Son yıllarda yeni yıl her yaklaştığında aynı tartışma alevleniyor. "Müslüman Noel Kutlamaz!" sloganıyla beraber alışveriş merkezlerinde tek tük çam ağacı saldırılarına da şahit olmuyor değiliz. Bu sene diyanetin öncülük ettiği, dinî öncüllerden beslenen bu saldırganlığa ve karşısındaki cephenin kontrataklarına yakından bakmak daha enteresan olabilir. Yılbaşı ve hatta Noel kutlamalarına iştirak eden birisi olarak bu yazının, hükümden vareste bir mini-inceleme olacağını söylemek isterim.
Yılbaşı/Noel, bugün ülkemizi oluşturan toplum kesimlerinin çok büyük kısmının hayatına gireli yüz sene olmadı. 1920'lerin ikinci yarısında şehirli ailelerde başlayan evde kutlama geleneği, ilerleyen senelerde 1 Ocak'ın resmî tatil ilan edilmesiyle daha geniş bir kitleye yayılmış oldu. Bugünkü Milli Piyango İdaresi'nin atası sayılabilecek "Tayyare Piyangosu" da o zamanki ismiyle "Türk Tayyare Cemiyeti'nin -bugünün Türk Hava Kurumu- havacılık faaliyetlerine kolay yoldan finansman bulabilmek için yılbaşı çekilişleri düzenliyordu. İnsanlar, yılbaşılarda senenin talihlisi olup olmadıklarını öğrenmek için gece yarısını bekler olmuşlardı. Tabii hanelerde kutlanmaya başlanan bir günün, kamusal alana da sirayet etmesi uzun sürmedi. Kısa sürede birçok mekân, yılbaşı özel programları tertip etmeye başladı. Aslında bu artmış oran; lokantaların, gazinoların, müzikhollerin, otellerin ve sair bilumum ticari mekânın kâr etmek hevesiyle toplumsal bir talebe cevap verdiğini göstermekteydi. Demek ki özellikle 1930'ların ikinci yarısından itibaren Türkiye'nin şehirli insanlarının birçoğu artık yılbaşı mefhumundan haberdardır.
70 sonu-80 başı itibarıyla da televizyon yayınının ve dolayısıyla da yılbaşı programlarının ülke çapında yaygınlık kazanması neticesinde nihayet Türkiye genelinde "yılbaşı kültürü" diyebileceğimiz bir beklenti ve idrak bütününün temayüz ettiği söylenebilir. Halen elli yaşını aşmış büyük bir erkek kalabalığında TRT'nin yılbaşı gecelerinde çıkardığı dansözlerin efsunkâr travması mevcuttur! (Belki bunu şarklı modernleşmesinin çok net bir örneği olarak da görebiliriz!)
90'lı yıllardan itibaren Türkiye'de açık bir şekilde gözle görülür hale gelmiş olan İslâmi uyanışın mayasında; o âna kadar yaşanmış hayata ve müesses nizama muhalefet yatmasından daha doğal bir şey yoktu. Türkiye'nin yeni yeni oturmuş "yılbaşı kültürü" de bu "asr-ı intibahın" hedefinde olmalıydı. Peki en azından somut alanda ve günlük yaşamda pek zararsız olan bu bayram gününe muhalefetin sebebi sadece bir geçmişi reddetmek fiilinden ibaret miydi?
Pek sayılmaz; bilmek gerekir ki İslâm, her şeyden önce bir yaşam tarzıdır. Neredeyse yaşamın her alanını sıkı sıkıya kontrolü altına almış bir nevi ilahi doktrindir. Bu noktada; dindar bir Müslümanın ideolojik davranması değil, davranmaması tuhaf olandır. Tabii olarak İslâmi bir uyanış hareketinin neticeleri de toplumsal olarak "emrolunan normlara" imtisal etmek gayreti ve süregelmiş hayatı da bu normlara sığdırmak arzusu olacaktır.
İşin İslâmi-doktriner tarafına eğildiğimiz zaman bizi en başta şu hadis karşılar ki bu, dünya çapında reaksiyoner tarafı bulunan birçok İslâmi uyanış hareketinin; ülkelerindeki müesses nizamın zamana ayak uydurabilmek hevesiyle kalkıştığı "tümden bir paradigma değişikliğine" itirazının temeli sayılabilir.
