Bir trajik ve çok acı olayı yaşandı; Hrant Dink, bir Ermeni aydın, Ermeni olduğu için, planlanarak katledildi. Cinayetin arkasındaki organizasyon değil, o insanlık dışı eylemin, öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri de çerçeveleyen ideoloji ve o ideolojiden beslenen nefretin, gündelik hayattaki tezahürlerinin tarihsel sürekliliği ile ilgileniyorum.
Beni ürperten işte bu nefret menbaı. Bu membaın kurutulması gerekiyor. Ama kolay değil ve devletin ideolojik aygıtlarınca, hükümetler değişse de, vazgeçilmez bir hınçla yeniden ve yeniden üretimine devam ediliyor. Devletin kurucu ideolojisinin, Ermenileri de Çerkesleri de ve tabii Kürtleri de varoluşuna yönelik en dinamik tehdit olarak algılaması, artık gizlenemeyen bir gerçeklik.
Paradoksal olarak da, yok farz edilen bu ve diğer etnik, dinsel, cinsel kimlikler, en beklenmedik bir zamanda, Hrant'ın katlinin akabinde, özgünlüklerini ve varlıklarını adeta haykırarak aynı yerlerde özgüllükleriyle yanyana gelmeye başladılar. Çerkesler ve Ermeniler arasında bu son süreçte, özellikle de HDP çatısında, mesafeli durma yanlışlığı gideriliyor. Bir Çerkes olarak itiraf etmeliyim ki, Çerkeslerin, çok yakın zamanlara kadar Ermenilere bakışı, algısı ne yazık ki egemen ideolojinin, utanç verici derecede, etkisi altında işledi. Ermeni imha ve inkârına karşı son derece anlamsız bir sessizlikle, asimilasyona uğrayan sanki sadece Çerkeslermiş, dili, kültürü ve kimliği inkâr edilen tek bizmişiz gibi, etrafına pek bakmama gibi bir aymazlık içindeydik. Ermeniler daha geniş bakarak, imha çarklarının Çerkesleri de dişlileri arasına aldıklarını görüp dile getirme cesaretini gösteriyorlardı. Mersin'de, Hrant Dink Parkı, her yıl 6 mayısta tertip edilen Denizleri anma etkinlikleri programı dahilinde çeşitli etkinliklerle açılmış, bir de panel düzenlenmişti. Rakel Dink ve AGOS gazetesinden Ermeni aydınları da konuğumuzdu. Panelde, AGOS'tan bir dostumuz, Çerkes soykırımı ve sürgününden söz edince, bir anda donup kaldım. Çünkü artık bir eşik geçiliyordu. O an kader ortaklığı, benim için bir özkardeşliğe büründü.
Ortaya çıktıkça tüyler ürperten cinayetler, cinayet girişimleri Ermenileri hallettikten sonra sıranın Çerkes kimliği ve dili için sesini yükselten Çerkes aydınlarına gelmekte olduğunu gösterdi.
Çerkesler ve Ermeniler konusunda bu yazı çerçevesinde asıl söylemek istediklerime gelirsek:
Bu ülkede,bir uzak akrabasının veya anneannesinin annesi ya da o mesafede akrabası Çerkes olanların sayısı, neredeyse Türkiye'deki Çerkes nüfusundan fazladır.
Aynı şekilde, Ermeni komşuları hakkında, ne kadar iyi insanlar oldukları veya esnaf olanlarının ne kadar dürüst ve işlerini layıkıyla yaptıklarına, ezana, ramazana ne kadar saygılı olduklarına dair dedesinden, amcasından dinlemiş olan insan sayısının, yaşamakta olan bu ülkedeki Ermeni nüfusunu yüze katladığına tanık olmaya devam edegeliyoruz.
Ama ortak yanları, dünya tarihinde sık rastgelinemeyecek benzer trajediyi yaşanmışlıklarıdır.
Çerkesler de, Ermeniler de soykırım sonrası darmadağın edilmişler, sürgün sırasında ve sonrasında da, canice uygulamalara maruz kalmışlar, buna rağmen yok edilememişler; aksine yok olma, dilini, kültürünü kaybetme eşiğinde, bir silkinişle var olma mücadelesini geçen yüzyıllara göre çok daha umut verici evreye taşımayı başarmışlardır. Bu süreç, epeyce zahmetli, başta ilk akla gelen sevgili Hrant Dink'in katli gibi ağır veballer ödenerek ilerleyebilmiştir. Ama sinme, susma, içine büzüşmeye meydan vermeyen Ermeniler ve Çerkesler, Hrant' ın deyişiyle, bir güvercin ürkekliğini yaşayarak da olsa devletin ideolojik aygıtlarının kuşatmasını yarabilmişlerdir.
Hrant'ın şahane metaforu, ''güvercin ürkekliği'', her iki halkın bilhassa da son üç kuşağının yaşadıkları, babalarından dedelerinden, ninelerinden dinlediklerinin üstüne gelince, tam anlamıyla yerine oturdu. Bu son günlerde çıkan tarih ve araştırma kitapları, aydınların ve entelijansiyanın da artık resmi ideolojiyle köprülerini attıkça, daha yakın bir ilgi ve ortak çalışmalara yönelmeyi teşvik etmeye başladı.
Sözü uzatmadan Reyhanlı ve Hatay da Çerkes ve Ermenilerin bildiğim, tanık olduğum ve o uğursuz memba son damlasına kadar kurumadıkça ürpertisini hep duyacağım iki vakayla bitireceğim.
