“Minerva’nın Baykuşu yalnız alacakaranlıkta uçar”. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin önsözüne yazdığı bu cümle, malum, olayların olup bittikten, süreçlerin tamamen kapandıktan sonra ancak düşüncenin konusu olabileceklerini anlatır. Savaş meydanında cesetler yığılmış, o korkunç can pazarı olup bitmiş, artık yalnızca o kanat sesinin duyulduğu mutlak bir sessizlik hüküm sürmektedir. Oysa bir süreci henüz içinden geçiyorken, bütün o hengâmesi içinde kavramaya çalışmak gerçekten zordur. Dönemselleştirebilmek, belirli bir prosese, yani yapısallık arz eden bir olaylar dizisine/döngüsüne işaret edebilmek için, başlangıç noktası belki (?) kolayca işaretlenebiliyor olsa dahi, farazi bir bitiş noktası tesis etmeniz gerekir öncelikle. Dahası, bir süreci henüz içindeyken kavrama teşebbüsü hemen her zaman politik saiklerden beslendiği için, politik dertlerin kulaklara fısıldadığı teleolojinin ayartısına kapılmamak, belirli sonuçlara uygun nedenler atfetme hatasına düşmemek gerekir. Velhasıl, bir süreci henüz sürerken analitik olarak kapatmak ve bunu politik saiklerle yapmak ciddi bir risktir.
Ümit Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl adlı çalışmasında, tüm bu riskleri göze aldığını daha önsözde belirtiyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçiş, süreç analizi (yazarın deyişiyle, “konjonktür analizi”) için iyi bir başlangıç noktası görülmüş, 2023 genel seçimleri de hipotetik olarak bitiş noktası addedilmiş. Akçay, bunun gerçekten bir bitiş olmadığının farkında pek tabii, fakat 2018 döviz krizine odaklı başlayan bir çalışmanın konjonktürel bir analize evrilmesi, alınan risklere paralel güçlenen iddiayı da gayet net bir şekilde gösteriyor. Çalışma, iktisatçılar arasında epey bir ilgiyle karşılandı, iktisadî karar alma süreç ve mekanizmalarının nasıl işlediğine ilişkin bu önemli tartışma daha da sürer gibi görünüyor. Ben burada, bu tartışmaya katılmaktan ziyade, çalışmanın inşa ettiği teorik/analitik çerçeveye ve bunun olası empirik sonuçlarına ilişkin yöntemsel bir tartışma açmaya çalışacağım. Fakat yine de, liberal siyaset ve iktisat doksazoflarından yayılan “döviz kurunun piyasada belirlenmesi gerektiği”, “iktidar partisinin Chavezci politikalar güttüğü”, “Türkiye ekonomisinin deneme tahtasına çevrildiği”, “heterodoks arayışlardan, ‘nas’ politikalarından vazgeçilerek rasyonel zemine dönmek gerektiği” ve giderek halk düşmanlığına varan “emeklilik sisteminin çöktüğü, emeklilerin (ve zımnen, yaşlıların) ekonomik sisteme yük olduğu”, “ücret artışlarının gerçekleşen değil beklenen enflasyona göre belirlenmesi gerektiği” gibi doksik safsataların ve bu doksaların taşıyıcısı profesyonel sınıf fraksiyonunun saklı (yoksa açık mı demeli?) iktidar arzusundan beslenen “liyakatsizlik”, “beceriksizlik” tespit/söylemlerinin karşısında, Akçay’ın çok daha nitelikli ve çok daha derinlikli bir sosyal bilim çerçevesi sunduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Bu kısa kritikte, Akçay’ın teorik çerçevesini ana hatlarıyla ele alacak, bunu yaparken de kanımca aslî ve tâlî olan belli başlı eleştiri noktalarını belirlemeye çalışacağım. Tâlî eleştiri noktalarına metin içerisinde sadece değinecek, aslî gördüğüm eleştiriyi ise yazının sonunda dile getireceğim.
