Onur Alp Yılmaz’la Söyleşi: “Asıl ‘Sarı Öküz’ Sokakların Kılıçdaroğlu CHP’si Tarafından Marjinalize Edilmesiydi”

CHP’nin en güçlü Cumhurbaşkanı adayı olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun önce üniversite diploması iptal edilerek adaylığının önü kesildi, hemen ardından da kendisi gözaltına alınıp tutuklandı. Görüntüde bunlar idare ve yargı tasarruflarıydı fakat ardında bir siyasi irade olduğunu tahmin etmek pek zor değil gibi duruyordu. Çok uzun zamandır alıştığımız gibi her şeyin bir torbaya doldurulduğu, nesnel kanıtlardan ziyade birtakım soyut iddialarla gerçekleşmiş bir dava süreciyle karşı karşıya olduğumuz izlenimi yaygın. Öte yandan aynı dönemde İBB’ye ve hatta CHP’ye kayyım atanacağı iddiaları yoğunlaştı. Fakat önce İstanbul Üniversiteli öğrencilerin sokağa çıkışıyla başlayan sonra hem CHP örgütü hem de toplumun bilhassa genç kesimlerinin öncülüğünde devam eden toplumsal tepkilerle süreç şimdilik yarım kalmış görünüyor. AKP’nin yeni hamleler yapmak için suların bir süre durulmasını bekleyebileceği düşünülüyor. Bu sırada 6 Nisan Pazar günü belki de bir kayyım atanmasının önüne geçebilmek için CHP yeniden Olağanüstü Kongre’ye gitti ve beklendiği üzere Özgür Özel tekrar genel başkan seçildi. Süreci “CHP’nin 100 Yılı” kitabımızdaki bölümlerden birini kaleme alan siyaset bilimci, BUPAR Araştırma Direktörü Onur Alp Yılmaz’la konuştuk.

- CHP’nin önümüzdeki süreçte nasıl bir planı olduğunu düşünüyorsun? Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığına büyük bir imza desteği verildi. CHP, İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrar edecek mi yoksa duruma göre yeni bir adaya mı yönelecek? Ve sence doğru tavır nedir?

Diplomanın iptalinin İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışmasını engellemek için verilmiş siyasi bir karar olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 60. Yüzde 20’lik bir kesim destekliyor ve idari bir karardır diyor. Kalanlar ise fikrim yok ya da kararsızım diyor.[*] Toplumun yüzde 80’inin olayın ardından bu kadar kısa bir süre geçmişken bir konuyla ilgili fikri olması çok rastlanan bir şey değil. Tutuklamalarla ilgili de benzer bir durum söz konusu. Fikrim yok ya da kararsızım diyenlerin de bir kısmının aslında elbette fikri var. Ancak partisinin tutumuyla vicdanının söylediği arasındaki çatışmadan dolayı bu soruyu muhatap almak istemiyor. Dolayısıyla iktidarın aleyhine bir yerde konumlanıyor. Bunun iktidar açısından anlamı şu: İktidar kendi tabanına dahi bunu elindeki onca imkana rağmen anlatamamış, kendi tabanında dahi rıza üretememiş. CHP açısından ise soru şu: Bu yüzde 60’ın ne kadarını oya tahvil edip edemeyeceği.

Erdoğan, yaptığı her siyasi hamlesinde ya da muhaliflerin sıklıkla vurguladıkları “U dönüşlerinde” topluma bunun kendileri açısından faziletlerini anlatarak bu hamlenin “aslında onlar için” olduğunu anlatmayı başardı. Ancak, İmamoğlu siyaset sahnesine çıktığı andan beri ona karşı elinde bulundurduğu iktidar gücüyle yaptığı hamleler, İmamoğlu’na karşı yürütülen bu süreçlerle ilgili Erdoğan’ın tabanını bırakın “onların çıkarı için” olduğuna ikna etmeyi, bunların yargı süreçleri olduğuna dahi ikna etmesini zorlaştırıyor.

Peki, iktidar neyi hedeflemiş olabilir? 

