyor.
Nitekim geçtiğimiz günler içinde son derece manipülatif bir biçimde, önce Harp Okulları'ndan mezun olan teğmenlerin yıllardır okuduğu Atatürkçü yemin metnini, bir “ulusalcı darbe korkusu” olarak kamuoyuna sunmaya çalışıyor. Bu sayede de muhafazakarları ve İslami liberalleri yeniden kendine çekmeye çalışıyor. Diğer yandan Hüda Par'ın Anayasanın ilk 4. maddesini, Numan Kurtulmuş’un ise 3. maddeyi tartışmaya açması ile de, sanki AKP’nin demokratik bir gündemi varmış izlenimi vererek kamuoyunu manipüle ediyor. Aynı şekilde muhalefet partilerini ve Türkiye ittifakının belediyelerini birer topal ördeğe çevirmek için elinden gelen tüm gayrı etik engellemelere başvuruyor. Yeniden Refah Partisi’nin belediye başkanlarını ve TBMM’deki muhalefet partilerinin milletvekillerini transfer ederek içlerini boşaltmaya çalışıyor. Muhalefet belediyelerini daha önceki dönemlerden birikmiş SGK borçları ile hizmet veremez noktaya getirmeye çalışıyor.
Erdoğanizmin; rıza ve zor, hile ve emrivaki mekanizmalarındaki son halka ise, Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a silahların bıraktırılması kaydıyla ‘umut hakkı’ tanınabileceği ve TBMM’de DEM parti grubunda konuşmasının mümkün olacağı açıklamasıdır. Bu açıklamanın hemen ardından da, CHP’nin Esenyurt belediye başkanı Prof. Ahmet Özer’in sudan ve hukuksuz gerekçelerle tutuklanması ve belediyeye yangından mal kaçırırcasına kayyım atanması olmuştur. Yukarıdaki tüm örnekler de göstermekte ki, 31 Mart seçimlerinde aldığı büyük yenilgiye rağmen, Erdoğanizm ve AKP düzeni, iktidardan uzaklaşmamak ve iktidardaki ömrünü uzatabilmek için, her türlü demokrasi dışı ‘zor, hile ve emrivaki aracına’ başvurmaktan çekinmeyecektir. İster tek parti olarak, isterse büyük koalisyonun ortağı olarak, kendi kurduğu çarpık düzenin anahtarlarını elinde tutmak isteyecektir. Bu nedenle, AKP oligarşisi, kendi sebep olduğu çürütücü yıkımın ve inşa ettiği başkanlık sisteminin (CBHS) kendisini tasfiye etmesine için, muhtelif ortaklık modelleri geliştirmeye çalışacaktır. Zira Türkiye’ye onlarca yıl kaybettiren kötümde yoz yönetimin, Erdoğanizm için de bir varoluşsal krize dönüşmek üzere olduğunun farkındadır. Çünkü Erdoğanizmin Türkiye’yi içinden geçirdiği “çürüme ve yıkım”, AKP’nin de tabanını daraltmakta; meşruiyetini tek başına iktidar olamayacak biçimde eritmektedir. Bu genel çürüme, Erdoğanizmi sadece seçmen desteği açısından değil, aynı zamanda -iktidara geldiği dönemde inşa ettiği siyasi mitolojiler açısından da tüketmektedir. Bunu gördüğü için bir yanına ümmetçiliği, diğer yanına milliyetçiliği alarak, CHP başta olmak üzere muhalefeti gayrı milli ve gayrı yerli gösterecek taktiklere başvurmaktadır.
Bu noktada, başta CHP olmak üzere, tüm vatansever ve demokratik muhalefet güçlerine düşen akılcı tercih, yoz rejimi komadan çıkaracak bir ilkyardım girişiminde bulunmamaktır. Dahası ve belki daha da önemlisi, kan kaybeden ve saldırganlaşan yaralı rejim ile alelacele ‘bir safari pozu’ vermemektir. AKP rejimini kuran; “persona, dogma ve pragma” üçlüsünün tüm yıkımını önce bütün çıplaklığı ile teşhir etmek ve ardından da bu büyük yıkımı onaracak ve kayıpları telafi edecek, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına yaraşır yeni bir “kurucu kadrolar, onarıcı değerler ve kapsayıcı kalkınma modelleri“ sistematiği oluşturmaktır. Kurtuluş ve kuruluş felsefesinin asgari gereği de budur.