“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031)
Görüleceği üzere bu hadise göre "teşebbüh"(öykünmek, benzemek isteyerek taklide yeltenmek) pek kolay bir şekilde dinin hudutlarını zorlamaktadır. Zaman içerisinde bu gevşekliğin; pratik hayatı fazlaca kanırtıyor olduğu görülmüş olsa gerektir ki bir kısım teşebbüh, tabii-mekruh-haram diye bölünmüştür.
Ortodoks İslâmi bakışa göre başka bir dinin, kültürün herhangi bir âdetine uymak da bu çerçeve içerisinde "haram" olarak değerlendirilebilir. Tabii bizim yoğunlaştığımız şey, bir bayram günü. Bu spesifik alan incelenecek olursa bulunabilecek olan aşağıdaki hadis, "yılbaşı itirazının" doktriner istinat duvarıdır.
"Her kim, Acemlerin ülkesinden geçerse (müşriklerin toprağında ikâmet ederse), onlarla beraber onların Nevruz ve Mihricân bayramlarını kutlar ve ölünceye kadar bu hâl üzere onlara benzerse, kıyâmet günü onlarla beraber haşrolur." (Avnu'l-Ma'bûd ve Feydu'l-Kadîr).
Açıkça görülmektedir ki bu, insan topluluklarının birbirini tesir altına almalarında kültürel etkinliklerin ehemmiyetini müdrik bir ön alma hamlesidir. Kuzeye ilerledikçe yabancı bir kültürel tehdit görülmüş ve o günün rakibinin bayramları, iştirak edilmemesi şart kırmızı çizgiler olarak nitelenmiştir. Bugün yaşananın da bundan pek bir farkı yok denilebilir. İslâmi dünyanın kültürel kavgası artık Batı dünyasına karşıdır. Dolayısıyla Batı dünyasının bayram günleri de, artık mücadele edilmesi gereken yeni "toplumsal ajanlar" olarak görülmektedir.
Son zamanlarda bu cenah içerisinde kitlelerin mevzubahis “toplumsal ajanlara” meyil vermemesi için yeni bir yapay gün de tertip edildiği söylenebilir. Genel kabule göre 10-11 Ocak 630’da (20 Ramazan 8) zapt edilen Mekke’nin fetih kutlamaları, son yıllarda 1 Ocak’a çekildi. Şüphesiz gözüküyor ki bu nafile çaba, yılbaşına bir rakip yaratmak hevesinden ve dolayısıyla kitle sakınan bir defansif hamleden mürekkeptir.
Bir tarafın penceresinden yeterince baktığımızı düşünerek biraz da son yüz senede iyi kötü bir "yılbaşı kutlamak" alışkanlığı edinmiş ve bunu da devam ettirmek isteyen bir diğer toplum kesiminden söz edelim. Ülkemizdeki "Yılbaşıcılar"ın, konu özelinde yıllardır sürekli dozu artan ve bugünü hedef alan bir direkt saldırı ile muhatap olduklarından olsa gerek, son yıllarda birkaç defans mekanizması geliştirdikleri görülüyor. Bunların birincisi en uzun zamandır aşina olduğumuz, meseleyi kökünden çözecek ve İslâmi cenahla uzlaşmaya gönüllü bir nosyon düzeltme harekâtıdır.
Bu fikrî harekât yılbaşının, Noel'den farklı bir şey olduğunu ve kutlanmasında hiçbir beis olmadığını anlatmayı hedefler. Noel başka bir şeydir, yılbaşı başka bir şeydir. Noel'de dinî bir tema ön planda iken yılbaşında bu yoktur. Yılbaşı 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan akşam kutlanır iken Noel bu gün kutlanmaz. 24-25 Aralık'ta veya 6-7 Ocak'ta kutlanır. Tabii ki bunlar doğrudur lakin burada uzlaşma sağlamak için görmezden gelinen şey, yılbaşının düşünsel kimliğinin Noel geleneğinden açıkça beslenmiş olduğu gerçeğidir. Sadece beş dakika düşünüldüğünde, Noel olmasaydı -kutladığımız şekliyle- 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan gece kutlanacak "yılbaşı" diye bir günün var olamayacağı kolayca anlaşılabilir.