Akçay’ın teorik çerçevesi, genel anlamıyla ilgili literatürle ilgilenenlerin aşina olabileceği bir kuruluma sahip. Klasik Marksizm’in ekonominin belirleyiciliği temelinde geliştirdiği klasik çerçevenin indirgemeci (devlet söz konusu olduğunda, “araçsalcı”) ve durağan / mekanik olduğu eleştirisinin dayanılmaz gücü ve basıncı karşısında bazı Marksistler, Louis Althusser’in “görece özerklik” tezlerinden ve Nicos Poulantzas’ın “kapitalist devlet” analizlerinden mülhem, ontolojik bakımdan kapitalizmi hâlâ total bir olgu olarak görmeye devam etmekle birlikte analitik bakımdan soyutlama düzeyleri formüle ettiler. Böylelikle hem Marx’ın eserlerinde görünüşteki çelişkilerin (bir eserinde iki sınıf varlığından söz eden Marx, neden başka bir eserinde on iki sınıftan bahseder, türünden görünüşteki çelişkiler) yeni bir okumasının anahtarını geliştirmiş hem de somut kapitalist toplumdaki dönemsel gelişmeleri üretim tarzı düzleminde (ki soyutlama düzeyleri çerçevesinin en soyutuna tekabül eder) tartışmaktan kendilerini kurtarmış oldular. Bunun hatırı sayılır bir manevra alanı yarattığı aşikâr olsa gerek. Zira böylelikle bir yandan Marksizm dairesi içerisinde kalmaya devam ederken diğer yandan kapitalist devletin ve onun konjonktürel bileşiminin gerçek (yani, gölge değil) özerk güçlerini analizlerine dâhil edebilir hale geldiler: Kapitalist devletin kimi konjonktürlerde kapitalist sınıfın (ya da kimi kapitalist sınıf fraksiyonlarının) çıkarlarının aleyhine davranabileceğini, zira bir sistem olarak kapitalizmin çıkarları ile bir sınıf oluşumu olarak kapitalist sınıfın çıkarlarının her zaman örtüşmeyebileceğini dile getiren bir çerçeve bu manevra alanına ve dinamizme imkân sağlıyordu.
Bu teorik açılımın sahipleri, elbette ve doğaldır ki başka kimi Marksistler tarafından Marksizm’den uzaklaşmakla (“sömürü”nün yerine “tahakküm”ü geçirmekle, iki temel sınıfa dayalı antagonistik sınıf analizinin yerine çıkar gruplarına dayalı agonistik bir çerçeveyi ikame etmekle vs) itham edildiler. Webercilik ithamına (ah, ne büyük günâh!) uğrayanlar dahi oldu. Bu türden bir ithamın bir örneğine (Simon Clarke’ın “fraksiyoner analizin, liberal ‘çıkar grupları’ teorisine yaklaşmakta olduğu” eleştirisine) Akçay da yer veriyor (s. 45-46). Akçay, bu ithamı, sınıf fraksiyonları analizini kapitalist devlet kavramsallaştırmasının bir parçası olarak ele aldığını (yani, yukarıda sözünü ettiğim revizyondan geçirilmiş yapısalcı Marksizm çerçevesi içerisinde konuştuğunu) söyleyerek savuşturduğunu düşünüyor. Temel eleştiri noktamı teşkil etmediğinden burada sadece bir şerh koymakla yetineceğim: Kapitalist sınıf fraksiyonları arasındaki çekişmenin kapitalist devletle ilişkisi tartışması pekâlâ yapısal Weberci diyebileceğimiz bir yerden de yürütülebilir ve hatta blok analizi daha da dinamik bir alan analizi şeklinde buraya dâhil edilebilirdi (Charles Tilly’nin, Michael Mann’in, Pierre Bourdieu’nün yaptıkları kısmen buna benzer şeyler değil midir?). Kitaptaki analiz, içeriğinden anlamlı bir parçasını kaybetmeden, Marksist olmayan bir biçimde de formüle edilebilirdi, demek istiyorum.
Akçay’ın oluşturduğu teorik zincire yakından bakalım: Akçay, uluslararası literatürde kendisini içine yerleştirdiği “eleştirel siyasal iktisat yaklaşımı”nı (ki Poulantzasçı bir devlet teorisini iktisadî “büyüme modelleri” analizine temel kılma amacındadır) ulusal literatürde varsaydığı Webercilik-Marksizm kamplaşmasında Marksizm’in yanına konumlandırarak başlıyor. Akçay’a göre Türkiye’de devlet ve sermaye ilişkisini kavramaya yönelik temelde bu iki çerçeve geliştirilmiştir. Uluslararası literatür tartışmasında kendisini gösteren çeşitlenmenin ulusal literatürde hızla daralmaya girmesi, temel argümanı öne çıkarma ve onu farklı düzeylerdeki okur grupları için anlaşılır kılma amacıyla yapıldığı aşikâr olsa da, hazin. Zira “güçlü devlet tezi” başlığı altında tasnif edilen bir “Webercilik” hem Türkiye siyaset ve iktisat tarihine ilişkin alternatif Weber okumalarından geliştirilmiş olanlar da dâhil başka türden okumaları kategorik olarak dışlıyor hem de işaret edilen muarızlar özelinde dahi straw man hatasına düşüldüğü izlenimi uyandırıyor. Her halükarda, belirgin entelektüel çıkarlarla tahkim edilen bu muhayyel Webercilik-Marksizm karşıtlığının belirli bir konfor alanı yarattığı muhakkak. Elbette Akçay’ın çalışması, belirli bir yatkınlık bariz ise de asla sadece buraya sıkıştırılamaz, bilakis, bu konfora kapılmak şöyle dursun harcadığı ince entelektüel işçilikle bunun ötesine geçtiğinin altını çizmek isterim.