CHP’yi “HDP’lileştirmeyi”. Yani 2024 Ekim’i öncesinde Kürt siyasi hareketine yaptığı gibi bu sefer de CHP’yi marjinalleştirmeyi. Açıkça ifade etmek gerekir ki, 18 Mart akşamı ve 19 Mart sabahı iktidar (18,5 Mart Kalkışması diyorum ben), CHP’yi topyekûn bir çökertme hamlesine girişti. Bu hamlenin içinde CHP ve İBB’ye kayyım atanması, Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in siyaset sahnesinin dışına atılması ve kontrollü bir CHP yaratılması düşüncesi vardı. O yüzden yaşananları bir acemilikten ziyade, bir ezbercilik olduğunu ifade etmek gerekir. İktidar, pasifize ettiği toplumdan çıt çıkmayacağını ve Özgür Özel’in de bir mücadele örmekte başarısız olacağını düşündü. DEM Parti’nin de evlere şenlik “süreç” dolayısıyla mücadeleye omuz vermeyeceğini hesapladı. Bunları böyle söylerken bile hâlâ dehşete düşüyorum…

Buradan hareketle senin sorduğun adaylık meselesine gelirsek, 17 Eylül’de yazdığım bir yazıya dönmek isterim. O gün yaşanan parti içi rekabeti anlattıktan sonra şöyle demiştim:

“CHP’nin izleyeceği en doğru yöntem, bir an önce Cumhurbaşkanı adayının nasıl belirleneceğine dair yöntemi ortaya koymak ve hedef gerçekten 2025 Kasım’ında bir seçimse bu adayı belirlemektir.

CHP’nin içindeki mevcut belirsizlik, Erdoğan da dahil kendi dışındaki siyasi aktörlere bu belirsizliklerin yarattığı rekabeti körükleyerek onu dış müdahaleleri açık hâle getiriyor. Örneğin bundan sonra iktidar, CHP içindeki rekabeti İmamoğlu’na yasak vermek üzerinden şekillendirecekse Erdoğan’ın rakibi olan İmamoğlu’na yasak vermekle İBB Başkanı İmamoğlu’na yasak vermek arasında devasa bir hamle yapma konforu farkı olduğunu unutmamak gerekir.”

Elbette Erdoğan, yasağın da ötesine geçen bir hamle yaptı ve şu an bunun maliyetine katlanıyor. Ancak buradaki temel mesele başka. İktidar, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından muhalefeti çökertme hamlesi başarılı olmayınca büyük bir telaşla “İmamoğlu aday olamıyor, Özgür Özel onun yerine aday olup onu sırtından vuracak” gibi bir söyleme sarılmaya başladı. Bu, şimdilik olgudan ziyade iktidarın temennisi gibi duruyor. Ancak özellikle İmamoğlu’nun diplomasının iptali üzerinden CHP’deki adaylık kavgasını yeniden alevlendirmek istedikleri aşikar.

Bu yüzden, diploma iptaliyle insanların kazanılmış haklarının da güvencesinin kalmadığını vurgulayan ve İmamoğlu’nun adaylığında ısrar eden, bu konuyu tartışmaya bile açtırmayan kararlı bir tutum son derece önemli. Günün sonunda seçim günü geldiğinde koşullar değişmese de İmamoğlu’nun arkasında dimdik duran bir CHP’yle, İmamoğlu’nun yaşadığı durumu kendisi için fırsata çevirmeye çalışan bir CHP seçmen nezdinde aynı muameleyi görmeyecektir. Ya da şöyle söyleyeyim: CHP’nin İmamoğlu’nun aday olamayacağı bir senaryo için alternatif aradığını düşündüren bir tutum, aslında iktidar için alternatifler içinde en iyi senaryolardan birine dönüşebilir. Başka bir ifadeyle, seçim sathında iktidarın İmamoğlu’nu kendisinin yerine birini işaret etmek zorunda bırakmasıyla, bunu CHP’li siyasi elitlerin kendi kariyerleri için bir fırsat olarak görerek araçsallaştırıp başka birinin adaylığını dayatmaları aynı şey değil.