Uzun yıllar önce, mükemmel Çerkesçe ve Arapçası ile evi ve avlusundaki çiçekleri ile meşgul olarak yaşayan anneannem, bir gün Ermeni komşularını ne kadar sevdiğini anlatmaya başladı. Tığ örerken ezan okunduğunda, örgüye ezan bitene kadar ara verdiğini, dini bayramlarda ziyarete geldiklerini anlatırken birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda, bir sabah erkenden ağlayarak gelip kendileriyle helalleştiklerini, ordunun Ermenileri öldürerek geldiğini, kaçmak zorunda olduklarını söyleyerek veda ettiklerini, anlattı.
Kırıkhan ilçesinde, 1970’lere kadar dişçilik çok takdir ediliyor ve hep Kırıkhan'a gidiyordu, diş problemi yaşayanlar. O kadar büyük bir ustalıkla yapılıyordu ki, damağını yaptıran bir akrabamdan dinlemiştim. Normal bir diş hekimi aynı işlemden sonra bugün çok sıcak ve soğuk şeyler içme, iki gün ceviz, fındık gibi sert kabuklu yiyecekleri dişlerinle kırma diye tembih ederler. Kırıkhan'daki dişçiler, hastalarına bir avuç fındık verip, kır bakalım şunları, diyerek yolcu ederlermiş. Çok sonra öğrendim ki, tehcir öncesi Ermeni dişçilerin kalfa ya da çırakları imiş, bu inanılmaz ustalığı devralıp devam ettirenler. Ermenilerin sürgünüyle birlikte o efsanevi dişçilik de bitti Kırıkhan'da.
Cemil Meriç' in geceleri gaz lambasında Fransız edebiyatının klasiklerini ve Marksizmi okurken, bazı gecelerde de, yıllar sonra, kendisini İstanbul'da ziyaretine gelen arkadaşlarına keyifle anlatıp yad ettikleri, komşu bahçelerden Nar çalıp afiyetle yedikleri zamanları yaşadığı Reyhanlı'da ki en son Ermeni ailesi; 1977 yılında, üniversitenin sömestre tatili için memlekete yani Reyhanlı'ya gelen çocuklarının faşistlerce kıstırılıp başını ezerek öldürmek için saldırmaları ve amaçlarına ulaştıkları zannıyla o Ermeni üniversite öğrencisini kaldırım üzerinde kanlar içerisinde bırakmaları ama ölmeyen o beyefendi insanın perişan halde eve gelmesi sonrasında, bir daha dönmemek terk ettiler. İlçe futbol takımının en iyi oyuncusu olan bu değerli insanı katletmek üzere saldıranlar da aynı mahallenin gençleri idi. Olaydan, çok değil daha birkaç yıl öncesinde arkadaş idiler. Saldırının başını çekenin de bir Kürt kökenli faşist olması ise, o egemen ideoloji ve membaın kurutulması metaforuma sanırım hayati önem verdiriyor. Çünkü aynı zihniyet ve ideolojik dürtüler 0tuz yıl sonra, hayatında Hrant'ı görmemiş bir genci, ulvi bir eylem için Karadeniz’den İstanbul'a kadar getirtiyor, Hrant'ı öldürtüyor, yakalandıktan sonra da ortaya çıkan resimlerde de ellerindeki Türk bayrağı ile polislerle birlikte poz verdirtebiliyordu.
Peki Reyhanlı' da yaşayan Çerkeslerdeki güvercin ürkekliği nasıl bir şeydi? Sınıfın birincisi olan bir akrabam, okulda sıra arkadaşı ile sınıfta Çerkesçe konuşurken suratına patlayan bir tokat ve, Türkçe konuş, diye bir nara atan öğretmeninin zombileşmiş yüzünü kırk yıldır unutamıyor. Çünkü öğretmeni katışıksız bir Çerkes’di. Buna benzer o kadar çok olay yaşandı ki, artık vakay-i adiyeden sayılıyordu.
Papa ve AP'nin bugünlerde Ermeni Soykırımı hakkında beyan ve kararları peş peşe gelirken, establishment ve hükümetin feveranı, altını çizdiğim tarihsel sürekliliğin bir başka boyutunu sergiliyor.
Reisicumhur, tarihi tarihçilere bırakalım, diyor ya; İletişim ve Ayrıntı yayınlarından çıkan iki Ermeni tarihini konu alan kitapları kitapçılarda yerini aldı.
Ben İletişim' den çıkan Ermeni Soykırımı kitabından öğrendim ki, anneannemim anlattığı az evvel andığım, hazin vedalaşma, İskenderun sancağından tehcir edilen ve Suriye’ye sürgüne zorlanan Ermenilerin, utanç verici bir zorbalıkla evlerini terk ettikleri zamanlarda yaşanmış.
Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde Hatay milletvekili seçilen, genel başkan yardımcısı ve TİP' in tarım programını yazan rahmetli Yahya Kanbolat, yaptığı araştırmalarda Amik Ovası’ndaki iskân edilen yedi Çerkes köyünün ve o köylerde yaşamış olan Çerkeslerin akıbetinin meçhul olduğunu tespit etmişti.
Tarihçiler, tarihe el attıkça, egemen ideoloji adım adım gerileyecek, şüphe yok.
Umut, 1977 1 Mayısı’ndaki katliamdan sonra kırılmaya başlamış, 12 Eylül Darbesi ile de un ufak olmuştu.
Artık ufukta ışık görünüyor.
Şimdi bu önümüzdeki yeni dönemde, başta sözünü ettiğim, o nefret ve kin membaını kurutmak için hepimizin katkıda bulunabileceği, bu uğurda yapabileceği mutlaka bir şeylerin bulunduğunun bilincini her gün hayata geçirmek olmalı. Bundan kaçınmanın, ihmal etmenin Çerkes ya da Ermeni olunmasa da, artık bu ülkede hak edilen o huzur ve kültürel gökkuşağını yaratmayı daha da geciktireceği vebalini üslenmek anlamına geleceğini gözden ırak tutmamalıyız.