Kendini Marksist devlet kuramlarına “daha yakın” konumlandıran Akçay, mezkûr revizyondan geçirilmiş yapısalcı-Marksist çerçeve içerisinden konuşuyor ve klasik Marksizm’in durağan ve araçsalcı devlet anlayışının karşısına “tarihsel dinamikleri, bizzat kapitalist devletin farklı konjonktürlerde aldığı farklı biçimleri ve sınıflar-arası ve sınıf-içi mücadelelerin ekonomi politikalarına etkilerini” (s. 28) hesaba katan ve böylelikle “kapitalist devlette siyasetin ve bürokrasinin rollerini tanımlama[yı], gerek farklı tarihsel konjonktürlerde ortaya çıkan belirli birikim / büyüme modellerini, gerekse bu birikim modelleri içinde siyasetin ve devletin rolünü ortaya çıkarma[yı]” (a. y.) amaçlayan, “dinamik” bir yaklaşımı koyuyor. Temel analiz aracı olarak sunduğu kavramsal öneri, Poulantzas’tan esinle formüle ettiği “iktidar bloku” kavramı. İktidar bloku, “askeri ve sivil devlet bürokrasisi, siyasi partiler ve hükümet ile farklı sermaye fraksiyonlarından” (a. y.) oluşmakta. Burada bir antrparantez açarsam: Akçay, bu kavramsallaştırmasının, soyutlama düzeyleri açısından “orta düzeyde” yer aldığını belirtiyor. İmdi, revizyondan geçmiş Marksist formülasyonda soyutlama düzeyleri “üretim tarzı”, “toplumsal formasyon” ve “konjonktür” olarak ayrıştırılır. Marksist sınıf tartışmalarında kendini gösteren ihtilâfların hatırı sayılır bir kısmı, örneğin, ele alınan konunun hangi soyutlama düzeyinde incelenmesi gerektiğine dair ihtilâflardan kaynaklanır. Erik Olin Wright buna konumuzla ilintili güzel bir örnek verir: “Örneğin; Poulantzas gibi bazı teorisyenler, devlet biçimi ile sosyal sınıflar arasındaki ilişkinin üretim tarzı soyutlama düzeyinde analiz edilebileceğini öne sürerler ki bu anlayış Poulantzas’ı, genel bir ‘kapitalist devlet’ kavramı inşa etme çabasına yöneltir. Theda Skocpol gibi başka teorisyenler ise, devleti bu soyutlama düzeyinde teorileştirmenin meşru olamayacağını öne sürerek, devletler ile sınıflar arasındaki ilişkiye yönelik tamı tamına tarihsel (yani konjonktürel) bir araştırmada ısrar ederler”.[1] Wright, sınıfsal analizin “sınıf yapısı” ve “sınıf oluşumu” uğraklarını, soyuttan somuta doğru ilerleyen bu üçlü soyutlama düzeyleri kavrayışına göre şematize eder.[2] Dolayısıyla kavramsal bir netleştirme için açtığım bu antrparantezi şu şekilde kapatmak isterim: “Orta düzey” bu klasik şemaya göre “toplumsal formasyon”a tekabül eder ki Akçay’ın belirttiği şayet buysa, bu kafa karıştırıcıdır. Akçay, “somut konjonktür analizi”nden söz ettiğine göre, kavramsallaştırmasını konjonktür soyutlama düzeyinde üretiyor demektir. Akçay şayet, Wright’ın işaret ettiği tarzda devlet ve sınıf ilişkisini üretim tarzı düzeyinde soyutlayan başka bir soyutlama düzeyleri çerçevesine atıfta bulunuyorsa, kanımca bunun netleştirilmesi gerekir. Son olarak; Poulantzasçı manada “konjonktür analizi” için beş yıllık bir sürenin biraz kısa olup olmadığı da bir yan soru olarak burada dursun isterim. Konjonktür teriminin harcıâlem anlamı ile Poulantzasçı çerçevedeki özel anlamının kimi kullanımlarda birbirine karışıp karışmadığı da diğer bir yan soru olsun.
