Birikim’in Aralık 2004 tarihli sayısında Tanıl Bora, Nurdan Gürbilek’le yaptığı söyleşiyi; Gürbilek’in Türkiye toplumunda yaşanan büyük dönüşümlerin zihinlerde yol açtığı travmatik sonuçlardan doğan zaaflarla yüzleşilerek ‘iyi’ edebiyat yapılabileceğini belirttiğine değinerek, “bu ‘iyi’ edebiyatın, Türkiye’de hiç değilse okur yazar nüfusun söz konusu zaaflarla yüzleşebilmesinde ne kadar etkisi olabildi?’ sorusu ile açıyordu.
Ve biraz ileride ‘iyi’ edebiyattan yaptığı analojik geçişle, ‘iyi’ politikanın da ifşa edici bir niteliğe sahip olması gerektiğine işaret ederek, “Cumhuriyet tarihini lekeleyen gerçek suçlar”la, “Maraş’la, Sivas’la, Susurluk’la vs. yüzleşilmesine, bunların ‘kötülük’ olarak [kavranılmasına] mahal vermeyen politik kültürü, ne ölçüde resmi ideoloji baskısıyla açıklayabiliriz; ne ölçüde, politik kültürün ‘sivil’ etmenleri de amildir?” sorusuyla devam ediyordu.
Gürbilek öncelikle, sorunun “sol hareketin kötülükle ya da ‘Cumhuriyet tarihini lekeleyen gerçek suçlarla’ yüzleşmesi bağlamında, ya da tam yüzleşemediği bağlamında sorulduğunu” varsaydığını söyleyerek, “yalnızca vahşetiyle değil, hem hukuki hem toplumsal hem kültürel hem de insani sonuçları bakımından tüm toplumu yakından ilgilendiren bir kötülük olduğu için” aklına 12 Eylül’ün geldiğini belirtiyor.
Solun 12 Eylül’ü hedef alan bir politika oluşturamamasına dair düşüncelerini ise “12 Eylül’ü izleyen yıllarda, sol üzerindeki devlet eziyetinin biraz olsun hafiflediği yıllarda, sol yeniden toparlanıp söz alabildiğinde esas talebinin ‘aşk’ ya da ‘özgürlük’ değil, ya da en azından yalnızca onlar değil, 12 Eylül kötülüğüyle yüzleşilmesi olmasını, bunu bir adalet talebi olarak gündeme getirebilmiş olmamızı isterdim... bu sloganları medyaya aslında değiştiğini ispatlamak için, yeni dünyaya ayak uydurabildiğini göstermek telaşıyla, aslında iyi çocuklar olduğunu göstermek telaşıyla gündemine aldı sol. Oysa yirmi yıllık zaman aşımı bitmeden önce, darbecilerin yargılanması talebi 12 Eylül’den sonra bütün solun üzerinde anlaşabileceği, üstelik ancak solun dile getirebileceği bir adalet talebi olabilirdi... Solun gücünü burada yoğunlaştırabilmesi, topluma da sola da çok şey kazandırırdı” seklindeki değerlendirmesi ile dile getiriyor.
Bu değerlendirmenin nihai vurgusu çok katlı bir içerime sahip. Ama önce zayıf noktasını belirtmek, bu değerlendirmenin gücünü daha da açığa çıkarabilir. Aşk ya da özgürlük birer slogan olmak bir yana, bir yandan 1970’lerin uhrevi ve ütopik sosyalizm anlayışının öte yandan da reel sosyalizmin baskıcı karakterinin eleştirisine kalkışmış olan solun büyük bir damarının 1980’den sonra izlediği düşünce rotası içinden süzülerek gelen temalardı. Ve, ‘yeni dünyaya ayak uydurabildiğini göstermek telaşıyla’ değil, devrimci mücadele perspektifinin zenginleştiğini ileri sürme gayreti ile ortaya atılmıştı. Direnme ve dönüştürmenin gündelik yaşamın gözeneklerinde de örülmesi gerektiğinin önemine vurgu yapma gayretinin tezahürüydü. Ve eğer, bu çağrının bir gücü olabileceğine inanılmasa, daha başlangıçta sınırların gayet kati bir şekilde çizildiği ‘mutabakat’ partisinde, bu temalara yer verilmezdi.
Güncel politika üretme yeteneksizliğinden ötürü çözümleri geleceğe havale eden 1970’lerin politika yapma anlayışı yerine, tarihsel-bütünsel bir perspektiften kopmadan üretilmiş gündelik yaşamın dönüştürülmesi görevini de önüne koyuyordu mutabakatın kurucu kadroları. Ama tam da solun geri kalan özellikle de ‘yönetici’ kadrolarına da şamil bir ruh hali içinde; 1980 darbesi ve reel sosyalist ülkelerde yaşanan 1989-1991 dönemeci sonrasında kendi ile yüzleşip toplum nezdinde bir özeleştiri sureci yasamak yerine, solun bütünü gibi kafasını toprağa gömmekte mutabık kaldıkları için, dağarcık tazelemenin içine düşülmüş aczin çaresi olamayacağını, düşünmenin ve eylem anlayışının kendisinde değişiklik yapmanın her şeyden önce toplumun tahayyülünde yerleşik Devlet, Eşitlik, Özgürlük, Adalet ve Sol imgelerinde içkin bulunan mistifikasyon tülünü çekip atarak toplumla yeniden güven ilişkisi kurmaktan geçtiğini görmek istemediler.
