Önceki yazımda, Erdoğan rejiminin ‘dost-düşman’ ayrımına dayalı kutuplaştırıcı siyasetinin Türkiye toplumundaki çeşitlilik gerçekliğiyle örtüşmediğini ve bu siyasetin, farklı kesimler arasında gerilimleri kışkırtarak iktidarın devamını sağlamayı hedeflediğini vugulamıştım. Peki bu kutuplaştırma stratejisine karşı “Erdoğan karşıtlığını” aşan, çoğulcu bir muhalefet nasıl geliştirilebilir? Bu ve bir sonraki yazıda, özellikle DEM ve CHP’nin “farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz?” sorusuna yakın geçmişte verdikleri yanıtları mercek altına alarak bu konuya odaklanacağım.
Neden DEM ve CHP? Çünkü her iki parti de daha önce bu sorunun Türkiye siyasetindeki pratik önemini kavramış, ona Erdoğan’ınkinden farklı, tabandan yükselen çoğulcu yanıtlar vermiş ve verdikleri bu yanıtlarla Erdoğan’ın iktidarını sarsan seçim başarılarına imza atmış partiler. DEM, daha doğrusu o dönemdeki adıyla HDP, 7 Haziran 2015 Milletvekilliği seçimlerinde “Bizler Meclise” sloganıyla, CHP de 2019 yerel seçimlerindeki “İstanbul İttifakı” ve 2024 yerel seçimlerindeki “Türkiye İttifakı” kurgularıyla… Tabii bir de arada “helalleşme” söylemiyle bu sorunun önemini kavramış olduğunu göstermekle birlikte, onu politik partilerin liderleri ve yönetici kadroları arasında “tavanda” kurulan konjonktürel bir çıkar ittifakı ile yanıtlayabileceğini sanan dönemin CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerinde toplumsal ve siyasal muhalefete yaşattığı “Altılı Masa” hezimeti var.
HDP’nin 2015 yılındaki başarısının kamuoyu önündeki taşıyıcılığını dönemin eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ yapmıştı. CHP’nin 2019 yılında İstanbul Belediye Başkanlığı’nı AKP’den bir değil iki defa seçim kazanarak almasına vesile olan ‘İstanbul İttifakı’nın taşıyıcısı ise Ekrem İmamoğlu'ydu. İmamoğlu, ayrıca, Kılıçdaroğlu’nun yerine Özgür Özel’in CHP genel başkanı seçilmesine ve Özel başkanlığındaki CHP’nin 2024 yerel seçimlerinden “Türkiye İttifakı” kurgusuyla birinci parti olarak çıkmasına en çok katkı koyan isimlerden biriydi.
Yakın geçmişte Erdoğan’ın iktidarını sarmış seçim başarılarının taşıyıcılığını yapmış bu isimler, bugün bunun ‘bedelini’ Erdoğan iktidarının düşmanlaştırma hamleleriyle doğrudan hedef alınarak ödüyorlar. Demirtaş ve Yüksekdağ AİHM’in defeatle verdiği ihlal ve derhal tahliye kararlarına rağmen hala hapiste tutuluyorlar. Ekrem İmamoğlu’na “siyasi yasak” talebiyle açılmış davaların ve her gün bir yenisi açılan “savcılık soruşturmalarınının” çetelesini tutmak giderek güçleşiyor. Özel ise bir yandan CHP’li belediyelere yönelik kayyım atamaları, görevden almalar, terör örgütleriyle iltisaklı olmak gibi mesnetsiz ithamlarla açılan soruşturmalar ve genel başkan seçildiği kongrenin eften püften gerekçelerle iptal edilmesine yönelik girişimler gibi “dışarıdan” gelen saldırılarla, bir yandan da parti içindeki hizipleşmeler, gerilimlerle boğuşuyor. Bunu mukabil yaşadığı seçim hezimetinin ardından köşesine çekilmek yerine Türkiye ve CHP siyasetinde hala bir “varlık” gösterme hevesi taşıyan Kılıçdaroğlu, itkidar cenahından genel başkanlığı döneminde görmediği saygı ve iltifatı, şimdi görüyor.