Akçay’ın buraya kadarki teorik çerçeve inşasının temel muradı; birbirine rakip iki sermaye fraksiyonunun, CHS’ye geçiş sonrası Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) etrafında cisimleşen (ya da belki daha doğrusu, onunla eklemlenen) devlet / bürokrasi yapılanması ile konjonktürel ilişkilenme biçimlerinin analizine alan açmak. Bir blok halinde davranan sermaye-siyasi iktidar-bürokrasi triosunun, son tahlilde, çekişen sermaye fraksiyonlarından konjonktürel olarak baskın olanının çıkarlarına, onun stratejik rasyonalitesine göre davrandığı bir analiz çerçevesi bu. Sözünü ettiğim bu rasyonalite, Akçay’ın çerçevesine “büyüme / birikim stratejileri” kavramıyla dâhil oluyor: “Büyüme / birikim stratejilerinin en önemli özelliği, iktidar blokundaki hâkim eğilimi yansıtmalarıdır (...) Daha somut olarak, büyüme stratejisi iktidar bloku içerisindeki hâkim sermaye fraksiyonunun çıkarını karşılayacak şekilde formüle edilir” (s. 39). Bu belirli bir rasyonalite uyarınca blok halinde davranma eğilimi varsayımı, bu yazıdaki temel eleştiri noktamı teşkil edecek. Fakat bunun için önce Akçay’ın argümanını ilerletmem gerekiyor.
Akçay, iki rakip sermaye fraksiyonuna ilişkin kendi yaklaşımını sunmadan evvel, daha önce geliştirilmiş diğer çerçeveleri ele alarak kendi yaklaşımının güçlü yanlarını belirginleştirmeye çalışıyor. Bu diğer yaklaşımlardan ilki, mezkûr fraksiyonlaşmayı tekelci ve tekelci olmayan sermaye ayrımıyla nitelendirme önerisidir. Bu önerinin temel argümanlarını aktaran Akçay, bu tasnifi kendi çerçevesinde içeriyor; buna göre holdinglerin sektörel yönelimlerine değil ölçek ve büyüklüklerine odaklanmak gerekmektedir. İkincisi, ilk ve ikinci kuşak burjuvazi ayrımıdır. Bu ayrım önerisine göre fraksiyonel ayrışmanın nedeni, iki sermaye kuşağının iki farklı ekonomi dönemine (sırasıyla ithal ikameci ve neoliberal) denk gelmeleridir. Akçay, bu tasnifi de kendi çerçevesinde içeriyor görünür. Bir diğer tasnif, zayıf bir tasnifleme örneği olarak, yandaş ve yandaş olmayan sermaye ayrımına dayanır. Akçay’ın kanımca haklı olarak ifade ettiği üzere, siyasi güç ilişkilerini teşhir görevine odaklı bu tasnif analitik kategoriler sağlamaktan uzaktır. Son olarak Akçay, bu hususta en bilindik tasnif olan, müstakil İslami / dindar sermaye ve batıya entegre olmuş laik sermaye ayrımını karşısına alıyor. Akçay burada, dinî ağlar üzerinden örgütlenen üretim ve tüketim alanlarının anlamlı görünümler olarak ele alınabileceğini, bununla birlikte TÜSİAD-MÜSİAD karşıtlığını kredi, teşvik ve ihalelere erişimdeki farklılıklar açısından okumanın daha anlamlı sonuçlar üreteceğini, sonuç olarak kültürel karşıtlık görüntüsünün maddî karşıtlığın taşıyıcısı olduğu müddetçe işlevsel, diğer türlü işlevsiz olduğunu savunuyor (s. 52). Bu savunusuna bir dayanak olarak, AKP’nin 2002-2012 yılları arasında, başta Merkez Bankası bağımsızlığı hususu olmak üzere laik ve Batıcı sermaye kesimlerinin çıkarına davrandığını belirtiyor (aslına bakılırsa bu bir parça zayıf bir dayanak olabilir, zira ilgili dönem aynı zamanda IMF ile yapılan stand-by anlaşmalarının borçlarının ödenip kapatıldığı dönemdir ve bir karşı-argüman, düşük faiz ısrarının belirginleştiği “ustalık dönemi”ne geçişin pekâlâ borçların kapanmasıyla bağlantılı olduğunu iddia edebilirdi). Akçay’ın bu tasnifte sorunlu gördüğü bir diğer husus ise, yine “güçlü devlet” tezine dayalı “demokratikleşme” anlatısına (“Türkiye’nin otantik burjuvazisi”, “burjuva devrimi” lakırdılarına) temel arz etmesidir (burada da, bir tezin başka bir teze temel kılınmasının her zaman bu ikisi arasında mantıksal bir süreklilik olduğu anlamına gelmediği şerhini düşmek isterim. Sınıf-kültürel tasnif, “demokratikleşme” anlatısına düşmeden de pekâlâ öne sürülebilir ki bunun sosyolojik araştırmalarda pekâlâ örnekleri bulunmaktadır).