Toplum o sıralarda hem solu hem de 12 Eylül’ü henüz iyice hatırlıyordu. Ve neo-liberalizm masalının bittiğini 1994 krizi ile çoğunluk gayet güzel anlamıştı. Özalizmin ekonomik plandaki iflasının doğurduğu yönetim krizinin ayni zamanda meşruiyet krizi olduğu örtbas edilemez biçimde ortaya çıktı: yönetenlerin mütemadiyen salındığı Kemalizm-liberalizm sarkacı oyuncuların makyaj tazelemelerine artık yetmiyordu. Tam da böylesi bir ortamda, yaralarını sarmaya başladığı 1990’larin başında, solun özeleştirel bir perspektifle yola çıkıp sonra da 12 Eylül’ün toplum nezdinde yargılanması yolunda atacağı adımlar sadece ‘kötü’nün deşifre edilmesi değil, ‘iyi’nin toplumun katılımıyla inşa edilmesine de imkan verebilirdi. Nitekim, Gürbilek de, “Solun örgütlü kötülüğe ya da örgütlü suça karşı birleşebilmesi için, yalnızca, 12 Eylül değil, Cumhuriyet tarihinin tüm suçlarına karşı sesini yükseltebilmesi için, kendi suçlarıyla, kendi adaletsizliğiyle, kendi kötülüğüyle de yüzleşebilmiş olması, kendi zaaflarına kendi yaralarına da bakabilmiş olması gerekirdi. Aksi takdirde inandırıcı olamazdı. Resmi ideolojinin baskısı, ya da sol üzerindeki devlet baskısı, bütün bunlar bir yere kadar etkili” diyerek, Bora’nın sorusunda yatan tasayı paylaştığını belirtiyor.
Gürbilek’in solun gücünü 12 Eylül üzerinde yoğunlaştırabilmesinin topluma da sola da cok şeyler kazandırabileceği görüşü, bugün için de geçerliliğini koruyor. 12 Eylül’ün bekçiliğine soyunduğu ekonomi-politik bağlamı, 24 Ocak Kararları’nı ve uzantısı politikaları, toplum hızla yoksullaşırken dili tutulup anlatamamak, solun toplum nezdindeki güvenilirlik derecesinin zayıflığını algılamasının bir sonucu gibi görünüyor. Oysa ki, 12 Eylül Darbesi ve Rejimi’nin kapitalist birikimin gereklerini yerine getirmek için uygulanmak zorunda olduğunu göstermek, askeri-polisiye aygıtın kapitalist birikimin pasif koruyucusu rolünden çıkarak, entegre dünya kapitalizmi koşullarında, global kapitalizmin çıkarlarını örgütlemek üzere işgören think-tank’lerin uzantısı gibi çalışan isletmeler haline geldiğinin anlatılmasına da yardımcı olabilirdi. Sadece 12 Eylül’den sonra doğanların nüfus içindeki ağırlığı bile anlatmamanın ve anlatmamakta ısrar etmenin vahim sonuçlarını göstermeye yetmeli. Üstelik, bu hususta ortak söz alamazsa ne zaman ortaklasa söz alabilir Türkiye solu?
12 Eylül’ün yol açtığı yıkım, molozlar kaldırılmadığı için her gecen yıl daha da ağırlaşıyor. Bu yıkımın toplumun üzerine düşen gölgesini kaldırmak görevi paradoksal bir biçimde zaman geçtikçe daha da acilleşiyor. Paradoksal çünkü, sol ne kendisi var olabiliyor ne de taşıdığı ölü imge yüzünden yeni kuşaklar için yeni biçimler ve içeriklerle mücadele etme imkanı doğmasını mümkün kılıyor. Madem kendisi harekete geçemiyor, hiç olmazsa kolektif hafızanın düzeltilmesi suretiyle, günümüzün kültürel ikliminde sol fikirlerin yaygınlık kazanmasının onunu açabilir. Sol en azından, kendi geçmiş varoluşunun ve toplumsal siyasete nasıl müdahale edebildiğinin bir imgesini sunabilse, toplum nezdinde inandırıcı olma sansı doğabilir. Peçeyi indirirken, sahnedeki kendi rolünü perdelememek şartıyla tabii ki! Kafalarımızın ve örgütlerimizin içindeki mini-Devletle hesaplaşmak kolay olmasa gerek...
Topluma yeni bir şeyler söylemek, yeni bir sentaks kullanmakla başarılamıyor. Öncelikle semantik düzeyde kafa karışıklığı ortaya çıkıyor: düşüncesini üretemeyen dilini de telaffuz edemiyor. Sonra da pragmatik isleyişte hüsran oluşuyor: güven telakki edemeyen, toplumla buluşma noktaları yaratamıyor. Bir yanda düşüncesini üretmek, ayni zamanda toplumsal dayanışmasını örmek, girişilemeyen bu galiba! Toplumun kendi kurucu gücünü ortaya çıkarması, yani kendi sorunlarının çözümünde kendi perspektifini üretebilmesi hedefine yürümek için; muhalif dilin, eleştiri dilinin (ki bu dil kapitalist işleyişin verili çerçevesinin koklu bir şekilde sorgulanmasına izin vermez) yanına direniş dilinin eklenmesi, yani hem muhafaza edilmesi gerekenlerin hem de kolektif arzuların toplumsal olarak ifade edilmesini sağlayacak olan bir dil ve eylem anlayışının yaratılması iradesi ile yola çıkmak gerekmez mi? Bu yürüyüş, kapitalist zihniyetle kopmaya yol açarak, toplumun kendi gerçeğini kendi düşüncesi ile yaratma gücünün ortaya çıkarılmasına, böylece de Kralın da, ordusunun da çıplak olduğunu göstermeye yaramaz mi?
Evet, hiç olmazsa bu konuda ortak bir deklarasyon yayımlamak sadece tarihsel bir önem taşımaz, ayni zamanda yüzünü bugüne ve geleceğe çeviren bir politik sorumluluk etiğinin ortak atılmış ilk adimi olabilir.