Haftalardır, milyonların izlediği TV ekranlarından, çok izlenen sosyal medya platformlarından, hukuka aykırı gözaltıları, siyasi saikle yapılan tutuklamaları, kolluğun orantısız güç kullanımını, kötü muamele ve işkenceleri, dava ve soruşturma dosyalarındaki hukuka aykırılıkları izliyoruz. Çarpıtılan MASAK raporları ve baz kayıtları ile masumiyet karinesinin nasıl ortadan kaldırıldığına, hukuki değeri olmayan gizli tanık beyanları ile gerçekleşen tutuklamalara tanıklık ediyoruz. Belki de şimdiye kadar, siyasallaşmış yargının ve kolluğun, hukuk dışı işlemlerinin bu kadar yaygın ve kitlesel tartışıldığı ve izlendiği bir dönem olmamıştı. Bunun nedeni bu uygulamaların yeni olması değil, kendini tehlike altında gören mevcut rejimin, ilk defa bu kadar geniş ve farklı toplumsal kesimlere bu şiddeti uyguluyor olmasıdır.
Türkiye’de baskı ve şiddet politikaları, değişen toplumsal, sosyal ve ekonomik koşullarla birlikte, arada farklı formlara bürünse de, devamlılık arz etti. Türkiye’de siyasal rejimin dayandığı siyaset ve yönetme felsefesi temelde değişmediğinden, değişen uygulamaları veri alarak eski ve yeniye ilişkin mukayese yapmak yanlış sonuçlara yol açabiliyor. Eskiden böyle miydi söylemi, bu ülkede ne zaman demokrasi oldu ki itirazları ile karşılaşabilmektedir. Tabii ki 12 Eylül öncesi ve sonrası kıyaslaması bunun dışında tutulabilir.
Hukuk güvenlik ve belirlilik başlığında ise durum biraz farklıdır. Özellikle hukuk mekanizmalarının, işletiliş şekli ile devlet-iktidar[1] mekanizması içinde konumlandırılış şekli, uzunca bir zamandır biz hukukçuları, 2015 öncesi ve sonrası şeklinde bir ayrıma ve değerlendirme yapmaya sevk ediyor. 2013 döneminde başlamış olan çözüm sürecinin bitişi, savaşın sivil alanları kapsayacak şekilde genişlemesi ve pervasızlaşması, Gezi hareketi de denen ve kendiliğinden başlayan kitlesel protesto hareketlerinin bastırılması, önce Kürt illerinde topyekun başlatılan [2] fiili OHAL’in 2016 darbe girişimi ile tüm ülkeye uygulanır hale getirilmesi ve o günlerden bugünlere bitmeyen OHAL uygulama rejimi, son 12 yıla özel önem atfedilmesini kaçınılmaz kılıyor. Hukuki güvenlik ilkesi ve yargı bağımsızlığı ortadan kalktığında açığa çıkan sorunlar, yönetme krizini de beraberinde getirdi. Baskı ve şiddet politikaları, yargı, bürokrasi ve kolluk eli ile aynı yöntemlerle yoğun ve yaygın şekilde uygulanmaya başlandı.
19 Mart’ta, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ve beraberindeki diğer CHP’li belediye başkanlarının,üyelerin tutuklanması, 4 Kasım 2016’da HDP'ye yönelik eş genel başkanları Figen Yüksekdağ, Selahettin Demirtaş ve beraberinde birçok vekilin bir gecede alınması ile başlayan operasyon, benzer yöntemleri içeren ve benzer sonuçları olması beklenen iki ayrı siyasi darbedir. Türkiye için önemli kırılma noktaları olmuştur. İktidarın hedef gösteren dili ile başlayan, basın haberleri ile devam eden süreç, son dokunuşlar için yargısal mekanizmalara havale edildi. Siyasetçilerin kararı, yargıç ve savcıların imzası ile tamamlandı. Adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi ilkeleri her iki süreçte de tümüyle ihlal edildi.
Sayın Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının geçersiz kabul edilmesi ile başlayan süreç, bu 12 yılda hem ülkeyi her yönü ile yöneten siyasal rejimin yaptıkları yapamadıkları, hem de muhalefetin ve demokratik kamuoyunun yaptıkları ve yapamadıklarının sonucu idi.