Peki Demirtaş, Yüksekdağ, İmamoğlu ve Özel “farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz?” sorusu bağlamında neyi doğru yapmışlardı da Erdoğan’ın iktidarını sarsabilmişlerdi? Ya da Kılıçdaroğlu neyi yanlış yapmıştı da o dönemde Erdoğan’ın kaybetmesi mukadder olarak görülen seçimlerin kaybedeni o ve onunla birlikte tüm Türkiye olmuştu?
Dilerseniz CHP’yi —dolayısıyla İmamoğlu, Özel ve Kılıçdaroğlu'nu— bir sonraki yazıya bırakarak, bu yazının devamında DEM’e —daha doğrusu 2015 yılındaki adıyla HDP’ye— ve Demirtaş ile Yüksekdağ’a odaklanalım.
Önce DEM’i ele almamın sebebi ideolojik bir yakınlık değil, tümüyle kronolojik. Zira Erdoğan iktidarının Türkiye’ye dayattığı “iki parçalı, kutuplaşmış Türkiye” algısının bir çeşitlilik denizinin üzerinde yüzdüğünü fark edip, bu algıyı üzerinde yüzdüğü çeşitliliği bir zenginliğe, farklılıklar arasındaki ortak bir politik iradeye, etkili bir politik güce dönüştürerek kırmayı başaran ilk siyasal partiydi, HDP. HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde kullandığı “Bizler Meclise” sloganındaki “bizler” Kürtler’e, Türkler’e, Aleviler’e, Sünniler’e, kadınlara, gençlere, işçilere, LGBTİ+ bireylere ve diğer tüm ezilen veya dışlanmış toplumsal gruplara gönderme yapıyordu.
Dönemin HDP kadroları —sadece genel merkez, il veya ilçe yöneticilerinden bahsetmiyorum, partinin en sıradan üyeleri, hatta partiye üye olmayan seçmenleri bile— Demirtaş ve Yüksekdağ’ın taşıyıcılığında, bu sloganın hakkını veren, içini dolduran etkili bir kampanya yürütmüş ve “bizleri” meclise sokmuşlardı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP %13,1 oy alarak %10’luk seçim barajını rahat rahat aşmış ve 80 milletvekili kazanarak, AKP ve CHP’nin ardından parlementodaki üçüncü büyük parti olmuştu.
Ana omurgasını Kürt siyasal hareketinin oluşturduğu bir politik partinin, ülkenin yedi coğrafi bölgesinin altısından ve Müslümanından laiğine, Ermeni’sinden Türkü’ne, liberalinden sosyalistine, işçisinden işverenine çok çeşitli kimliklerden ve politik aidiyetlerden oy alarak, tek başına meclise girebilmiş olması yeterince endişe vericiydi, rejim açısından. Ama Erdoğan’ı asıl sarsan, onu endişeye asıl gark eden şey, HDP’nin bu seçim başarısı yüzünden, AKP’nin tek başına hükümet kurabilecek meclis çoğunluğu kaybetmiş olmasıydı.
Kürtlerin “öteki” olarak konumlandırılıp dışlanmasının Türkiye’deki tarihi çok eskilere, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına, hatta ondan da öncesine dayanır, malum. Ama 2012 yılında “Türkiyelileşme” şiarı ile kurulmuş, genel seçimlere kendi adı ve logosuyla ilk defa 2015 yılında girmiş HDP’nin, Erdoğan rejimi tarafından PKK’nin şiddet eylemleriyle ilişkilendirilerek meşru siyaset zeminin dışında görülmesinin veya oraya itilmesinin, yani bir önceki yazıda kullandığımız anlamda “düşmanlaştırılmasının” yakın tarihini herhalde 7 Haziran 2015 gününden başlatmak çok da yanlış olmaz.