- Tarihe baktığımızda toplumsal muhalefet güçlendiğinde CHP geleneğinin de güçlendiğini görüyoruz. Ama önceki örneklerde CHP’nin aynı zamanda bu toplumsal taleplerin gerisine düştüğünü, giderek kitleleri kendisinden soğuttuğuna tanık olduk. İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla yeniden toplumsal tepki CHP ile bütünleşmiş gözüküyor ve bu noktada örneğin Gezi’den farklı duruyor bana kalırsa. Sence bu ilişki nasıl devam edecek, CHP toplumsal muhalefeti nasıl peşinden sürükleyebilir ya da en azından onun gerisine düşmeyebilir? Bu açıdan nasıl bir eylemlilik içinde olmalı?

Aklıma İoanna Kuçuradi’nin güvenle ilgili söyledikleri geldi. Şöyle diyordu İoanna Hoca:

“Güven duymak için; güvenilir bir insanla, güven duyabilen bir insanın karşılaşması gerekiyor. Birisinin güvenilir olması yetmiyor, güven duyan bir insanın da olması yetmiyor. İkisinin aynı anda olması gerekiyor. Böyle bir karşılaşma gerekiyor.”

Hep “sarı öküz” tartışması yapıyoruz ya hani? Bunlar da siyasi kültürümüzün dayatması sonucu sürekli isimler üzerinden ve yine siyasi kültürümüzün bir uzantısı olarak uzlaşamadığımız isimler üzerinden cereyan ediyor. Bence asıl “sarı öküz” sokakların bizzat muhalefet, hatta daha açık söyleyelim, Kılıçdaroğlu CHP’si tarafından marjinalize edilmesiydi. Bunun sonucunda toplumsal güçler ile kurumsal siyaset birbirine güvenmeyen iki aktör haline geldi. Toplumsal muhalefetin gerçekleriyle siyasi elitler arasındaki makas günden güne açıldı. Birbirlerinden yana inisiyatif aldıklarında karşıdaki gücün bu güvene layık olacağı konusunda tereddütler yaşıyorlardı. Şu an bu karşılaşma gerçekleşiyor belki de. Yani İoanna Hocanın söylediği noktadayız en azından şimdilik. Ama muhalif siyasi elitlerin gerçekleriyle toplumun gerçekleri ne kadar örtüşüyor emin değilim.

Onur Alp Yılmaz

İlk olarak mitinglerin Türkiye sathına yayılmasını önemsemek lazım. Nitekim İmamoğlu  üzerinde uzun zamandır ciddi bir baskı vardı ve sürecin bu noktaya evrileceği tahmin ediliyordu. Bu nedenle İmamoğlu mitinglere başlayıp hikayeyi kendi şahsından çıkarıp toplumsallaştırmaya çalışıyordu. Bu mücadelenin bir refah mücadelesi olduğunu, bir adalet mücadelesi olduğunu anlatıyordu. Hatta son toplantılarından birinde kampanyasının başlığını dahi yine kendi sözleriyle atmıştı: “Halkçı ve icraatçı”

Bu tercihin sebebi, Türkiye’de seçmenin ideolojik söylemlerden ziyade liderin hizmet üretebilme kapasitesine odaklandığı gerçeğiydi. Yani İmamoğlu, İBB Başkanı kalarak CHP çizgisinin ötesine geçip bu çizginin dışına da hitap edebilme şansına sahip olabileceğini düşündü. Bunu da belediyeciliğin kendisine tanıdığı icraatçı imajını öne çıkarmak ve polemiklerinden çok icraatlarıyla anılmak için yaptı.