Akçay, sektörel analizin emek ve sermaye ilişkisini devre dışı bıraktığı için sınıf-temelli bir analiz olmadığı yollu eleştirileri, konjonktürel analizin desteklediği argümanlarıyla karşıladıktan sonra, dört ayrı kategori etrafında oluşturduğu “yerleşmiş büyük sermaye grupları” (YBSG) ve “diğer sermaye grupları” (DSG) tasnifini sunuyor ve bunu şu şekilde tablolaştırıyor (s. 57):[3]
Sermaye içi fraksiyonlaşmayı çarpıcı bir biçimde resmeden bu tablonun, TL’nin reel değerinin ve faiz oranlarının merkezî önem arz ettiği bir tahterevalliye işaret ettiği açık olsa gerektir: Bir yanda, giriş maliyeti yüksek sektörlere yatırım yapan ve dövizle borçlanabilme ayrıcalığına sahip olduğu için (ki bu ayrıcalık, döviz krizi ve kur atağı dönemlerinde baş belasına dönüşüyor) fiyat istikrarı (yani, değerli TL ve yüksek faiz) talep eden YBSG, diğer yanda ise giriş maliyeti düşük sektörlere yatırım yapan ve ancak TL ile krediye ulaşabildiği için rekabetçi kur (yani değersizleşen TL ve düşük faiz) talep eden DSG. YBSG, görece yüksek ücretli, nitelikli iş gücü talep ediyor ve sermaye-yoğun üretim yapısına sahip, DSG ise görece düşük ücretli, niteliksiz iş gücü talep ediyor ve emek-yoğun üretim yapısına sahip. Şu halde Akçay’ın sözünü ettiği iktidar blokunu fiiliyatta sevk ve idare eden siyasi iktidarın yönetme kapasitesi, temel bir anlamıyla bu tahterevallinin yıkılmadan dengede çalışmasıyla doğrudan ilişkili. Buradan hareketle, siyasi iktidarın yönetme kapasitesini güçlendirici yahut zayıflatıcı yönde etkileyen ulusal ve uluslararası bağlamsal etkilerden söz etmek mümkün. Akçay, analizinin yapısal bağlamını, uluslararası ölçekte ekonomi planı dönemlerinin sona erdiği neoliberalleşme süreciyle, ulusal ölçekte ise Türkiye ekonomisinin 1980 sonrası dış sermaye girişlerine bağımlı ve sistematik cari açık veren karakteriyle inşa ediyor. Buna uygun olarak konjonktürel bağlamda ise uluslararası para politikası döngülerine (başta Amerikan Merkez Bankası FED olmak üzere gelişmiş ülke merkez bankalarının faiz arttırma ve azaltma, parasal sıkılaştırma ve gevşeme döngüleri vs) ve Amerikan dış politikasının uluslararası hamlelerine aşırı duyarlı, bu döngülere duyarlı biçimlerde farklılaşan konjonktürlerde farklılaşan ittifaklarla kendisini tahkim eden bir iktidar bloku analizi söz konusu. Gelgelelim, bu analitik çerçevenin üretilme amaçları açısından belki de paradoksal sonucu, siyasi iktidarın belirleyici ve nihai niteliğini teyit etmesi oluyor.
Akçay, “ekonomik indirgemecilik” ve “siyasi indirgemecilik” olarak adlandırdığı hatalı yaklaşımların karşısında (belki de daha doğrusu, arasında), Marksist bir pozisyon tesis etme uğraşı veriyor. Bu, mümkün, fakat ulaşması zor bir hedef. Gerek liberal gerekse Marksist cenahlardan gelsin, ekonomik-indirgemeci argümanlar karşısında pozisyon tutmak görece kolay ki Akçay’ın buradan hareketle geliştirdiği Altılı Masa eleştirisi (s. 229) oldukça isabetli. Akçay’ın siyasi indirgemeciliğe misal teşkil ettiklerini söylediği (tek kişinin dinî inançlarına, mesnetsiz inadına, otoriter karakterine, endişelerine vs. vurgu yapan ve gittikçe psikolojist bir yöne savrulan) uç örneklere karşı pozisyon tesis etmek de görece kolay. Gelgelelim, ancak Cumhuriyet’in kuruluş dönemiyle kıyaslanabilecek bir siyasi konsolidasyonun ve bürokratik tahkimatın oluştuğu bir dönemde (konsolidasyonların ancak canlı ittifak politikalarıyla yürütülebileceğini tabii ki akılda tutarak), Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politik eğilimlerinin rolünü teorik olarak sınırlandırmak hayli zor. Kapitalist bir sistemde özel sektör yatırımlarının kârlılığının idame ettirilmesi gereği (s. 234) elbette siyasal iktidara çizilmiş katî bir yapısal sınırdır; Poulantzas’ın dediği gibi, kapitalist devlet elbette kapitalist olmayan amaçlar için çalıştırılamaz. Fakat iktidar blokunun konjonktürel rasyonalitesinin inşasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan şahsında cisimleşen devlet elitinin kendi politik tarihlerinden çıkarsadıkları akıl yürütme tarzlarının ve yönelimlerin hatırı sayılır bir rolü olduğunu kabul etmek gerek.