Erdoğan açısından HDP’nin düşmanlaştırılmasını zorunlu kılan asıl günahı, ne ana omurgasının Kürt siyasal hareketinden oluşması, ne de Türkiye’nin taban çeşitliliğini yansıtan bir seçmen kitlesinden oy alabilimiş olmasıydı. Yanlış anlaşılmasın: Türkiye’nin siyaset coğrafyasında HDP’yi tam da bu nedenlerle düşmanlaştırmaya teşne milliyetçi veya ulusalcı aktör, grup ve parti sıkıntısı, bugün olduğu gibi o günlerde de çekilmiyordu. Nitekim Erdoğan sonraki yıllarda söz konusu aktör ve grupların önemli bir kısmıyla aynı düşmana, yani Kürt siyasal hareketine, düşman diyerek, onlarla “Cumhur İttifakı” şemsiyesi altında “dostluk” da kurdu.
Ama, ulusalcı ve milliyetçi dostlarının bazılarından farklı olarak, Erdoğan açısından asıl tehdit ne Kürt siyasal hareketinin Kürt olmasıydı, ne de diğer etnik kimliklerin Türk ve/ya Müslüman olmaması. Erdoğan'ın asıl korkusu, “farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz sorusuna” onun “dostlaştır, dostlaştıramıyorsan düşmanlaştır” yaklaşımıyla kökten farklı, çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı radikal demokratik bir söylem ve eylemlilikle yanıt verilebilmiş ve bundan sonuç alınabilmiş olmasından kaynaklanıyordu. Bu bir kez yapılabildiyse, yine yapılabilirdi.
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yaşadıklarımız hafızalarda henüz taze. Ama bu yazıdaki konumuz bu değil. Şu kadarını söylemek şimdilik bize yetsin: Erdoğan kendisine bu korkuyu yaşatan HDP’yi de, bu partinin ‘liderleri’ olarak mimlediği Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’ı da hiç affetmedi. 2016 yılında, eski dosttan evrilmiş düşman Fethullah Gülen hareketine bağlı bazı subay ve sivil unsurların yaptığı başarısız darbe girişiminin ardından, Kemal Kılıçdaroğlu’nun milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılmasına göz yumarak yaptığı bir başka tarihi hata sayesinde, bir punduna getirip, birçok HDP’li yönetici, milletvekili, belediye başkanı ve siyasetçi ile birlikte, Demirtaş ve Yüksekdağ'ı da hapse attırdı.
Aslında Erdoğan’ın “dost-düşman” ayrılığına dayanan siyaset anlayışı açısından bakacak olursanız mantıklı gibi görünen bir hamleydi de bu: Ne de olsa farklılıklar, ancak güçlü bir liderin etrafında toplanıp, o lider ile aynı düşmana düşman dedikleri sürece bir ve beraber olabilir, ancak öyle bir liderin peşine takıldıklarında “uyum içinde birlikte eyleyebilen bir politik güç” oluşturabilirlerdi. Siz o lideri denklemden çıkartırsanız, ortada ne birlik kalırdı, ne beraberlik, ne de iktidarınızı sarsacak bir politik güç.
Ancak Erdoğan bir konuda yanılıyordu, hala da yanılıyor. Bilmiyorum fark ettiniz mi: yukarıda hem Demirtaş, hem Yüksekdağ hem de —bir sonraki yazıda ayrıntılı olarak tartışacağım nedenlerle— İmamoğlu’ndan bahsederken “lider” kelimesini hiç kullanmadım. “Taşıyıcı” dedim onlara — çok çeşitli aidiyetlerden oluşan bir çoğulluğun ortak iradesinin taşıyıcısı anlamında. Zira bu isimler hiçbir zaman Erdoğan’ın anladığı anlamda dediğim dedik “liderler” olmadılar. En azından kamuoyu önünde bu görüntüyü hiç vermediler, hiç “liderlik” taslamadılar. Hatta kendilerini “eşitler arasında birinci” olarak bile konumlandırmadılar.
