Bir önceki yazımda, “Farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz?” sorusuna, Erdoğan’ın dost-düşman ayrımına dayalı, “güçlü ve karizmatik lider” odaklı yanıtından farklı olarak, tabandan yükselen çoğulcu bir yanıtın nasıl verilebileceğini tartışmıştım. Bu bağlamda, Türkiye’nin yakın geçmişindeki en çarpıcı örneklerinden biri olarak DEM’in öncülü HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerindeki başarısını ele almış, bu başarının lider merkezli değil, ortak bir politik iradenin taşıyıcısı olan figürler aracılığıyla mümkün olduğunu öne sürmüştüm. Ayrıca, Erdoğan’ın bu gücü kırmak için uyguladığı düşmanlaştırıcı baskı politikalarının ters teperek onu daha da pekiştirdiğine, buna mukabil kendi meşruiyetini azalttığına ve destekçi tabanını aşındırdığına vurgu yapmıştım.
Erdoğan’ın iktidarını buna rağmen bugüne dek koruyabilmesinde, onun kutuplaştırma siyasetini uygulamaktaki başarısının yanı sıra, muhalefetin — özellikle de CHP’nin— yaptığı hatalar da kritik bir rol oynadı. Bu ve bir sonraki yazımda, benzer bir perspektiften bakarak, CHP’nin 2019’da ve 2024 yerel seçimlerindeki başarılarını ve 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerindeki stratejik hatalarını ele alacağım. Bu deneyimlerden, çoğulcu bir muhalefetin nasıl etkili hale gelebileceğine ya da nasıl etkisizleşebileceğine ilişkin dersler çıkartmaya çalışacağım.
2019, Erdoğan için bir kâbus yılıydı. Çünkü o yıl, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı bir değil, iki defa CHP’ye, daha doğrusu CHP’nin Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ekrem İmamoğlu’na kaybetti. Ancak Erdoğan için bu kâbusun başlangıcı daha geriye, 2017 yılındaki Anayasa değişikliği referandumuna uzanıyordu.
Doğru, Erdoğan 2017 yılındaki referandumda Türkiye genelinde %51,4 oy toplamıştı. Böylece, parlamenter demokratik hükümet sistemini rafa kaldırmayı başarmış, devletin, yargı da dahil olmak üzere, tüm erklerini yürütmeyle aynı devreye bağlayan; yürütmeyi ise Cumhurbaşkanı'na, dolayısıyla kendisine tâbi kılan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne” geçiş yolunda önemli bir eşiği geçmişti.
Ancak Erdoğan için bir yönüyle buruk bir sevinçti, bu. Çünkü “İstanbul’u alan, Türkiye’yi de alır” şiarını Türkiye’nin siyaset literatürüne kazandırmış isim olan Erdoğan, İstanbul’u, Belediye Başkanı seçildiği 1994 yılından beri ilk defa o referandumda kaybetmişti. İstanbullular, %51,35 oyla, Erdoğan’ın OHAL koşullarında, hem de devletin tüm olanaklarını kullanarak bizzat yürüttüğü bir kampanya ile oy istediği “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne hayır demişti.
Erdoğan’ın 7 Haziran 2015 günü yaşadığı son büyük seçim hüsranının üstünden iki yıl, bir başarısız darbe girişimi ve gaddar bir OHAL dönemi geçtikten sonra —düzeltiyorum, o gaddar OHAL koşullarında— yapılan referandumda İstanbul’da aldığı bu sonuç, onu büyük bir düş kırıklığına uğratmanın ötesinde, birkaç açıdan çok önemliydi.
Bir defa bu bir anayasa değişikliği referandumuydu. İstanbulluların reddettiği Erdoğan ve onun liderliği değil, onun parlementer demokrasi yerine inşa etmeyi önerdiği ve halihazırda fiili sonuçlarını ekonomik, siyasi, hukuki ve toplumsal bir kriz olarak yaşamakta olduğumuz tek adam rejimiydi.
Yanlış anlaşılmasın: önerilen anayasa değişikliklerine, sırf Erdoğan’a karşı olduğu için, bu değişiklikleri o önerdiği için “hayır” oyu vermiş çok sayıda İstanbullu olduğuna hiç kuşkum yok, tıpkı, aynı nedenle “evet” oyu vermiş çok sayıda İstanbullu olduğu gibi. Ancak daha çok sayıda İstanbullu da, Erdoğan’a karşı olup olmamalarından bağımsız olarak, bu anayasa değişiklikleriyle kendilerine önerilen ve OHAL döneminde kısa bir önizlemesini yaptıkları gelecek tahayyülünü paylaşmadıkları; bu değişikliklerle çizilmek istenen “Yeni Türkiye” resmi farklı farklı işleyen akıllarına yatmadığı ve/veya vicdanlarına sinmediği için hayır oyu vermişti. Onlar, Erdoğan’a değil; onun hayalini kurduğu “tek adam rejimine” karşıydı.