[4] Ödemeler dengesi krizi riski ile seçim kaybetme riski arasındaki salınım, bir açıdan elbette Akçay’ın belirttiği gibi katî bir yapısal sınırlamaya işaret ediyor, doğru, fakat başka bir açıdan bakıldığında bu durum bir kapasiteye, söz konusu salınımı yönetebilme kapasitesine işaret ediyor. Yukarıda “siyasi iktidarın belirleyici ve nihai niteliği” derken kastım buydu. Kaldı ki, DSG’nin siyasi iktidarla kurduğu ilişkinin eşine az rastlanır türden bir bağımlılık ilişkisi olması (zira “can suyu” ucuz kredinin musluğu kimin elindeyse fiilen patron da odur),[5] DSG’nin yerelde, yani taşra kentlerinde ve metropol semtlerinde kurduğu, yankı odalarına dönmüş yalıtık emek depolarının mülteci havuzu olarak da ek işlev edinmesi ve ekonomik etkinliğin artan oranlarda kayıt dışında dönmesi gibi olgular, açık yahut örtük siyasi projeksiyonlara işaret ediyor ki tüm bunlar, siyasi iktidarın söz konusu kapasitesiyle doğrudan ilişkili.
Her halükarda, aktörlerin rolüne gerekli yeri açmayan araçsalcı indirgemecilik ile yapısal temellerden tamamıyla yoksun bir siyasi elit ve tek adam anlatısına dayalı indirgemecilik dışında bir yol arayışı, bu bağlamın dışında tek başına tartışılmayı hak ediyor. Bu tartışmayı artık burada bırakarak kendimi sosyolojik ilgiyle sınırlandırmak ve YBSG ve DSG tasnifinin bilhassa laik sermaye ve dindar sermaye ayrımına bariz üstünlüğünün net bir biçimde gözler önünde olduğunu söylemek isterim. Buna, daha kaba gözlem düzeyinde dahi, sözgelimi İzmir’in, Denizli’nin (başka şehirler de olabilirdi) “seküler” (CeHaPe’li) küçük-orta boy işletmelerinin (KOBİ) Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) sağladığı kredi akışına yerel ağlar üzerinden eklemlenme biçimini örnek gösterebilirim. KGF’nin resmî internet sitesinde,[6] KGF’nin 30.09.2024 tarihi itibarıyla ticari finansman hacminin 1.444.841 işletmeyi kapsadığı bilgisi verilmektedir. Nitekim zamanında Avrupa Birliği kriterlerinin müzakereleri kapsamında gündeme alınan KOBİ’leri destekleme politikalarının (TOKİ’dekine benzer) hangi kurumsal dönüşüm hamleleriyle belirli bir “sınıf”ın destek mekanizmalarına dönüştürüldüğü hala büyük oranda kurumsal analizle aydınlatılmayı bekleyen bir husustur.
Bu kurumsal analiz bağlamının dışında, sınıfsal analize döndüğümüzde, Akçay’ı makro analizde üstün kılan çerçevesi, yerel ölçekteki analizde boşluklarla karşılaşıyor. Bunun temel sebebinin, yukarıda belirli bir rasyonalite uyarınca blok halinde davranma eğilimi olarak tarif etmeye çalıştığım varsayım olduğunu düşünüyorum. Nitekim yukarıda sözünü ettiğim aslî eleştiri noktasını buradan hareketle oluşturacağım. Söz konusu varsayıma dayalı herhangi bir teorik çerçeve, yapısalcı analiz çerçevelerine getirilen genel eleştirilere (sonuçlardan nedenlere gitme, belirli türden bir işlev atfına neden atfı statüsü atfetme, kişi olmayan entitelere kişisel özellikler isnat etme vs) konu edilebilirdi. Gelgelelim bu, kanımca, teorik bakımdan verimsiz, ampirik bakımdansa gereksiz bir tartışma olurdu. Ben, bunun yerine, belirli bir rasyonalite uyarınca blok halinde davranma eğilimi varsayımının ve böylelikle koyutlanan konjonktürel bir iktidar blokunun ancak ve sadece bir araştırma hipotezi olarak kabul edilebileceğini, mevcut haliyle ampirik temelden yoksun olduğunu ve yerel ölçeklerde ampirik olarak sınanabilecek biçimlerde yeniden formüle edilmesi gerektiğini iddia edeceğim.