Yani “yılbaşı”, bugün başka bir benliğe bürünmüş olsa da Noel geleneği sayesinde hayatımıza girmiş bir şeydir. Demin bahsettiğim “fikrî harekât” ise bu yanını tamamen görmezden gelerek bunu ortaklaşa bir zemine çekmeye gayret etmektedir. Fakat gün gibi ortada olan bir illiyet bağı karşı tarafı ikna olmaktan alıkoyuyor gibi gözüküyor.
Özellikle son birkaç senede fazlaca gözle görülür olmuş ikinci ve daha gülünç bir temayül ise yılbaşı diye kutlanan şeyin aslında eski bir Türk bayramı ve Orta Asya’dan beri süregelen bir gelenek olduğunu iddia etmek modasıdır. Başta ideolojik tarihçiliğin piri sayılabilecek Muazzez İlmiye Çığ olmak üzere müddeiler bu bayramın isminin aslında “Nardugan Bayramı” olduğunu, çam ağacı süsleme geleneğinin eski Türklerden geldiğini ve Noel’in dahi bu bayramdan türediğini ifade ettiler.
Çığ ve arkasındakilerin bu söylemi geliştirmelerinin tam da İslâmi itirazların palazlandığı bir döneme denk gelmesi manidardır.
Açıkça görülüyor ki bu söylem, İslâmi saldırılara karşı “vazgeçemiyorsan sahip çık” ilkesini düstur edinmiş, “zaten bizde de vardı” diyen ve böylece adeta bu İslâmi tepkinin “affına sığınan” bir yapaylıktan ibarettir. Cumhuriyet tarihimizde bir girişim vardır ki, benzer bir sahiplenme hareketinin şu âna kadarki en çarpıcı örneğidir. Bu elbette Güneş-Dil Teorisidir.
Güneş-Dil Teorisi, birçoğumuz için bilimsellikten bir hayli uzak ve komik dursa da esasında pragmatist bir gayretin mahsulüdür. Dil Devrimi sürecindeki tasfiyeciliğin dile verdiği zararı gören birtakım otorite çok bunaldığı bir anda Hermann Feodor Kvergić’in teorisyeni olduğu Güneş-Dil Teorisi’ne sarılmıştır. Teori, kısaca Türkçenin dünya üzerindeki ilk dillerden birisi olduğunu ve dünya üzerindeki birçok kelimenin ve dilin kökenini oluşturduğunu söylüyordu. Teorisyeni ile Türkiye’de onu benimseyen otoritenin arasındaki fark, hedeflenen şey noktasında idi. Dildeki tasfiyeciliğin “dili bir çıkmaza soktuğunu” düşünenler teoriyi faydalı bulmuşlardı. Hem böyle yapılırsa hiçbir kelimeyi tasfiye etmeye gerek de kalmazdı. Nasıl olsa tüm kelimeler Türkçenin torunlarıydı!
“Nardugan” söylemi de tıpkı bunun gibi bir “vazgeçemiyorsan sahip çık” hareketidir. Yılbaşından vazgeçemeyen ve onu, karşısındaki İslâmcı hareketin zihninde rasyonalize etmek hevesiyle kuşanmış, çocukça bir girişimdir. Yılbaşı, aralarındaki akrabalık bağı sebebiyle Noel’den ayrı kılınamayınca Noel’in de millileştirilme gayretidir. Kaldı ki şayet sahiden böyle bir bayram olsa dahi bugün haberdar oluyor isek çoktan onunla bağımız kopmuş demektir. Bizim kutladığımız yılbaşının beslendiği gelenek bu değildir, geçmişte kalmıştır. Tabii bu basit muhakeme, iddia sahipleri tarafından asla yapılmaz, akla bile getirilmez. Çünkü burada gaye sahici bir bilmek arzusundan vareste, fikrî bir meşruiyet kazanmaktır.
Fakat bana kalırsa bu çocuksu gayretlerden daha kolay ve akla gelmemiş bir yol daha vardır. “Bu bayram böyle bir bayram ve ben de kutlamak istiyorum,” denilirse hem yalan söylenmemiş olur hem de egosintonik ve samimi bir tavır sergilenmiş olur. Neticede, insanlar eğer yılbaşı kutlamak istiyorlarsa kimseden icazet almak durumunda değillerdir ve bunu, karşılarındaki hoşgörüden nasibini almamışların zihninde kabul edilebilir noktaya çekmeleri için de hiçbir sebep yoktur.