Dokunulmazlıkların kaldırılması ile HDP’ye yönelik başlatılan operasyon 4 Kasım 2016’da toplu gözaltı ve tutuklama ile devam etti. Hala devam eden parti kapatma davası ve Kobane davası başlamıştı. Kamuoyunun gündemine sokmakta oldukça zorlanılan bir dava oldu. HDP geçmiş dönem eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel, Ayla Akat ve MYK üyeleri tutuklu idi ve cezaevi duruşma salonunda toplu yargılanıyordu. Davasının karar duruşmasına, üç buçuk yılın sonunda, davayı her zaman izlemeye çalışan Sezgin Tanrıkulu gibi vekiller hariç, parti kararı ile birçok CHP’li vekillin [3] ikirciksiz katılımı, duruşma çıkışı yaptığı açıklama, CHP’nin nasıl bir süreçte olduğumuzu anlamaya başladığı anlar olarak yorumlandı. Tarihsel olarak, birleşemeyen demokrasi güçleri uzun süreli baskı rejimlerinin can suyu olmuştur. Kobane davası avukatları olarak, davadaki hukuka aykırılıkları ve siyasi müdahaleyi delilleri ile tahlil ettiğimiz rapor incelendiğinde, bugün TV’lerde canlı yayınlarda tahlillerini dinlediğimiz benzer yöntemlerin nasıl işletildiğini görebiliriz. Bu dönemden farklı olarak ciddi bir basın ve medya sansürü altında kamuoyunu bilgilendirme çabası vardı. Hala da var.[4]
Devletin "asıl vatandaşı olanlar’’ ve "olmayanlar’’ ayrımı, bu ülkenin temel çelişkilerinden birisi oldu. Kutsal devletin yarattığı korku ve aidiyet hissi "diğerlerine", "makbul olmayanları" çoğu zaman görmemelerine, bazen de göz ucu ile bakmaya yol açtı.
Yurttaşlık haklarının güvencesi altında olduğunu bilen makbul vatandaşlar, bazı aksaklıklar olsa da, üstü örtülü konsensüs gereği, ne olursa olsun kendisi için işleyen bir hukukun olduğunu bildiler. Makbul olan- olmayan vatandaşlıktan, partili ve partili olmayan vatandaşlık tanımına geçildi ve hukuk dışına atılan non-persona bireylerin sayısı arttı. Baskı ve şiddet politikaları, kurumsallaşma çabasını da içerecek şekilde, hukuk kurallarının yerine ikame oldu.
Hukuk kuralları, yasalar, ortak yaşamın, toplumsal yaşamın varlığını temin etmek için düzenlenmiş uzlaşı alanıdır. Toplumsallığınız, kişisel varlığınız (düşünsel, felsefi, fiziki) tehdit altında ise artık özel alan da politiktir, [5] sokak da haktır, meşrudur. Protestolarda gençlerin çoğunun maske takması dikkat çekicidir. Maskelerin tanınma, görülme kaygısından ziyade, gençlerin artık hakkın öznesi olmadıklarını bilmeleri, tanımsız, belirsiz değişken siyasetin belirlediği güvensiz ortamdan korunmak takıldığı anlaşılıyor. Bir saat önce maskeli olan bir saat sonra maskesiz şekilde kameraların karşısına geçebilmektedir.
Polisin diyalogla ile maskelerini indirttiği gençleri sabaha karşı operasyon ile evinden alması, cinsel taciz iddialarının eşlik ettiği işkenceye dönüşen gözaltı süreçlerinin, çok sayıda tutuklanmanın haklı olarak, büyük hayal kırıklığı ve dehşete yol açtı. Gezi döneminde, "devletimiz bize gaz sıkıyor"dan, "devletimiz bize kumpas mı kuruyor, işkence mi ediyor?" denilen aşamaya gelindi. Kürt siyasetine uygulanan tarife idi, diğer muhaliflere de uygulanmaya başlandı. Soruşturmalarda da aynı sistematik gözlemlendi. Anında konulan gizlilik kararına 24 saat avukat görüş yasağı eşlik etti. Ceza kanununun hangi maddesinden gözaltı işleminin yapıldığı, hangi iddia ve hangi ceza maddesi ile soruşturmanın yürütüldüğü, tutuklama karar evrakına kadar tam olarak öğrenilemedi. Gözaltıların büyük kısmında, savcı ifade almadı.Adli kontrol veya tutuklama istemi ile mahkemeye sevk etti. Mahkemeye sevk yazılarında, hangi maddeden hangi somut olgu ile tutuklama veya adli kontrol istendiği yazar ki avukatlar buna göre savunma yapar delil sunar. Bu sevk yazısı avukatlara verilmedi.