7 Haziran 2015 seçimlerinde Erdoğan’ın iktidarını sarsan “politik güç”, tam da 20. yüzyılın belki de en içgörülü politik düşünürü olan Hannah Arendt’in tarif ettiğine benzeyen bir politik güçtü: Çok çeşitli gelenek ve aidiyetlerden gelen, dolayısıyla her biri bir diğerinden farklı ama her biri bir diğerini de kendi denki (ya da eşiti) olarak gören bireylerin, kendi özgür akılları, özgür vicdanları ve özgür iradeleriyle katıldıkları ve katılarak büyüttükleri bir politik güç yani. Bu politik güç varlığını “ötekileştirilen” bir düşmana değil, üzerinde ortaklaşılan özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı ilkelere, değerlere ve eylemliliğe borçluydu.
Daha açık bir deyişle, HDP’nin meclise soktuğu “bizler” aynı düşmana düşman dediğimiz için birbirimizin dostu olmamıştık. Bizler, tüm farklılıklarımızla birlikte ve hatta tam da onlar sayesinde, bize sunulan çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı bir radikal demokrasi tahayyülünde kendimizi görebildiğimiz için birbirimizle dost olmuştuk. Bu dostluğumuzdan doğup, büyüyen politik güç, farklılıklarımızı görmezden gelmemiz, ya da ne bileyim, onlara bir süreliğine tahammül etmeye gönül indirmemiz sayesinde doğmamıştı. Tam aksine, Arendt’in çok sevdiği ifade ile “uyum içinde birlikte eyleyebilmemizin” temel sebebi, bu farklılıklarımızı görmemiz, kabul etmemiz ve bunlara saygı duymamızdı. Başkalarının farklılıklarını gördüğümüz, kabul ettiğimiz ve saygı duyduğumuz ölçüde, kendimiz de görülüyor, kabul ediliyor, saygı uyandırıyorduk. Ve sadece birbirimizle değil, henüz “bizlere” katılmamış yurttaşlarımıza da bu özenle yaklaştığımızda tüm farklılıklarını alıp, aramıza katılan dostlar artıyor, politik gücümüz büyüyordu.
İşte böyle bir politik gücün Erdoğan’ın anladığı anlamda “liderleri” olmazdı, olamazdı; olsa bile o çeşitlilikte, o çoğullukta bir politik güç “farklılıklarıyla birlikte bir ve beraber” kalamaz, etkili olamazdı. Erdoğan’ın “dostlaştır, dostlaştıramıyorsan düşmanlaştır” stratejisi ancak devletin şiddet araçları ile ekonomik kaynaklarını kontrol edebilen, (sosyal) medya aracılığıyla kimin düşman, kimin dost olarak görüleceğini belirleyebilen ve bu nedenle korkutabilen ve korkulan, güçlü bir “karizmatik lider” varolduğu sürece işleyebilir, işletilebilirdi. Oysa “Bizlerin” çoğul politik gücü varlığını ancak böyle bir politik liderin, ya da lider heveslisinin yokluğunda sürdürebilir, ancak böyle etkili olabilirdi.
Demirtaş ve Yüksekdağ’ın doğru yaptıkları şey buydu işte: Onlar kendilerini aynı düşmandan korkan (ya da aynı düşmanla korkutulan) güçsüzlerin etrafında öbeklenerek kendilerini güvende hissedebildikleri “güçlü karizmatik liderler” olarak konumlandırmayı reddetmiş; kendilerini, farklı düşünsel, itikadi ve sair gerekçelerle ortaklaşılan çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü bir gelecek tahayyülene doğru birlikte yol yürüyen çoğul yoldaşların yoldaşı olarak görmüş, öyle konumlandırmışlardı. Yaptıkları iş taşıyıcılığını üstlendikleri bu politik gücü oluşturan çoğulluğun farklı farklı işleyen akıllarına ve vicdanlarına ayrı ayrı sindiği için üzerinde ortaklaştıkları politik iradenin, henüz o iradenin paydaşı olmamış yurttaşlar nezdindeki sözcülüğünü yapmak, onları bu ortak iradeye katılmaya ve onu büyütmeye davet etmekti. Tabandaki seçmenlere, onları “oy deposu” olarak gören heybetli bir liderin tepeden bakan üslubuyla değil, insanları o insanlar yapan farklıkları gören, anlayan ve onlara umut veren bir dostun güven verici üslubuyla yaklaştıkları, bunu bir politik iletişim dili olarak benimsedikleri için de başarılı olmuşlardı.