Geri kalmışlığın etkisiyle ve bu geri kalmışlığın imar-inşa yoluyla aşılacağına olan inançla buna büyük ehemmiyet atfeden seçmenin varlığı düşünüldüğünde İmamoğlu pek de haksız sayılmazdı. Bu, onun zihninde CHP’nin ulaşmakta zorlandığı kırsal seçmene de ulaşmak için güçlü bir araçtı. Nitekim uzun yıllar ihmal edilmiş ya da altyapı açısından yetersiz bırakılmış kırsal bölgeler kalkınmayı önce şehirleşme, inşaat ve büyük projeler üzerinden okumayı tercih ederler. Öyle ki bu, AK Parti’nin “Hizmet Siyaseti”nin de dayandığı kültürel koddur. O yüzden İstanbul’daki metro hatları, sosyal yardımlar, yaratıcı ulaşım çözümleri gibi projelerle anılan İmamoğlu’nun modeli unutturulmamalı. İmamoğlu’nun “Hizmet Siyaseti”ni hem iktidardan çok daha iyi hem de çok daha maliyetsiz biçimde yaptığı çarpıcı biçimde anlatılmalı.

Herkesin girdiği ortamlarda adeta bir İmamoğlu olacağı ve rahatlıkla anlatabileceği şekilde söylem setleri geliştirilmeli. Bu noktada şunu da ifade etmem gerekir, toplumsal muhalefet ve kurumsal muhalefet arasında yatay hiyerarşiler kurmak illa mitingler vasıtasıyla olmaz. Daha işlevsel ve sürdürülebilir olan, İmamoğlu’nun hikâyesine sahip çıkan ve onun bu hikâyeden kaynaklı olarak uğradığı şedit iktidar baskısına karşı duran herkesi bu sürecin bir parçası haline getirmek daha önemlidir. İmamoğlu meselesini gündelik yaşamın bir konusu haline getirmek ancak böyle mümkündür. Büyük siyasi hikayeler, yine en az kendisi kadar büyük olan Türkiye gündemi içinde kaybolabilir. Ancak mikroya, kılcala, gündelik yaşamın içine sızmış hikayeler sürekli olarak kendisini tekrar eder. Yani aslında lider var ama tutuklu, hikâye yarım, gündelik yaşam pratiği hiç yok. Ne üretilecekse önce bu tespit yapılıp üretilecek.

Nitekim bunun en iyi örneği de AK Parti’nin kendisi. AK Parti’nin sıradan insanlarla kurduğu ilişkiler… Ak Parti’nin gücü, sıradan insanlarla kurduğu ilişkide gizli. Biz, “büyük adamlara” bakmaktan hikâyenin bu kısmını ıskalıyoruz bazen. Ancak AK Parti’nin alametifarikası biraz da AK Parti’nin yerelde hareket ettirmeyi başardığı kadrolarda, örgütüne dahil etmeye çalıştığı kadrolarda gizli. Unutmamak gerekir ki mahalle de bir iktidar mekânı. Gündelik yaşamın kendisi, herhangi bir insan topluluğunun bir araya geldiği her yer bir iktidar mekânı ve buralarda AK Parti adeta rakipsiz.

Başka bir ifadeyle AK Parti, kendi gündemlerini yerele götürmeyi başarıyor. Mesela kentsel dönüşüm Kağıthane bölgesinde, gecekondularda rahatsızlık yaratan bir konu. Ancak, AK Parti’nin mahallede kurduğu iktidarı son derece nitelikli bir saha araştırmasıyla ortaya koyan Sevinç Doğan’ın anlattığına göre, AK Partili kadınlar gecekondulara ev toplantılarına haritalarla gidip orta sınıf değerleri kutsayarak “Kim kaloriferli dairede oturmak istemez”, “Kim böyle temiz bir dairede oturmak istemez” gibi bir propagandayla onları ikna etmeyi başarıyor.

Kağıthane’de yaşayan bir yoksul AK Partili genç, “Yeni Türkiye’den” bahsederken kendisinin milletvekili olma idealinden de bahsediyor. Kendi geleceğini partinin geleceğiyle, onu da liderle özdeşleştiren bir kültür var. Bu da öyle doğal seyri içinde oluşmuş bir süreç değil. Mahalle düzeylerinden başlayıp sürekli parti içi eğitimler yapan AK Parti, bu simbiyotik ilişkiyi eğitimlerinde sürekli olarak vurguluyor.