Memurun, katibin, gardiyanın tavrından, kaş ve göz hareketinden, evrakları koşturma şeklinden, başınıza gelebilecekleri anlamaya çalışma çabası da çok az işe yarar. Haberler, tweet paylaşımları takip edilir, özellikle hükümete yakın kanallar elinizin altında açık olur. Tutuklamayı ilk onlar yazar. Olaylar yargıç, savcı, kolluk ve bu basın arasında geçer. Siyasi gündemi ve ekonomik göstergeleri takip etmek bir nebze doğru tahminlere yol açabilir. Sorgu bittikten sonra dahi, tutuklama sevk maddelerinin, adliyedeki koridor geçişleri sırasında değiştiğine şahitlik etmiş avukatlık pratiğine sahibiz ne yazık ki. Aslında ağır bir ceza olan ev hapsi içeren adli kontrol kararı istenenlerle hakimler hiç yüz yüze gelmedi. Onlara savunma hakkı tanınmadı.
Kafka’nın Dava romanındaki Josef K. gibi; neyle, kim tarafından hangi kurallarla yargılandığınızı da, ne ceza alacağınızı da, nereye nasıl ne zaman kim tarafından kapatılacağınızı da bilemezsiniz, bilmek için harcadığımız çaba, labirentin içinde kaybolmanıza yol açar.[6]
Cezaevlerinin, doluluk sınırını oldukça aştığı bu dönemde, özel bir işkence yöntemi olarak uygulanmamış ise, tutuklama kararı sonrası, çoğu ilk defa cezaevine giren gençlerin, kantin ihtiyaçlarını neredeyse 1 hafta süresince karşılayamaması ciddi sağlık ve beslenme sorunu demek idi. Çıplak aramaya maruz kalma, ihtiyaç ve talepler için kağıda, kaleme ulaşamama ,sözlü taleplerin dikkate alınmaması, ilk gece tek kişilik pis hücrelere konulma, zorunlu insani ihtiyaçların karşılanmaması, uzun süredir devam eden uygulamalar.
Bu süreçte cezaevi ve hasta tutsak sorunları konuşuldu. Evet hasta tutsaklar tahliye edilmiyor. Ölüm sınırına kadar. Tıpkı, ne yazık ki Mahir Polat’ın durumunda olduğu gibi.[7] Yıllarca tedavi gördüğünüz hastanelerin raporları kabul görmüyor. Özellikle kimi cezaevlerinde kampüs hastanelerinin kurulması ile neredeyse her ağırlıktaki hasta için "cezaevinde tedavi edilebilir" raporu veriliyor. Adli Tıp Kurumu bu konuda tek yetkili kurum. Ama ATK’da, %90 engelli olsanız veya kanserin dördüncü evresinde olsanız dahi "cezaevinde tedavisi yapılabilir" şeklinde rapor veriyor.[8] Tüm organlarınız iflas etmiş ve ölüm sınırında iseniz evinizde ölme şansınız belki olabilir.
Politik içerikli yargısal şiddet politikalarındaki paralelliğe daha iyi örnek olması açısından 2 vakaya değineceğim. Vaka (1): 2016 yılı Cizre adliyesindeyiz, öldürülmüş çocukların dava dosyası için adliyedeyiz. Girişte, X-ray cihazı önündeki uzun namlulu kolluğun varlığını kimse yadırgamıyor. Yurttaş dahil. Yargı zaten devletti, devlet de buradaydı. Dosyalarda gizlilik kararı dahi yoktu, gerek de yoktu. Devletin ‘’ terörist ‘’ dediği çocuk tabii ki "teröristti" ve doğal olarak öldürülmüştü. Öldürme olayını araştırması beklenen savcılık, ölenin terörist olduğunu ispat etmeye yönelik araştırma yapmıştı. Çocuk, olay sırasında güvenlik güçlerine karşı silah kullanmış mıydı, elinde silah var mıydı soruları, savcının-yargıcın alakasız bulduğu sorulardı. "Terörist" olarak tanımlandıktan sonra 18 yaşın altında dahi olsalar, çocuklar çocuk ceza yargısının da dışında kaldı. Hayatta olanlar, gözaltındaki başka çocukların (kimi okuma yazması olmadığı için Türkçe teşhis ve ifade tutanağına parmak basmıştı) teşhis tutanakları ile müebbet hapis cezaları aldı.