Başka bir deyişle, 2017 referandumunda İstanbul’dan çıkan “hayır” oyları, ilk yazıda bahsettiğim Türkiye’deki taban çeşitliliğini bire bir yansıtan bir seçmen kitlesinde, Erdoğan karşıtlığının ötesinde, daha derinde, akıllar ve vicdanlar temelinde bir politik ortaklaşmanın vücut bulduğunu ve bu ortaklaşmanın İstanbul’da az bir farkla da olsa çoğunluğa geçtiğini gösteriyordu.
Politik liberalizmin en önemli düşünürlerinden olan John Rawls’a sorabilseydik, o herhalde bu ortaklaşmayı “örtüşen görüş birliği” dediği şeyin mükemmel bir örneği olarak görürdü. Rawls’a göre, “makul” insanların, ortak bir politik soruna ilişkin ortak bir politik yargıda buluşabilmek ve o yargının sunduğu ortak politik zeminde birlikte hareket edebilmek için, o soruna aynı düşünsel, dini, itikadi veya felsefi bakış açısıyla yaklaşmaları zorunlu değildi. İnsanlar aynı yargıya, pekâlâ farklı farklı yollardan, akıllarını farklı farklı şekillerde işleterek de varabilir; o yargının “doğruluğu” üzerinde, düşünsel, dini, itikadi veya felsefi gerekçeler düzeyinde ayrışsalar da, varılan yargı konusunda ortaklaştıkları bir “örtüşen görüş birliği” kurabilirlerdi. Bu örtüşen görüş birliğinin sunduğu ortak politik zeminde, ortak sorunlarını çözmek için ortak bir politik tavır geliştirebilir, ortak bir eylemlilik içine girebilirlerdi. Yani “farklılıklarımızla bir ve beraber olabilmemizin” sırrı “örtüşen görüş birliği”nde gizliydi, Rawls’a göre.
Nitekim, 2017 referandumunda İstanbul’da olan da tam olarak buydu: CHP’nin Kemalist-laikçi seçmenleri, HDP’nin ana omurgasını Kürt siyasal hareketinin oluşturduğu radikal demokrat seçmenleri, İYİ Parti’nin Kürtlere alerji besleyen Türk milliyetçisi seçmenleri, Erdoğan gibi Milli Görüş geleneğinden gelen Saadet Partisi’nin politik İslamcı seçmenleri, kamuoyu araştırmacılarının referandum sonuçlarından hareketle sonradan yaptıkları ölçüm ve tahminlere göre AKP seçmenlerinin %10 ila 15’lik bir kesimi ve bu siyasi parti ayrımlarını enlemesine kesen bir düzlemde, toplumsal cinsiyet, din, ideoloji ve etnik kimlik temelli farklı farklı politik aidiyetler… Bu çeşitliliği oluşturan insanların tamamı, içinden geldikleri, içinden baktıkları farklı farklı gelenek ve politik aidiyetlere özgü, farklı düşünsel veya vicdani gerekçelerle, Erdoğan’ın Anayasa’da yapmak istediği değişiklikleri yapmanın Türkiye’nin geleceği açısından yanlış olacağı yönündeki bir politik yargıda ortaklaşmış ve üzerinde böylesi bir “örtüşen görüş birliğinin” kurulduğu bu yargının sunduğu ortak politik zeminde, ortak bir politik tavır alarak, referandumda Erdoğan’ın önerdiği tek adam rejimine “hayır” demişlerdi.
Velhasıl, 2017 referandumunda Erdoğan’ı İstanbul’da yenen şey, farklı siyasi partilerin lider kadroları arasında “Erdoğan karşıtlığı” temelinde, politik pazarlıklarla tavanda kurulmuş konjonktürel bir çıkar ittifakı değildi. Erdoğan’ın önerdiği “Tek Adam Rejimi,” tabandaki çeşit çeşit seçmenin, farklı farklı işleyen akılları ve vicdanları —daha doğrusu, bu akıllar ve vicdanlar arasında oluşmuş bir “örtüşen görüş birliği”— tarafından reddedilmişti. Tabandaki bu görüş birliği, referandumda “hayır” için ayrı ayrı kendi kampanyalarını yürüten politik partiler tarafından kurulmamış, tam aksine, bu partiler kendi farklı meşreplerince, toplumsal tabanda zaten var olan bu görüş birliğinin bir nevi “eş taşıyıcılıklarını” üstlenmişlerdi. 2017’de İstanbul’da Erdoğan’ı yenen politikacılar değil, tabandaki seçmenler — daha doğrusu, onların arasındaki “örtüşen görüş birliği”ydi.