Ancak AK Parti’nin kapsama mekanizması kadar CHP’nin de dışlama mekanizması var. En ufak birimden, mahalle örgütlerinden başlayarak kurdukları mikro iktidar ilişkilerinin sarsılması, paylaşılması ihtimali korkusuyla partinin kapıları de facto olarak yeni gelenlere kapalı. Yukarıda bahsettiğim “İmamoğlu’nun hikayesinin gündelik yaşamın bir parçası haline getirilmesi” için önce bunun aşılması ve alternatif yöntemler üzerine düşünülmesi şart.

- Kılıçdaroğlu’nun kurultayda aday olmamasını nasıl değerlendiriyorsun?

Aslında Pazar günü kurultayda ortaya çıkan tablo ya da Kılıçdaroğlu’nu dayanışma sandığına gitmek zorunda bırakan, “Aday değilim” açıklaması yapmaya zorlayan ve kurultaya gitmek zorunda bırakan şey de bu soruyla bağlantılı.

Ortaya çıkan durum, Kılıçdaroğlu da dahil siyasi elitlerin fazileti, diğerkamlığı, inanılmaz fedakârlıklarından ziyade toplumun aldığı inisiyatiften kaynaklandı. Toplum kendi gücünü öne çıkarttı asli özne olarak. Dolayısıyla Kurultayın sonucunu dayanışma sandıklarına gidenler, Saraçhane’ye gidenler belirledi.

- Özgür Özel’in bugüne kadarki liderlik performansını, bilhassa İmamoğlu’nun gözaltına alınmasından sonraki tutumunu da göz önünde bulundurarak nasıl yorumlarsın?

31 Mart’ın ardından kutuplaştırmayı arttırmama yoluna gidip Erdoğan’la yürüttüğü normalleşme süreciyle AK Parti tabanına çeşitli mesajlar iletmeyi hedefleyen bir Özgür Özel vardı. Normalleşme sürecinin bitmesiyle beraber Erdoğan’ı hedef almaya başlayan yeni bir süreç başladı. Ancak görebildiğim kadarıyla Özgür Özel, 19 Mart’ı bir milat kabul ediyor. Bu yeni dönemde o, Erdoğan’ı da değil, topyekûn sistemi hedef alıyor.

Ne demek bu? Mesela daha önce Mehmet Şimşek’i ve MİT’i hedef almazdı. Hatta referans vermişliği bile var. Artık alıyor. Mesela yine bu sistemin ayaklarından biri de Erdoğan iktidarının kurduğu medya ayağı. Buna da meydan okunuyor. Son gelişmelerden biri örneğin, DİSK aracılığıyla Almanya’daki sendika üzerinden Volkswagen ile temasa geçilmiş. Dolayısıyla medyasıyla, yargısıyla, MİT’iyle, ekonomi yönetimiyle… topyekûn mücadele dönemine girilmiş gibi duruyor.

Bu epey önemli bir fark çünkü 2023 seçimleri sonrasında başlayan kemer sıkma politikalarına CHP’nin de verdiği üstü bazen kapalı bazen açık destek ya da en azından Mehmet Şimşek ile Erdoğan’ı ayrıştırma çabası bu programın sütliman bir ortamda uygulanmasına neden oldu. Burada tabii halka ağır maliyetler ödeten kemer sıkma politikaları sonucunda elde edilen birikimin, Merkez Bankası rezervlerinin CHP’ye operasyon için iktidar tarafından gözünü kırpmadan yakılması da önemliydi. Yani aslında ortada sadece iktidarın muhalefeti bertaraf etmek için bütün toplumu yoksullaştırarak topladığı cephane varmış. Bu, CHP’nin sistemin bir bütün olarak “rasyonelliğini” yitirdiğini ve her şeyin iktidarda kalmak için araç olarak görüldüğünü idrak etmesini sağladı.