Vaka (2): 4 Kasım 2016 siyasi operasyonu sonrası F. Yüksekdağ ve S. Demirtaş tutukludurlar. 2019 yılında,cezaevinden SEGBİS odalarına getirildiler.[9] Savcı sabah saatlerinde ‘’bir ifadenizi alacağız kısa, avukata gerek yok’’ diyerek rutin bir işlem imiş gibi sorgu almaya çalışmıştı. Deneyimli iki siyasetçi de duruma itiraz etti. Buna rağmen savcı bu itirazı içeren beyanı ifade kabul edip, tutuklama istemi ile dosyayı mahkemeye sevk etti. Tutuklama sebebi isnatların/olayların, sadece bize değil sorgu hakimine de aktarılmadığını anladık. Hakim elinde birkaç sayfalık yazı ile, ‘6-8 Ekim’de olaylar olmuş ne biliyorsunuz’ dan öteye geçmeyen bir soru sordu. Yüksekdağ ve Demirtaş’ın savcı ve sorgu hakimi ile ayrı ayrı; ‘’Suçlama nedir? - 6-8 Ekim olayları. Hangi olaydan ne kapsamda suçlanıyorum? -Dosyanın tamamı elimde değil genel olarak beyanınızı alsak’’ şeklinde geçen diyalogları sonrası yıllarca tutuklu kalacakları, bir ömrün yetmeyeceği ağır cezalar alacakları Kobane davasının startı verildi. Tutuklama kararı da, yüze okunması gerekirken okunmadı, tutuklama evrakı duruşma bitimi verilen arada elimize tutuşturuldu. Şimdilerdeki tutuklamalarda olduğu gibi.
Yine bu dönemim alametifarikası haline gelen gizli tanık müessesesi, Ekrem İmamoğlu ve diğer belediye başkanları soruşturmasında da kullanıldı. Ceza hukukunda gizli tanıklar tek başına delil olarak kabul dahi edilmezken, 2016 yılından sonraki yargılamalarda tutuk ve ceza gerekçesi oldu. Kimi gizli tanıkların bazen varlığı dahi şüpheli olsa da, asıl mesele ‘’ gizlilik’’ atfedilen tanığı sorgulamanın ciddi handikaplar içermesi. Örneğin Kobane davası gibi bir davada dahi, çok azı bulunabilen gizli tanıkların çapraz sorgusu tam olarak yapılamamıştır. Gizli tanığın varlığı, algısal olarak, vakayı daha kriminal hale getirir. Savcıların, gizli tanık olan dosyaya yaklaşımları her zaman daha şüpheci ve temkinlidir.
Sevgili Işıl Kurnaz, "Olanı Biteni Hukukla Açıklayabilir miyiz? sorusuna yanıt aradığı yazısında,[10] yargının siyasal amaçlar için kullanılmasına dair AİHS 18. Madde bağlamındaki değerlendirmesinde, "fay hatlarını derinleştiren her büyük siyasal tartışmada, hukukun o fay hattını değiştirebilecek güçte bir kudreti olmasından ziyade, o fay hattının mevziini şekillendirmede kullanılan bir kudreti’’ olduğunu ısrar ve inatla hatırlatır bize. Fay hattını değiştirecek olan mücadelenin hukuki mücadeleyi de dışlamayan bir şekilde yürütülmesinin önemi ortadadır.
Bu topraklarda hiçbir şey yeni yaşanmadı. Ama asıl sormamız gereken soru; birbirini görme ve mücadele birlikteliği zamanı olabilir mi bu zamanlar ? Barış Ünlü’ nün zihinlerimizi aydınlatan Türklük Sözleşmesi kitabında bahsi geçen ve derin bir tarihsel geçmişi olan sözleşmeyi bozmanın, halkların bir aradalığının sözleşmesine geçmenin koşullarını yaratmayı konuşmanın zamanı değil mi?[11] Acıları karşılaştırma, yarıştırma değil, ama yüzleşme ve toplumsal barışı sağlama zamanı olabilir mi? Sevgili meslektaşım Erhan Ürküt’ün, Kobane davasından yıllardır hapiste olan babası Ali Ürküt ve kendisinin yaşadıkları ile siyasi tutuklu Ekrem İmamoğlu’nun ve oğlunun yaşadıkları arasında kurduğu bağa dair yazısı, gençliğin bu zamana işareti olarak okunabilir. [12]
Demokratik bir toplum düzeninin sağlanması için mücadele edenlerin birlikteliğinin yaratacağı güç, etki, bir daha açılmamak üzere tüm silahların üzerine beton dökmek anlamına gelecektir. Diğer şansları iyi değerlendirememiş olabiliriz. Ama topraklar için bir şans daha var ki, eşit güçler ve eşit ilişkilerle, kamusal alanı eşitlik ve adalet zemininde yeniden tarif ederek toplumsal konsensüsün kurulma şansı. Savaşanların yürüteceği müzakerenin, silahların bırakılmasının, toplumsal barış sürecine yapacağı büyük katkıyı görerek, barışa giden taşları ,amasız/fakatsız birlikte döşeyerek elbette. Her türlü kirli savaş politikalarına rağmen halklar arasındaki köprüler yıkılmamış iken…
[1] Siyaset içinde konumlanış demeyi tercih etmeme nedenimin, hukuk alanında temelde politik bir alan olduğunu düşünmemle ilişkilidir. Her dönem İktidar siyasetine kolayca bağımlı hale getirilebilmesinin de nedeni budur. Sınıfsal güç ilişkilerinin belirlemesinden azade ve kendinden menkul bir alan değildir.
[2] Kürt illerine dair devlet politikası, hiçbir zaman olağan bir hal almadı. Bölge, yasal tanımı da aşan şekilde olağanüstü hal bölgesi olarak kalmaya devam ettiğinden, uygulanan hukuk kuralları da anlık günlük form değiştirmiştir. Örneğin sokağa çıkma yasakları döneminde iki üç gün aralıklarla aynı konudaki yönetmelik hükümleri değiştirilebilmiştir.
[3] Duruşmaya katılan CHP vekilleri ;Ali Mahir Başarır, Gökçe Gökçen, Gül Çiftçi, Okan Konuralp, Kayıhan Pala, Orhan Sarıbal, Yüksel Taşkın, Süleyman Bülbül, Aylin Timisi Ersever, Muhip Kanko, Yüksel Taşkın, Sezgin Tanrıkulu. https://www.youtube.com/watch?v=p7n_UFjmCZg
[4] https://www.bbc.com/turkce/articles/c51l4zn9nqpo
[5] Özel alan politiktir şiari, kadın hareketinin mücadelesinin derin felsefi, toplumsal, siyasal birikiminin sonucudur. Özel alanı politik olarak değerlendirmesi, eşit ilişkilerin ve ilişkilenmelerin olmadığı toplumsal yapılarda sömürü ve ezme çarklarına büyük bir çomaktır,kamusal alanın kazanımıdır.
[6] Franz Kafka, Dava, Can Yayınları, 2007. ‘’Ben bu yasayı bilmiyorum’’ dedi K.’’Bu sizin için daha da kötü’’ diye karşılık verdi nöbetçi. ‘’ Bu yasa sanırım yalnızca sizin kafalarınızda var’’…Nöbetçi ‘’ yasayı elbette duyumsayacaksınız,’’ demekle yetindi.
[7] https://www.indyturk.com/node/756316/haber/mahir-polat-adli-t%C4%B1p-kurumuna-sevk-edildi-adli-t%C4%B1p-raporuna-g%C3%B6re-karar-verilecek
[8] https://www.birgun.net/haber/2-yilda-94-hasta-tutuklu-oldu-514845
[9] Neredeyse her konuşmaları bir soruşturma konusu yapıldığından, cezaevinde ifadeye çağrılmak günlük rutinleri olmuştur.
[10] https://birikimdergisi.com/haftalik/12010/olani-biteni-hukukla-aciklayabilir-miyiz.
[11] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları
[12] https://bianet.org/yazi/farkli-yollardan-ayni-duyguya-mehmet-selim-kardesime-mektup-305942