Bu iddiamın birinci nedeni; ulusal ölçekteki ampirik kanıtların çok büyük ölçüde sermaye, politika ve bürokrasi temsilcilerinin beyanatlarına dayanması, yereldeki görünümlere (yani, yerel sermayedar, yerel bürokrasi, mahalli birimler ve iktidar partilerinin il-ilçe örgütlenmelerinin iç içeliğine) ilişkin çalışmada hemen hiçbir örneğin bulunmaması, bulunduğu nadir durumlarda ise bunların esasen gazete yazılarına dayanıyor görünmesidir. Öncelikle: Manipülatif amaçlar taşıdıkları bariz olan temsilci beyanatları birinci dereceden veriler değildir, zira ilişkinin kendisini değil kamuoyuna sunulma biçimini, moda deyişle algısını temsil ederler. Peşi sıra: Gazetecilerin, mesleklerinin en iyilerinden olsalar dahi, ulusal ölçekte yahut yerelde yakaladıkları birtakım ilişkileri ve/ya ilişki ağlarını sosyalbilimsel açıdan doğru bir çerçeveye oturtup oturtamadıkları, “haberi köpürtme” güdülerinin kimi durumlarda ağır basıp basmadığı ve yerel (ve ulusal) politik bloklaşmadan ne denli azade oldukları metodolojik açıdan problematiktir.
Hipotez inşa ederken bunlar yine de bir sorun olmayabilirdi. Fakat iddiamın ikinci ve daha temel nedeni, konjonktürel iktidar bloku hipotezinin yerelde sınanacak şekilde formüle edilmemiş olmasıdır. Akçay, iktidar bloku analizinin temel amacının “konjonktürde sermaye ile bürokrasi ve siyasal iktidar arasındaki çıkar ortaklaşmasının ve güç dengesinin parametrelerini incelemek” (s. 46) olduğunu belirtiyor. Gelgelelim, şayet salt istatistikî korelasyon düzeyinde kalmak istenmiyorsa, bu türden parametrelere hem ontolojik hem de metodolojik açıdan ancak ve sadece yerelden doğru örülerek ulaşılabilir. İktidar bloku hipotezinin, metodolojik olarak, bu hipotetik aşamada dahi Denizli, Gaziantep, Kayseri gibi karakteristik şehirlerden elde edilen öncü veriyle desteklenmesi gerekir. Ontolojik olarak ise, mezkûr iktidar blokunun bizzat yerelden doğru inşa edildiğinin (ki aksi durumda uzun soluklu olamazdı) sergilenmesi gerekir. Sözgelimi DSG’nin yerelde bloklaştığı örüntüsünü elde etme için krediye ulaşma kriteri gerekli ama yeterli olmayan bir koşuldur. Bloklaşma örüntülerinin mekânlarda nasıl cisimleştiklerinin, hangi ideolojik yahut “kozmolojik” söylemlerin konjonktürde tutkal işlevi gördüklerinin ve ne türden iktisadî, kültürel yahut başka türlü sosyal pratiklere kaynaklık ettiklerinin açığa çıkarılması gerekir. Temel eleştiriyi şu şekilde mottolaştırabilirdim: Ortak çıkarlardan ortak davranışa giden yol pürüzsüz değildir.
Yukarıda birkaç kez tırnaklarla ima ettiğim üzere, Utku Balaban’ın “faburjuvazi” kavramsallaştırması,[7] makro iktisadî analizden yerelde sosyolojik araştırmaya geçişte kanımca önemli bir köprü görevi görebilir.[8] Balaban, Marksistlerin ve özelde Poulantzas’ın dayandığı “dikey katmanlaşma modeli”nin kavramaya izin vermediği bir sınıf olarak faburjuvaziyi şu şekilde tanımlıyor: “Bu toplumsal sınıfın çekirdeğini ihracata yönelmiş olan imalatçı KOBİ sahipleri oluşturuyor. Çeperinde ise bu KOBİ sahiplerinin Türkiye’ye getirdiği dövizden nemalanan ve ekseriyetle işçi mahallerinde faaliyet gösteren esnaf, küçük müteahhit diyebileceğimiz, apartman sahibi insanlar oluşturuyor”.[9] Balaban, varlığı yüksek enflasyona, düşük ücretlere ve bol istihdama bağlı bu sınıfın, ucuz krediyle ekonomiyi döndürme ve işçi sınıfını belirli semtlerde bloke etme işlevleriyle nasıl bir beka meselesi haline geldiğini ortaya koyarak yakın dönemin politik analizine yöneliyor. Buradaki ilgilerimiz açısından önemli olan şey ise, Balaban’ın bu tanımının zihinlerde aşağı yukarı somut bir araştırma tasarımını canlandırıyor olması. Balaban bir saha eskizi, ampirik olarak daha sınanabilir bir çerçeve sunuyor.