Ancak mesele bununla da sınırla kalmamalı. Gümrük tarifeleri nedeniyle dünyada neoliberal dönem öncesi gibi, ithal ikameci dönemi anımsatan içe dönük büyüme modellerinin gündeme geleceği bir süreç yaşayacağız. Bunlar da Şimşek programıyla uyumlu değil. Herkes daha korumacı ve içe dönük bir ekonomik modele dönüşü tartışırken Şimşek’in modeli sermaye çekmeye dayalı bir model. Elbette iktidarın enflasyon, döviz talebinin baskılanamaması gibi meselelerden kaynaklı olarak karşı karşıya olduğu bir risk var. Sert ve kemer sıkma politikalarıyla geçen 2025’in ardından 2026’dan itibaren ekonomideki tansiyonun düşmeye başladığı ve 2027’de de faizlerin düştüğü, enflasyonun görece kontrol altına alındığı ve kamu harcamalarının arttırılabileceği bir dönemde seçim sandığını halkın önüne koymak isteyen bir iktidar planı vardı. Peki bu plan bu risklerden kaynaklı olarak rafa mı kalktı? Sanmıyorum… 2025’i büyük bir kriz olmaksızın atlatırsa iktidar, bu plan güncelliğini korur. Yani faizlerin düşürülüp kamu harcamalarının ve kredi imkanlarının arttırıldığı bir dönemde seçim sandığı halkın önüne koyulabilir.

İşte böyle bir gerçeklik içinde “Boş tencere iktidarı düşürür” ezberinden sıyrılmak gerekir. Nitekim bu pek de doğru değil. Çünkü Türkiye’de seçmenin oy verme davranışı pek de böyle şekillenmiyor. Yanlış anlaşılmasın, bu, “ekonomi önemli değil” demek değil. Ancak, Türkiye’de seçmen oy davranışını şekillendirirken son bir yıla bakıyor ve bir sonraki bir yıllık olası ekonomik durumunu buna bakarak öngörüyor. O yüzden son 1 yıl negatifse muhalefete, pozitifse iktidara oy vermeye eğilimli oluyor. Bu da 2015’ten beri, yani iktidarın tek başına iktidar olma vasfını yitirdiği, Türkiye’de de ekonomik dengelerin bozulduğu dönemden beri iktidarın seçim öncesinde kamu harcamalarını arttırarak tüketici güven endeksini yükseltmek için yarattığı “Yalancı Bahar”lara sebep oldu. Yıllardır “Boş tencere neden iktidarı götürmüyor?” sorusunun cevabı da bu. Makro ekonomik göstergelerin pozitif olmaması tencerenin boş olduğu anlamına gelmiyor. İktidar, bir yandan kamu harcamalarıyla, diğer yandan ise hayır-hasenat ağlarıyla o tencereyi çok da boş bırakmıyor. Buna literatürdeki adıyla minnet ekonomisi deniyor.

O yüzden buradaki temel mesele, piyasa koşullarına dayalı olarak ortaya çıkan muhalif özgüvenin aslında ne kadar yanlış olduğunun ispatlanması. Türkiye’nin yeraltı kaynakları açısından zengin olmamasından ötürü otoriterleşmenin piyasaya çarpacağı ve bunun da otoriterleşmenin bir sınırda durmak zorunda olduğu ezberi geçerli değil. Çünkü iktidar, liberallerin “piyasa rasyonalitesi” olarak adlandırdığı şeye bile uygun davranmıyor. Yani, ekonomi politikası, makro ekonomik istikrarı sağlamak yerine siyasi amaçların gerçekleştirilmesi üzerinden şekilleniyor.