CHP’nin 2019 İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerindeki başarısı da, 2017 yılında oluşmuş bu “örtüşen görüş birliğinin” sunduğu politik zemin üzerine inşa edilmişti. Daha açık bir deyişle, 2019 yılında CHP’ye başarıyı getiren “İstanbul İttifakı,” tavandaki politikacılar daha ona bu adı vermeden iki yıl önce, tabanda kurulmuştu bile. CHP’nin —daha doğrusu, o dönemin Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP yönetiminin— gösterdiği politik maharet, tabandaki bu politik ortaklaşmayı hiç yoktan var etmiş olmasında değil, tabanda zaten var olan bu çoğul birlikteliğin taşıyıcılığını yapabilecek bir ismi, Ekrem İmamoğlu’nu Belediye Başkan adayı göstermiş olmasında yatıyordu.
İmamoğlu, İstanbul’u AKP’den almak için biçilmiş kaftan denebilecek türden bir adaydı. Çünkü Erdoğan’ın dost-düşman ayrımına dayalı kutuplaştırıcı siyaset üslubunu tersyüz eden, kucaklayıcı, yumuşak, umutlu ama haksızlıklar, hukuksuzluklar ve yolsuzluklar karşısında net ve kararlı tavırlar takınabilen, güven verici bir siyaset dilini büyük bir samimiyet ve doğallıkla konuşabilen bir siyasetçi profiline sahipti. Siyasi görüşlerini, politika vaatlerini ve önerilerini, tabandaki “örtüşen görüş birliğini” oluşturan çok çeşitli bileşenlerden hiçbirini kırmadan, hepsinin ayrı ayrı akıllarına ve vicdanlarına aynı anda hitap edebilecek bir üslupla, dolayısıyla ikna edici bir şekilde dile getirebiliyordu. Tek kelimeyle: tabandaki çeşitliliği yansıtan, o çeşitlilik arasındaki “örtüşen görüş birliğinin” dilini konuşabilen, o görüş birliğine dilinde ve duruşunda cisim verebilen bir siyasetçiydi İmamoğlu — hâlâ da öyle.
O günkü —veya bugünkü— CHP yönetiminde John Rawls’un adını duymuş, “örtüşen görüş birliği” denen şeyin ne olduğunu bilen hiç değilse birkaç kişi vardır muhakkak. Ancak, CHP’nin İmamoğlu’nu bu nedenle aday göstermiş olduğunu söyleyemem. Öte yandan, tam da bu özellikleri haiz bir ismin aday gösterilmiş olmasının tümüyle mutlu bir tesadüfün eseri olduğunu söylemek de doğru olmaz. Zira, CHP’nin aday belirleme aşamasında doğru yaptığı bir şey vardı: Kamuoyunda yüksek tanınırlığı olan üç-beş adaydan hangisinin, aday gösterilmesi halinde yüzde kaç oy alacağına bakmamış, önce seçmenin nasıl bir aday profiline oy verebileceğini ölçtürmüş, sonra da olası belediye başkan adaylarının bu profile ne kadar yakınsadıklarını değerlendirmişti. Bu profile en çok yakınsayan aday da İmamoğlu olduğu için, o dönemdeki tanınırlığı henüz çok düşük olmasına rağmen, onu aday göstermişti.
Velhasıl, CHP’nin 2019 yerel seçimlerinde İstanbul’da yaptığı doğru şey, adaya taban oluşturmaya çalışmak yerine, tabana aday bulmuş olmasıydı. Önce tabana “Nasıl bir belediye başkanı istersiniz?” diye sormuş, sonra da bu yanıta uyan bir ismi aday göstermişti. Tabandan gelen yanıtın, tabanda iki yıl önce kurulmuş “örtüşen görüş birliğinin” dilini konuşabilen bir siyasetçi profili çizmesinde şaşırtıcı bir yan yoktu. Şaşırtıcı olan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun risk alarak, tabanın çizdiği profile uygun olsa da, o dönemdeki tanınırlığı düşük, CHP örgütü içindeki destekçi tabanı da zayıf bir ismi, İstanbul il örgütünden gelen itirazlara rağmen aday göstermiş olmasıydı.
İyi ki de öyle yapmıştı. İmamoğlu, 31 Mart 2019 günü yapılan seçimleri 13 bin oy farkla kazanarak İstanbul’u, “İstanbul’u alan, Türkiye’yi alır” diyen Erdoğan’dan almıştı.