Sonuç olarak; Akçay’ın, yazının muhtelif yerlerine yerleştirdiğim netleştirme amaçlı şerhler saklı kalmak kaydıyla, Türkiye’nin sosyal bilimler alanına eleştirel siyasal iktisat perspektifinden önemli bir katkı sunduğunu vurgulamak gerek. Çerçevenin yerel ölçeklerde ampirik olarak sınanabilecek biçimlerde yeniden formüle edilmesi gerektiği yönündeki eleştirinin ise sosyalbilimsel ve özelde sosyolojik araştırmalara istikamet belirleme yönünde bir fırsat olarak değerlendirilmesi arzusundayım. Bu, bir yanıyla, disiplinlerarası girişilebilecek ileri araştırmalara yön verme potansiyeline göndermede bulunuyor: Gerek Marksist gerekse liberal yönden ekonomist ve otistik iktisat anlayışlarının karşısında, bir gözü sahaya bakan ve siyasal iktidarın toplumsal kaynaklarını kavramaya aday bir iktisadî bakış hayli mühim. Diğer yanıyla ise, her ne kadar sınıfın, sanayinin ve teknolojinin nedensel açıklayıcılığına ilişkin vurguda artış olsa da hâlâ iktisadî süreçlerle bağı önemli ölçüde kopuk olan sosyoloji alanının failleri açısından can alıcı bir çalışma alanına işaret ediyor. Yukarıdaki mottoyu uyarlarsam: Nesnel bakımdan farz edilen ortak çıkarlar ile öznel bakımdan gözlemlenen ortak davranışlar arasındaki o apriori belirlenemez, dolambaçlı ilişkinin kat edilebilmesi için sosyologların sınıf analizinin nesnel ve öznel momentlerine ve bu ikisini dolayımlayan süreçlere dönük teorik ve ampirik ilgiyi geliştirmeleri ve uygulamaya koymaları elzemdir.
[1] Erik Olin Wright, Classes, London and New York: Verso, 1997, s. 12.
[2] Wright’ın, a.g.e., s. 9’da, “Marksist Sınıf Analizindeki Teorik Nesneler ve Soyutlama Düzeyleri” başlığı altında oluşturduğu şema şöyledir:
[3] Bu tabloyu bana ilettiği için Ümit Akçay’a teşekkür ederim.
[4] Barış Soydan, sözgelimi, bizzat Ümit Akçay’ın çalışması üzerine kaleme aldığı, “‘Düşük faiz koalisyonu’ ve Erdoğan” (https://10haber.net/yazarlar/baris-soydan/dusuk-faiz-koalisyonu-ve-erdogan-513540/ , 2024) başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 öncesinde de düşük faizden yana olduğunu beyanatlarla gösterdikten sonra, onun iktisadî bakış açısının kendi deneyimlerinden nasıl şekillendiğine ilişkin oldukça ilginç bir argüman geliştirir.
[5] YBSG’nin temellerini atan sermayedar kuşağının da tarihsel olarak, yani öz sermayesinin düşük olduğu zamanlarda aynı süreçlerden geçtiği, zamanın siyasal elitleriyle benzer türden bağımlılık ilişkileri geliştirdiği vakıadır; bu bizi “güçlü devlet tezi”ne mi götürür, sanmıyorum.
[6] https://www.kgf.com.tr/index.php/tr/
[7] Kavramın kapsamlı teorik temellendirmesi için Türkçede bkz. Utku Balaban, “Faburjuvazi ve İktidar: Yakın Türkiye Tarihinde Sınıf ve Siyasal İslam”, Praksis, 2013, sayı 32, s. 11-63. Yakın dönemli bir teorik-tarihsel yeniden ifadelendirme için bkz. Utku Balaban, “Manufacturing the AKP in Turkey”, https://merip.org/2022/01/manufacturing-the-akp-in-turkey/, 2022.
[8] Akçay da aslında Balaban’ın geliştirdiği kavramsallaştırmanın ve ulaştığı bulguların kendi ortaya koyduğu tabloyla büyük ölçüde uyumlu olduğunu belirtiyor (s. 50).
[9] Utku Balaban, “Seçimi ‘AKP’nin Küçülme Stratejisi’ mi Etkiledi?”, https://bianet.org/haber/secimi-akp-nin-kuculme-stratejisi-mi-etkiledi-279157, 2023.