Taşıyıcılar olarak Demirtaş ve Yüksekdağ yoldaşlarından saygı da görüyorlardı elbette. Ama sayılmalarının sebebi yol arkadaşlarını tir tir titreten üsttenci tavırlar takınmaları ya da onlara müşfik ama sert bir ana/baba edasıyla yaklaşmaları değil, duruşlarıyla, üsluplarıyla, söylem ve eylemleriyle onlara gösterdikleri saygıydı. Saydıkları için sayılıyordu onlar. Onların da belli bir karizması vardı. Ama bu karizmayı tarif eden anahtar kelime “güç” değil “samimiyetti.” Bu karizmanın çekiciliği korkudan değil, umuttan besleniyordu.r
Erdoğan’ın yanılgısı da buradan kaynaklanıyordu: Varlığını güçlü bir “karizmatik lider” figürünün yokluğuna borçlu olan bir politik gücü, onun “lider olmayan” taşıyıcılarını hapse atarak yok edemezdiniz. Böyle bir hamleyle başarabileceğiniz tek şey, onlarla aynı gelecek tahayyülünü paylaşan dostlarının onların etrafında daha da fazla kenetlenmesine, taşıyıcılıklarını yaptıkları çoğul politik gücün birlik ve beraberliğinin daha da sağlamlaşmasına yol açmak olabilirdi. Arendt’in diliyle söyleyecek olursak sizin haksız hukuksuz, düşmanlaştırıcı “şiddetiniz” arttıkça, sağlamlaşan sizin iktidarınız değil, bu şiddetle hedef aldığınız ötekinin politik gücü olurdu. Meşruiyetiniz artmaz, azalır; destekçi tabanınız büyümez, aşınırdı.
Nitekim öyle de oldu: 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra HDP (ve ardılları YSGP ve DEM), PKK şiddeti ile ilişkilendirilerek kriminalize edilmesi, itibarsızlaştırılması ve düşmanlaştırılmasına yönelik tüm hamlelere rağmen, girdiği bütün seçimlerde seçim barajını aşarak “Bizleri” meclise sokmayı başardı. 8 yılı aşkın bir süredir hapiste tutulan Demirtaş ise hala paylaştığı kısacık bir mesajla Türkiye siyasetine yön verebilecek bir etkinliğe sahip.
Peki Erdoğan neden hala iktidarda diye soracak olursanız: Bu sorunun yanıtını da Erdoğan’ın yaptığı doğrularda değil, CHP’nin yaptığı yanlışlarda aramak lazım. Daha doğrusu Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminin, CHP’nin Ekrem İmamoğlu “taşıyıcılığında” 2019 yılında İstanbul’da kazandığı kendi başarısından doğru dersleri çıkartamayıp, 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerinde, halkın karşısına bir değil, birbiriyle itişip kakışan altı parti “lideri,” iki belediye başkanı ve milletvekilliği pazarlıkları ile oluşturulmuş derme çatma bir “tavan ittifakı” ile çıkmış olmasında…
Peki CHP’nin 2023 yılında yaptığı bu bir yanlış, 2019 ve 2024 yılında yaptığı iki doğruyu götürebilir mi dersiniz? Sonraki iki yazımda yazımda ayrıntılı bir şekilde tartışmak istediğim soru da bu zaten.