Erdoğan’ın bu sonucu hazmetmesi ise kolay olmadı. Önce, dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Recep Özel, “Hiçbir şey olmadıysa bile bir şeyler olmuştur” diye özetlediği gerekçelerle Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) İstanbul’daki seçimlerin iptaline yönelik akla ziyan bir itirazda bulundu, YSK ise, “Ne olduğunu biz de bilmiyoruz ama, galiba bir şeyler olmuş” mealinde bir kararla seçimlerin iptaline ve 23 Haziran 2019 tarihinde yenilenmesine karar verdi.
Sonra, Erdoğan şahsen sahaya inerek “Dostlaştır, dostlaştıramıyorsan düşmanlaştır” stratejisine uygun, yerlici ve millici bir kampanyayı kutuplaştırıcı bir dille bizzat yürüttü. Hatta, Erdoğan, Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli’yi de sahaya sürdü ve o da bu kampanyaya, meselenin devlet açısından bir beka meselesi olduğunu anlatarak katkı sunmaya çalıştı.
Ancak, olmadı. 23 Haziran günü tekrarlanan seçimleri İmamoğlu yine kazandı — hem de aradaki oy farkını 13 binden 800 bine çıkararak! Belli ki bir önceki yazıda bahsettiğim, Arendt’in politik şiddet ile politik güç arasında var olduğunu iddia ettiği negatif diyalektik yine işlemiş, Erdoğan’ın seçimleri iptal ettirmeye yönelik şiddeti ters tepmişti. Bu hamle, onun destekçi tabanını aşındırmış, buna mukabil İmamoğlu’na destek veren çeşit çeşit seçmenin arasında, demokrasi üzerinde oluşmuş “örtüşen görüş birliğine” katılanların sayısını artırmıştı.
Bu başarıda, İstanbul İttifakı’nı oluşturan siyasal partilerin, en başta da CHP ile İYİ Parti’nin İstanbul İl örgütlerinin de önemli bir rolü vardı: “Sandığa sahip çıkmak,” yani seçmenin attığı oylarla ifade ettiği iradesinin, resmi seçim sonuçlarına doğru yansıtılması için gösterdikleri örgütlü çaba olmasaydı, kim bilir, “Hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olabilir,” daha 31 Mart’taki ilk seçimlerde “Atı alan Üsküdar’ı geçebilirdi!” Dolayısıyla, onların oynadığı rolün önemi yabana atılamazdı. Ancak, bu rol de, tabandaki “örtüşen görüş birliği” zemininde zaten ilerleyen bu politik hareketliliği hiç yoktan var etmek değil, bu hareketliliğin “lojistik taşıyıcılığını” maharetle ve farklı bileşenleri kırmadan, dökmeden yapabilmiş olmaktan ibaretti.
HDP’nin, İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde aday göstermeyerek, ana omurgasını Kürt siyasal hareketinin oluşturduğu kendi radikal demokrat seçmen tabanına İmamoğlu’nu adres göstermesi; Milli Görüş geleneğinden gelen Saadet Partisi’nin ise tam aksine, aday göstererek AKP’ye giden oyları bölmeye çalışması da CHP’nin bu başarısında pay sahibiydi.
Ancak, bu başarıda en büyük pay, hiç kuşkusuz, tabanda, çok çeşitli gelenek ve politik aidiyetlerden gelen seçmenler arasında demokrasi üzerinde oluşmuş “örtüşen görüş birliğinindi.” Zaten muhaliflerin devlet olanaklarıyla susturulduğu, iktidar yanlılarının ise ağzına geleni —doğru ya da yanlış— söyleyebildikleri adaletsiz bir ortamda, devletin tüm olanakları ve ana akım medyanın tamamına yakını kullanılarak yürütülen bir kampanya karşısında, demokrasi başka türlü işleyemez, işler gibi görünse de kazanamazdı.
Demokrasinin kazanması için politik partilerin yönetim kadroları düzeyinde, tavanda kurulan “seçim ittifakları” gerekli olabilir, bu doğru. Bu tür ittifaklar, 2019 İstanbul yerel seçimlerinde de görüldüğü üzere “faydalı” da olabilirler, bu da doğru. Ancak, bu tür tavan ittifaklarının, tabandaki seçmenlerin farklı farklı işleyen akıllarına yatması, vicdanlarına sinmesi sadece bir gereklilik değil, bir zorunluluktur da! Ve taban siyasetine ilişkin bu zorunlu koşulu hiçe sayarak, sadece tavandaki gerekli koşulu yerine getirmeye odaklanırsanız, kazanan demokrasi olmaz, olamaz.
Nitekim, CHP’nin 2023 seçimlerinde yaptığı hata da buydu. Bu hatayı nasıl yaptığı ve 2024 seçimlerinde bundan nasıl geri döndüğü ise bir sonraki yazının konusu.