Dolayısıyla iktidar, ekonomi yönetimi konusunda olmasa da kriz yönetiminde son derece tecrübeli. Kime kaynak aktarmasının kendisine oy getireceğini son derece iyi biliyor. Kimden daha fazla alıp kime vermesi gerektiğini de iyi biliyor. Bu noktada iktidarın iktisadi politikası ve oy tercihleri arasındaki ilişkiye değinmek gerekmektedir. 2023 seçimlerini 2018 seçimlerinden ayıran en temel farklardan biri de şüphesiz iktisadi koşullardı. 2023 seçim sürecinde dış yatırımcıların, seçmenin ve medyanın muhalefete bu seviyede şans tanımasının başat nedeni de ekonomideki kötü gidişattı. Ancak iktidar, ekonomik krizi de yaşam tercihleri ve tüketim alışkanlıkları açısından farklılaşmış, adeta “iki farklı ulus” biçimini almış mevcut toplumsal yapıda kendi seçmenleri lehine yönetmekte başarılı oldu. Başka bir ifadeyle iktidar, kent ve kır, orta sınıf ve yoksul, seküler ve muhafazakâr gruplarda ilk sırada sayılanlarla ikinci sırada sayılanların bir kesişimini yaratıp ikinci sıradakileri konsolide edecek bir iktisadi politika benimsemiştir. Bu, iktidarın kutuplaştırma politikasının iktisadi alana uyarlanmış halidir.

Bunun nedeni, iktidarın orta sınıftan oy alamadığı ön kabulüyle bir iktisadi politika uygulamasıdır. Diğer bir beyanla, refah da kriz de iktidar tarafından seçmen davranışına göre dağıtıldı. Buna göre iktidar, orta sınıf ve alt gelir grupları arasındaki gelir dağılımı makasını daraltmak pahasına bir iktisadi politika izledi. Bunun sonucunda enflasyonist politikaların etkisi her gelir grubu tarafından aynı oranda hissedilmedi. Her şeyden önce büyükşehirlerin dışında kalan bölgelerde kira ve ulaşım gibi büyükşehir seçmeninin en büyük gider kalemlerini oluşturan hizmetlere erişimin maliyeti görece daha düşük. Bununla bağlantılı bir diğer neden de yaşam tercihleri. İktidarın aleyhine bir iktisadi politika izlediği orta sınıfın, tüm dünyada olduğu gibi tüketim sepeti çok daha çeşitli. Bu sepette yaz tatili ve alkollü içecek gibi mal ve hizmetler var. İktidar, bahsi geçen mal ve hizmetlere ortalama fiyat artışlarından çok daha yüksek zamlar uygulayarak bütçe dengesini kendi seçmeni olarak kodladığı ve konsolide etmeye çalıştığı kitleleri en az etkileyecek şekilde ayarlamaya çabalıyor.

Dolayısıyla iktidar, yaşam pratikleri, sosyal sınıf, yerleşim bölgesi ve paylaşılan değer setleri bağlamında adeta iki ulus yaratmakta başarılı oldu ve uyguladığı iktisadi politikayla kendine ait toplumsal parçanın yaşanan krizden en az şekilde zarar görmesini sağladı. Sonuç olarak, Çizelge 1’de görüldüğü gibi, Türkiye’de asgari ücretlilerin en fazla yaşadığı küme olan sarı iller, aynı zamanda Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı küme haline geldi (Çizelge 2). Öyle ki renklendirilen kümelerde asgari ücretli oranı arttıkça Erdoğan’ın oy oranı da artmaktadır. 

Yine benzer biçimde, özellikle orta ölçekli sanayi kentlerinde seçmen davranışı noktasında büyük bir öneme sahip olan KOBİ’ler için 2017 Referandumu’ndan önce Kredi Garanti Fonu vasıtasıyla kredi musluklarının açılması 17 milyar liralık bir fon getirilmesi de yine iktidarın ekonomi ve oy ilişkisi arasında kurduğu ilişkinin bir ürünü.

İşte böyle bir ortamda ortaya çıkan enerjinin ekonomik ve siyasi hedefleri olan bir programa dönüşmesi lazım. Bu hedeflerin de “sıradan insanlar” tarafından gündelik yaşamın her parçasında anlatılacağı, parti sınırlarını aşan bir parti içi eğitim mekanizması kurulması gerekir. Böylesi bir muhalif enerji bu amaç doğrultusunda örgütlenmeyip sönümlenirse yeniden ortaya çıkacağının bir garantisi yok.


[*] BUPAR Araştırma. Gündem Türkiye Mart. 23-29 Mart 2025 tarihleri arasında TÜİK’’n belirlediği 12 bölge 26 alt bölgede 2420 denekle yüz yüze görüşülerek yapılmıştır.