“Mensupları daha çok Yahudilerden olan bu hareket yeni değil. Spartacus-Weishaupt’un zamanından, Karl Marx’ın yaşadığı döneme, oradan Trostky (Rusya), Bela Kun (Macaristan) Rosa Luxembourg (Almanya) ve Emma Goldman’a (Birleşik Devletler) uzanan dünya çapında bir komplo bu. Var olan medeniyeti yıkma ve onun yerine yeni bir toplum inşası komplosu. Artık gelişmesini durdurmuş, kıskançlık dolu bir art niyet ve imkânsız bir eşitsizlik temeli üzerine kurulmak istenen bir toplum komplosu… Fransız Devrimi trajedisinde de kesinlikle rolü olan bir hareket. 19. yüzyıl boyunca da her yıkıcı hareketin baş sebebi. Şimdi de, … Rus halkını saçlarından yakaladılar ve böylece büyük bir imparatorluğun tartışmasız sahipleri oldular.”
Bu cümleler Winston Churchill’e ait. İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere Başbakanı olacak Winston Churchill’e. 1920 yılında Illustrated Sunday Herald gazetesinde çıkan bir yazısında, Churchill Rusya’da süregiden iç savaşın taraflarından Bolşevikleri, binlerce yıllık bir komplonun, Yahudi komplosunun, temel aktörleri olarak resmeder. Amacı hem Bolşeviklere karşı savaşan Beyazlar için destek toplamak, ki İngiltere’nin politikası da buydu, hem de bütün Yahudilere bir çağrıda bulunmak.
“Bu şartlarda şu özellikle önemli. Her bir ülkede, o ülkenin toprağına sadık milli Yahudiler her fırsatta öne çıkmalı … ve Bolşevik komplosu ile mücadele için alınan her önlemde aktif rol oynamalı. Böyle yaparak, Yahudi isminin şerefini koruyabilecekler ve bütün dünyaya açıkça gösterecekler ki, Bolşevik hareketi Yahudi hareketi değildir.”[1]
Churchill’in yazısı komplo teorisyenliğinin güzel bir örneği. Tarihte gerçekleşen bir olayı, içinde var olduğu toplumsal koşullardan tamamen soyutlayıp, birtakım art niyetli ve güçlü varlıkların (kişiler, devletler) kusursuz bir şekilde planlayıp mükemmel bir şekilde icra ettiği bir planın neticesi olarak görme, gösterme. Tarihten, çoğu zaman yanlışlanamaz seçme deliller bulup, bunları öne çıkarma, sanki aralarında bir bağ varmış gibi de sıralama. Açıklanmak istenen olayın ve olgunun aktörlerinin iradelerini elinden alma, en basitinden dışarıdan gelen dürtülere göre hareket eden, kendi ajandası olmayan bireyler olarak resmetme. Açıklanan olayın veya olgunun bir komplo olmayabileceğini gösteren delilleri ise gözardı etme. Komplo teorisyenliğinin temel bileşenleri bunlar.
Bu haliyle belki zararsız, ama siyasi bir projenin temel argümanı haline geldiğinde hiç öyle değil. Hatta son derece tehlikeli hale gelebilen bir akıl yürütme.
Bu akıl yürütme, yani Komplo Teorisyenliği, bizim memlekette de hayli yaygın… Hem de her kesimden alıcısı, uygulayıcısı var. Aynı komplo teorisinin farklı dönemlerde farklı kesimlerden savunucuları bile çıkabiliyor. Mesela, Sabetayistlerin Türkiye’yi gizli bir plan dahilinde dönüştürdüğü ve yönettiği teorisinin ilk sahipleri İslâmcılardı ve bu uzun yıllar boyunca böyle kaldı. 2000’li yılların başında ise Yalçın Küçük ve Soner Yalçın gibi Türk solundan gelenler teoriyi sahiplendi ve popülerleştirdi.[2]
Özellikle Soner Yalçın teoriyi bir adım öteye götürdü ve aslında İslâmcı olan bir suçlamayı İslâmcıların kendi cenahının önemli temsilcilerine yöneltti. Soner Yalçın’ın Efendi 2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı isimli çok satan kitabının kısaca temel özeti şu: Tarikatlerle bağlantılı zengin Müslüman kişiliklerin, Soner Yalçın’ın tabiriyle, Beyaz Müslümanların hepsi Sabetayist…
Soner Yalçın’ın Efendi serisinin her iki kitabının amatör sayılabilecek bir eleştirisini başka bir yerde yapmıştım.[3] Burada kısaca ifade etmem gerekirse, her iki kitap da komplo teorisyenliğinin nadide örnekleri, dolayısıyla aynı metodolojik hatalarla dolu.
Soner Yalçın gerçekten bir uç örnek kabul edilse bile, genel olarak aslında, Türk Solu’nun Türkiye’deki İslâmcı hareketin gelişimine yaklaşımı da çok farklı değil. Yani, komplo teorisyenliği ile malul.
Behlül Özkan’ın BirGün gazetesinde kaleme aldığı yazı dizisi güzel bir örnek.
Özkan, Türkiye’nin son dönemde yetiştirdiği önemli bir akademisyen. Yorumlarını merakla bekleyip, okuduklarımdan. Önemli sorular soruyor ve ilginç cevaplar veriyor.
Yazı dizisini başlatan soruları yine önemli sorulardı.
“Suudi Arabistan Kralı Abdullah öldüğünde AKP neden milli yas ilan etti? Türkiye’de siyasal İslam’ın iktidara yükselişinde Suudi Arabistan sermayesinin rolü ne? Nasır liderliğinde birleşen Mısır, Suriye ve Yemen’de, bugün yaşanan çatışma ve krizlerde Riyad’ın nasıl bir etkisi var?”
Bu sorulara cevap arayan üç yazı yazdı Behlül Özkan. Gazetede yazıyor olmanın kısıtlarını hesaba katarak, son derece derin ve kapsamlı bir dizi beklemiyordum elbette. Ama yine de, Türkiye’de İslâmcılığın yükselişine dair öne sürülen ve daha çok Türk Solu’nun gelişimine katkı yaptığı komplo teorisyenliğinin ötesine geçmesini bekledim.
Söz konusu açıklamayı biraz karikatürize ederek şöyle özetleyebilirim.
1950’li yıllarda dünyada yükselen sol hareketin önünü kesmek için, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Müslüman ülkelerde “gerici” akımları destekleme kararı alır. Bunun için de Suudi Arabistan’la işbirliği yapar. Suudi Arabistan 1962 yılında Rabıtatül Alemil İslami’yi (kısaca Rabıta) kurar ve bu kurum kanalıyla İslâm dünyasındaki dinî akımlara kaynak aktarır. Böylece bütün Müslüman ülkelerde ve tabii ki Türkiye’de İslâmcılık güçlenir.
Detaylar kişiden kişiye göre değişse de, genel açıklama üç aşağı beş yukarı bu şekilde.
Biraz önce söylediğim gibi, Behlül Özkan da farklı bir açıklama öne sürmedi. Kısaca, İslâmcılık yükselişini ve bugünkü halini iki ülkeye borçlu: ABD ve Suudi Arabistan.
Özkan’ın kurgusunda 1958 yılı önemli. O yıl Suriye, Mısır ve Yemen birleşir. Aynı yıl ABD, NSC-5820 kodlu bir rapor yayımlar. Özkan’ın kendi diliyle, “ABD’ye göre Suudi Arabistan liderliğinde örgütlenecek siyasal İslam; Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği ve solun panzehiri olacaktı.”
NSC-5820 kodlu rapora internetten ulaşmak mümkün…[4] Söz konusu raporun herhangi bir bölümünün söz konusu çıkarımı yapmak için müsait olduğunu düşünmüyorum. Mesela, raporun hiçbir yerinde “din” veya “dinî” kelimeleri geçmiyor. Suudi Arabistan’la alakalı 37. madde, 6 öneri içeriyor ve hiçbiri din ile alakalı değil. Mesela ilk öneri Suudi hükümeti ile dostça ilişkileri korumayı, ikinci öneri Suudi hükümetini finansal, ekonomik ve sosyal reformlar yapmaya teşvik etmeyi, üçüncü öneri Kral Suud’un iktidarını güçlendirmesi için adımlar atmaya teşvik etmeyi, dördüncü öneri askerî yardım programını devam ettirmeyi, beşinci öneri ABD’nin Suudi Arabistan’daki önemli gruplar arasında, özellikle Silahlı Kuvvetler’deki etkisini artırmayı ve son olarak İngiltere ile Suudi Arabistan arasında normal ilişkilerin tesis edilmesini içeriyor.
ABD’nin söz konusu dönemde din ile alakalı bir politikası olmadığını iddia etmiyorum. 1953-1961 yılları arasında başkanlık yapan Dwight Eisenhower’ın komünizmle mücadelede dini ve dinî sembolleri kullanmaya meyilli olduğunu iddia eden akademik bir yazın var. Ama, bunu daha çok iç politika için kullandığını da iddia etmek mümkün. Mesela, ABD’nin sadakat yeminine “Tanrı Altında” ifadesi onun başkanlığı döneminde eklendi. “Tanrıya Biz Güveniriz” sözünün milli bir vecize olarak kabul edilmesi de onun döneminde.
Söz konusu politikanın dış politikayı ne kadar etkilediği ise tartışmalı. İran, Guatemala ve Vietnam gibi ülkelerde takip edildiği iddia ediliyor. Ama, ABD söz konusu ülkelerde dinî hareketleri güçlendirme hedefini mi güdüyordu? Sanmıyorum. Zira İran’da, mesela, ABD’nin sadık müttefiki Şah’a karşı Şii din adamlarını güçlendirmek ABD’nın kendi kendini dizinden vurması olurdu.
Eisenhower’ın söz edildiği gibi bir politikası olduğu kabul edilse bile, aynı politikayı Eisenhower’dan sonra gelen ABD başkanları ne kadar devam ettirdi? Bu soru da önemli. Bu konuda dedikoduların ötesine geçip, ABD’nin dış politikasına ilişkin akademik yazına bakmak ve daha nüanslı bir iddiada bulunmak gerekiyor.
Behlül Özkan bunu yapmıyor. ABD’nin söz konusu politikasına delil olabilecek iki iddia ortaya atıyor. Birincisi, Rabıta’nın Suudi Arabistan’daki Amerikan petrol firması ARAMCO kanalıyla finanse edildiği iddiası. Bu arada Rabıta’nın 1962 yılında kurulduğunu ve kurulduğu sırada da Eisenhower’ın artık Başkan olmadığını not edelim. Bir sonraki Başkan John F. Kennedy’nin Eisenhower’ın politikasını devam ettirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Rabıta, Özkan’ın kendi diliyle, “Ortadoğu’da Arap milliyetçisi ve sol rejimlere karşı Mısır’da İhvan başta olmak üzere İslamcı siyasi grupları desteklemeye başladı. İslamcı gruplar üzerinden örgütlenen Rabıta, Suudların ve ABD’nin Ortadoğu ülkelerinin iç işlerine karışmasında önemli rol oynamaya başlıyordu.” ABD’nin bu süreçte rolü, Özkan’a göre öylesine büyüktü ki, “İslamcılığın 20. yüzyılda önemli isimlerinden Seyid Kutub ölmeden önce ‘[Siyasal] İslam’ı Amerika kurdu’ itirafında bulunmuştu.” Seyyid Kutub’un bu sözü, Özkan’ın ikinci delili…
ARAMCO’nun Rabıta’yı desteklediği ve Seyyid Kutub’un söz konusu cümleyi söylediğine dair hangi kaynaklar var elimizde?
ARAMCO’nun böyle bir şey yapmak için ne gibi bir menfaati olabilir, doğrusu bilmiyorum. Sonuçta özel bir firma. Dönemin petrol firmalarının millileştirilmesi akımına karşı Suudilere karşı şirin gözükme çabası olabilir belki. Ama bunun için Rabıta’yı desteklemek gerekmezdi. Doğrudan Suudi prenslerine rüşvet verebilir, ve böyle yaparak daha etkili olabilirdi.
Seyyid Kutub’un ise söz konusu cümleyi söylemesi çok daha düşük bir ihtimal… Evet Kutub ABD’ye gidip, bir süre yaşamış birisiydi. Ama bunu Mısır hükümeti adına resmî bir görevle yaptı. Daha da önemlisi, döndüğünde, ABD gözlemlerini kaleme aldığı Gördüğüm Amerika isimli bir kitap yayımladı. ABD’deki hayatın her açıdan ağır eleştirisini yaptığı bu kitapla, Kutub aslında İslâmcı harekette anti-Amerikancılığın gelişmesine de büyük bir katkı yaptı. Kutub ayrıca, ABD’nin İsrail yanlısı politikalarını ağır eleştirmiş ve bu yolla da anti-Amerikancılığa katkı yapmıştır. Böyle adamın ölmeden evvel, muhtemelen hapiste, İslâm’ı Amerika kurdu demesi ne kadar muhtemel?
ABD’nin İslâmcılığa doğrudan katkısı olmadı değil. Oldu ama bu katkının doğrudan olduğu coğrafya Müslüman coğrafyası değil, Batı Avrupa. Özellikle de Almanya. Bu konuda yeni yeni gelişen akademik bir yazın var. Bu yazına göre, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın yanında savaşan birçok Orta Asya Müslümanı, savaş sonrasında Almanya’ya sığınıyor. Alman istihbaratı bu Müslümanlardan bir birlik oluşturmak istiyor ve Sovyet Rusya’ya karşı kullanmanın hesaplarını yapıyor. Buna hizmet eder düşüncesi ile Almanya Münih’te bir cami projesi başlatıyor. Alman istihbaratı ile Amerikan istihbaratı, bu Avrupa’nın belki de ilk camisi olacak yapıyı kendi kontrolü altına alma mücadelesine giriyor. Orta Asya Müslümanlarına karşı, Amerikan istihbaratı Arap Müslümanlarını destekliyor. Bu mücadeleden istifade eden ve Arapların liderliğini ele geçiren, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan El Benna’nın damadı Said Ramazan cami projesinin başına geçiyor. Böylelikle Batı Almanya’da, hatta Batı Avrupa’da Müslüman Kardeşler’e ait ilk organize hareket doğuyor. Bu arada aynı yazın bize şunu gösteriyor ki, takip eden yıllarda Müslüman Kardeşler Amerikan istihbaratından yardım almaya devam etmiyor. Zira Amerikalıların ilgisi başka alana kayıyor. 11 Eylül 2001 saldırısına kadar da ne Alman ne Amerikan istihbaratı Avrupa’daki Müslüman Kardeşler’in faaliyetlerine dikkat ediyor. Avrupa’daki bu hür ortamdan istifade eden Müslüman Kardeşler bütün Avrupa ülkelerine yayılıyor. Bu arada Münih’te söz konusu cami kuruluyor ve Müslüman Kardeşler’in Almanya merkezine ev sahipliği yapıyor.[5] Türkiye İslâmcılığı ile Müslüman Kardeşler arasındaki bir bağlantı da Almanya’da kuruluyor ve bu bağlantının en somut delili ise bir evlilik. Müslüman Kardeşler’in Almanya kolunun başındaki kişi, İbrahim El Zayat, Necmettin Erbakan’ın yeğeni, Sabiha Erbakan ile evli.
Özkan’ın yazı dizisine dönersem. Rabıta elbette Türkiye ile de ilgileniyor bu süreçte… Rabıta’nın kuruluşunda iki Türkiye vatandaşının -Salih Özcan ve Ahmet Gürkan- olması önemli. Yazıda Rabıta ile alakalı olarak Yaşar Tunagör ve Mehmet Şevket Eygi isimleri de geçiyor.
Ahmet Gürkan hariç, söz konusu isimlerin Türkiye’de İslâmcılığa katkı sağladıkları gerçeği yadsınamaz. Salih Özcan’ın Hasan El Benna, Ebül Ula Mevdudi, Seyyid Kutub gibi 20. yüzyılın önemli İslâmcı figürlerinin eserlerini Türkçeye kazandıran bir yayıncılık geçmişi var. Yaşar Tunagör Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yapmış birisi. Eygi ise Türkiye’deki önemli İslâmcı yazarlardan. Not etmeliyim: Özkan’ın yazısına göre, son iki isim Rabıta üyesi olmadılar, sadece Rabıta’nın bazı toplantılarına katıldılar.
Soru şu: Peki, bu neyi ispatlar? Türkiye’de İslâmcılığın güçlenmesinin bu isimler kanalıyla Suudilerin işi olduğunu mu? Bu en basitinden bir indirgemecilik değil mi? Sonra, Türkiye’de İslâmcılığın gelişmesine daha önemli katkılar yapmış, daha lider isimler yok mu? Said Nursi mesela? Süleyman Tunahan? Mehmed Zahid Kotku? Fethullah Gülen? Ve diğerleri… Bu isimlerin Suudilerle bağlantısı nedir? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz.
Behlül Özkan da fevkalade farkında ki, Türkiye’de İslâmcılığın gerçekten serpilmesi 12 Eylül darbesi ertesinde oldu. Özkan açık açık 12 Eylül İslâmcı bir darbe idi demiyor. Ama o anlama gelebilecek bir iki iddiası da yok değil. Mesela, din dersinin müfredata konulması sanki Rabıta'nın bir toplantısında kararlaştırılmış ve darbeciler tarafından hayata geçirilmiş. Yine darbeciler Erdal İnönü'nün önünü bilerek kesmiş ki, Turgut Özal’ın yolu açılsın.
12 Eylül'ün İslâmcılığın gelişmesinde çok etkisi oldu elbette. Darbeciler sağcı ve solcuları kırarak, dinî grupların yolunu açtı. Ama darbeciler bunu öngörerek mi yaptı? Tartışılır. Daha çok niyet edilmemiş, öngörülememiş sonuçlar söz konusu. Ve tarih bunun gibi birçok örnekle doludur. Sovyetler Birliği’ni zor durumda bırakmak için Afgan cihadını destekleyen ABD’nin aynı ortamda El Kaide’yi doğuracağını görememesi gibi. Veya Afgan cihadına katılan vatandaşlarının döndüklerinde namluyu kendine doğrultabileceğini göremeyen Suudi Arabistan gibi.
Özkan’ın yazı dizisine dönersem. 12 Eylül sonrasında da Türkiye’de İslâmcılığın gelişmesine ve serpilmesine Suudi Arabistan’ın katkısı devam etti. ABD’nin bu dönem ve sonrasında nasıl katkısı oldu? Bu sorunun cevabını Özkan’dan öğrenemiyoruz.
Peki Suudların katkısı nasıl oldu? Suudi Arabistan bu katkıyı Faisal Finans, Al Baraka gibi faizsiz finans kurumları ile yaptı. Gerçekten de 1980’li yıllar Suudi sermayesinin söz konusu kurumlar vasıtasıyla Türkiye’ye girişine şahit oldu. Faisal Finans ve Al Baraka’nın sahipleri Suudi vatandaşı, Suudi devleti değil. Suudi devleti bu durumda vatandaşları kanalıyla Türkiye’de İslâmcılığa katkı yapmış oluyor. Peki, ama neden vatandaşları kanalıyla da, doğrudan değil? Bunun için Rabıta kurulmamış mıydı?
Türkiye’de bir kısım yeşil sermayenin Körfez sermayesi ile palazlandığı bir gerçek. Ama Körfez sermayesinin sahiplerinin maksadı tam olarak bu muydu? Sanmıyorum.
Faizsiz kurumlar Körfez’de doğdu sayılır. Aslında ilk denemesi Mısır’da ve Malezya’da oldu. Ama esas dünya kapitalist sisteminin parçası haline gelmeleri Körfez sermayesinin faizsiz bankacılığa yatırımı ile oldu. Bu ise 1973 yılındaki petrol krizi sonrası gerçekleşti. Ellerinde biriken büyük miktarda sermaye için yatırım imkânları araştıran Körfezli Araplar faizsiz bankacılığı keşfetti. İddiaya göre, buna Körfezlileri ikna eden Mısırlı bir iktisatçı: Ahmed el Naccar. Doktorasını Almanya’da sosyal iktisat üzerine yapan el Naccar, burada gözlemlediği Alman tasarruf bankacılığı modelinden esinlenir ve Mısır’a döndüğünde ilk faizsiz banka olarak kabul edilen Mit-Ghamr’ı kurar. İlginçtir, bankanın kuruluşu için sermayenin bir bölümünü de Almanya’dan bulur. Mit-Ghamr daha sonra Nasser tarafından millileştirilir.
Körfezlileri İslâmi bankacılık konusunda ikna edenin Ahmed El Naccar olduğu iddia edilir ki, Körfez sermayeli ilk İslâmi banka Dubai’de kurulur. Ve o banka hâlâ aktif.
Faizsiz bankacılık işine Suudi Kralı Faisal’ın oğlu Muhammed Faisal da girmek ister ve ilk bankasını Mısır’da kurar. Al Baraka’nın sahibi de bir Suudi’dir: Salih Kamil. O da ilk bankasını Ürdün’de açar. Bu ikilinin ilk bankalarını kendi ülkelerinde açmamış olması da ilginçtir. Ama bunun İslâmcılığı başka ülkelerde yaymak istemeleri ile alakası yok. Suudi Arabistan’daki Vahhabi ulemanın faizsiz bankacılığa evet demesi daha uzun zaman alacaktır ki, halen daha söz konusu bankacılığın İslâmiliği birçoğu için tartışmalı…
İkili Türkiye’de şubelerini 1985’te açıyor. Faisal Finans’ın ortakları arasında Salih Özcan, Al Baraka’nın ortakları arasında Korkut Özal var. Ve bugün Erdoğan’ın etrafındaki birçok işadamı… