Belirsizlik Ortamında Barışa Tutunmak

Hiç beklemediğimiz bir anda, Kürt meselesi yeniden gündemimize düştü. Hem de konuşmanın neredeyse imkânsız olduğu bir dönemde. Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya daveti, Türkiye’nin yakın tarihindeki en şaşırtıcı siyasi hamlelerden biri oldu.

İki aydır olan biteni anlamlandırmakta zorlanıyoruz. Kürt meselesi gündemden düşmüşken Bahçeli bunu neden yaptı? Bahçeli ile Erdoğan arasında görüş ayrılığı  var mı? Öcalan örgüte ne karşılığında "silah bırakın" diyecek? Ve bunlar kadar önemli bir başka soru: Kürtler, iktidarla anlaşıp ülkedeki muhalefeti yalnız mı bırakacak? Günlerdir bu sorular etrafında dönüp duruyoruz.

İki aydır yaşanan gelişmeleri şimdilik ancak "çatışmayı bitirme çağrısı" olarak değerlendirebiliriz ve bu çağrının, kaynağından bağımsız olarak, başlıbaşına değerli olduğunu düşünüyorum.

Yaşanan kayıplar, cezaevlerinde geçen ömürler ve bu acıların ardındaki insani dramları düşündüğümüzde, çatışma ihtimalinin ortadan kalkacağına dair milyonda bir ihtimalin varlığı bile bu acıları yaşamış insanların bu ihtimalle umutlanmasını, heyecan duymasını sağlamaya yetiyor.

Son yıllarda çatışmalar sona ermiş gibi görünse de çatışma ihtimalinin varlığı, Kürt bölgesinin sürekli bir belirsizlik içinde kalmasına, ister bölgede ister bölge dışında yaşasın, Kürtlerin gündelik hayatlarında ayrımcılıklarla karşılaşmalarına neden oluyor.

Silahların Gölgesinde Demokrasi Talebi

Uzun yıllardır Kürt meselesi, silahların gölgesi altında tartışılmakta. Bu durum, geniş kitleler tarafından temel hakların çiğnenmesini meşrulaştıran bir gerekçe olarak kullanılıyor. Silahlı bir örgütün varlığı, Kürt siyasal hareketinin ve bu harekete gönül verenlerin, hatta onlarla ilişki kuran kesimlerin bile terörle ilişkilendirilmesine yol açıyor.

Muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri, bu damgadan kaçınmak için genellikle kapalı kapılar ardında Kürt siyasetçileriyle ilişki kurmayı ya da var olan ilişkilerini inkâr etmeyi tercih ediyor. Bu durum, Kürt siyasal hareketinin bir parçası olanların uzun süredir "vebalı" muamelesi görmesine gerekçe olarak kullanılıyor.

Örgütün silahı bırakması durumunda, Kürt meselesiyle uğraşanların başka bir gerekçeyle damgalanıp suçlanmayacağını henüz bilmiyoruz. Ancak, örgütün varlığının, Kürt meselesi etrafında yaşanan hak ihlallerini görünmez kılmak için kullanıldığı gerçeği açık. Bu nedenle, hangi saiklerle başlatılmış olursa olsun, çatışmaları sonlandırabilecek, ölümleri gündemimizden çıkarabilecek girişimleri desteklemenin son derece önemli olduğuna inanıyorum.

Temel Haklar ve Muktedir Dili

Bu sürecin yürütülme biçimi ve tartışmalara yansıyan üslup, bazı kritik noktalara dikkat çekmeyi zorunlu kılıyor. İlk günden itibaren kullanılan dilin yukarıdan ve lütfeden bir dil olduğunu ve bu tutumun, siyasetçilerden yorumculara kadar geniş bir kesime sirayet ettiğini görüyoruz.

Cumhur İttifakı, ilk andan itibaren girilen yolun bir barış süreci olmadığının altını çiziyor ve bu çağrıya olumlu yanıt verilmemesi durumunda yaşanacakların pek de hayırlı olmayacağını ima etmekten de geri durmuyor. Niyetin çatışmaları sona erdirmek mi yoksa muhalefeti parçalamak mı olduğu tartışmalarını sonlandıracak adımları atıp atmayacağını ise zaman gösterecek. Sonuç olarak temel haklar meselesini bir lütuf gibi sunmaktaki hoyratlık devam ediyor.

Siyasi Analiz ve Etik Sorumluluklar

Bu çağrı etrafında bir tartışma başlamasını umursayan birçok kişi, bu süreci Bahçeli üzerinden “Devletin uzattığı el” metaforuyla sunmayı eş zamanlı yürütülen kayyum operasyonlarını ise havuç sopa benzetmeleriyle kavramsallaştırmayı seçti.

Bu tartışmaların gündemde tutulması önemlidir ancak kullanılan dilin amaca uygun olması gerekir. Örneğin, hükümetin yürüttüğü kayyum rejimi gibi hukuku ihlal eden uygulamaları "sopa," temel insan haklarını ise "havuç" teşbihiyle karşılamak, en hafif tabiriyle, özensizlik oluyor.

Devlet Bahçeli'nin ve Erdoğan’ın açıklamalarındaki her zamankinden farklı ve olumlu unsurların altını çizmek kıymetlidir. Ancak, bu söylemlerle çelişen hatta tamamen zıt uygulamaları da eleştirisiz geçiştirmemek gerekir. Meselenin tüm muhataplarını, Dem Parti de dahil olmak üzere, tutarlılığa davet etmek zorundayız. Özellikle hukuk dışı uygulamaları ve nefret söylemi içeren ifadeleri, siyasi partilerin tabanlarına yönelik sarf ettikleri sıradan mesajlar olarak görüp önemsizleştirmek, aydınların görevi olmamalıdır.

Eğer bu süreçten bir barış çıkacaksa bu ancak etik ve sorumlu yaklaşımlarla mümkün olacaktır. Siyasal söylemleri, uygulamaları ve aktörleri, bir satranç oyununun taşlarıymış gibi araçlaştırarak anmak ve toplumun hukuk (ve kayıt) dışılıklara alıştırılmasını teşvik etmek ciddi bir risk taşır. Özellikle geçmişten bugüne iktidarların hukuk (ve “rutin”) dışına çıkmalarını başka bir yüksek menfaat adına meşrulaştıran yaklaşımların, ortamı zehirlediğini görmeliyiz.

Yetmez Ama Evet Benzerliğine Dikkat

Bahçeli’nin çağrısının muhalefet cephesindeki etkisine baktığımızda, en büyük tahribatın bu cephede yaşanacağı görülüyor. Bu çağrıya destek verenlerle bunu ciddiye almayanların söylemlerine bakıldığında, “Yetmez ama Evet” deneyimiyle benzerlikler bulmak mümkün. 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumu, “Yetmez ama Evet” sloganıyla hafızalarımıza kazındı. O dönem, yapılmak istenen değişiklikleri bir grup aydın “Yetmez ama Evet” diyerek savunurken, başını ulusalcıların çektiği başka bir grup ise “Ak Partiden demokrasi çıkmaz” diyerek değişiklik tasarısına peşinen karşı çıkmıştı.

O dönemde AK Parti'nin imajı bugünkünden çok daha olumlu bir noktadaydı. Bugün ise karşımızda, antidemokratik bir sicile sahip ve muhafazakâr-milliyetçi bir dünya tasavvurunu hayata geçirmeye çalışan bir ittifak bulunuyor. Cumhur İttifakının mevcut sicili ortadayken ve bu doğrultuda icraatlarını sürdürürken, bu kesimin ülkenin genel çıkarlarına yönelik bir süreç başlatabileceğine inanmayan geniş bir topluluk var. “Yetmez ama Evet” sürecinde karamsar olanlar çoğunlukla ulusalcı çevrelerken, bugün bu karamsarlığın çok daha geniş bir kesime yayıldığını gözlemliyoruz.

Demokratikleşme ve Barış: Ayrı Ama Birlikte

Türkiye'nin demokratikleşmesi ile çatışmaların sona ermesi birbirleriyle ilişkili olsa da birbirinin koşulu olmaması gereken ayrı süreçlerdir. Savaşın, silahlı çatışma ortamının sona erme ihtimalinin, kendi başına her şeyden bağımsız olarak olumlu bir gelişme olduğunu ve bu doğrultuda çaba sarf etmenin son derece kıymetli olduğunu ne kadar yinelesem az.

Öte yandan, Türkiye demokratikleşmedikçe Kürtlerin temel sorunlarının çözülmesi de mümkün değil. Çünkü bu sorunlar, ülkemizde demokratik bir sistemin tam anlamıyla kurulamamış olmasından kaynaklanıyor. Kürt meselesinin nihai çözümü, ülkenin demokratikleşmesiyle eş zamanlı gerçekleşecektir. Ancak ülkede demokrasi tam anlamıyla inşa edilmeden de savaş sona erebilir, ölümler durdurulabilir ve örgüt silah bırakabilir. Bu iki süreci birbirinin koşulu olarak görmemeliyiz.

Silahların bırakılması ve barış, Öcalan'ın çağrısıyla örgütün silah bırakması ve devletin bu bağlamda bir anlaşma yürütmesiyle sağlanacaksa, bunun karşısında "Ama ülke demokratikleşmiyor, neden silah bırakıyorsunuz?" dememeli, bu süreci sekteye uğratmaktan kaçınmalıdır. Çatışmaların sona erdiği bir Türkiye'de demokratikleşme uzun yıllar sürecek bir mücadele alanı olarak önümüzde duruyor olacak. Bu sürecin zorlukları ve belirsizlikleri, barışın sağlanmasını öncelikli ve acil bir hedef olmaktan alıkoymamalıdır.

Muhalefetin Ayrışması İhtimali

Bu sürecin en kırılgan noktalarından biri, muhalif kamuoyunun bu gelişmelere karşı takındığı tutum. Cumhur İttifakının son yıllardaki uygulamaları sonrasında geniş bir kesimin bu ittifaktan umudunu tamamen kestiği ve bu iktidarın demokrasi ile özgürlükler konusunda herhangi bir olumlu adım atacağına inanmadığı açıkça görülüyor.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan büyük hayal kırıklığının ardından yerel seçim sonuçları, muhaliflerin değişim hayali kurmalarını mümkün kılmıştı. Kürt siyasal hareketinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, sonra da yerel seçimlerdeki tavrı, muhalif çevrelerin umudunun yeniden yeşermesini sağlamıştı. Ancak bugün, AK Parti’nin antidemokratik uygulamaları devam ederken, Kürtlerin barış süreci çerçevesinde bu iktidarla ilişki kurması, muhalif kamuoyu ile Kürtler arasında büyük bir duygusal kopuşa yol açabilir gibi görünüyor.

Bu noktada, her iki tarafa da önemli sorumluluklar düşüyor. Barış ihtimalini önemseyenler, mevcut baskıcı ortamda umutsuzluklarını ifade edenlere "Tuzunuz kuru" gibi agresif imalarla yaklaşmaması ve dile getirilen eleştirilere kulak vermesini… bu süreçten olumlu bir sonuç çıkmayacağını düşünenlerin de sürekli olarak Kürtlerin saf değiştireceği veya muhalefeti “satacağı” imasında bulunmaktan vazgeçmesini dilesek, çok şey istemiş olmayız herhalde!

Sonuç: Çatışmadan Yorulmak…

Toplum olarak, birbirimizi anlamaya yönelik samimi çabalar göstermediğimiz sürece Kürt meselesi ve benzeri yapısal sorunların çözümü mümkün görünmüyor. Kürt meselesi, yalnızca Kürtlerin değil, tüm Türkiye’nin demokrasi ve adalet mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu meseleyi belirsiz bir geleceğe havale etmek yerine, çatışmaların sona ermesini bu uzun yolculuğun başlangıcı olarak görmeliyiz. Elbette barış, yalnızca çatışmasızlık anlamına gelmiyor; barış, toplumsal adalet, eşit ve onurlu bir yurttaşlık ve bunları mümkün kılacak kalıcı bir demokratikleşme demektir.

Bu konuyu değerlendirirken konuştuğum birçok kişi geçmiş deneyimlere atıfla iyimser olmasalar da, umutlu olmak istediklerini ifade ediyorlar. Herkesin bitmek bilmez bagajlara sahip olduğu, oyunu bozmak için bir bahanenin yettiği ve güvensizliğin ana renk olduğu bir zemindeyiz. Bizi umutlu kılacak en önemli gücümüz ise yaşadığımız olumsuzluklardan yorulmuş, usanmış ve umarım çeşitli dersler çıkarmış olmamız. Halihazırdaki gelişmeler barış ve demokrasiyi işaret etmekten uzak olsa da ezberleri bozacak ve herkesin eski konumlanışını sorgulamasını gerektirecek düzeyde. Bu belirsizlik içerisinde umudu büyütmek ise geleneksel tepkiler yerine serinkanlı ve sağduyulu yaklaşımlarla mümkün olacak.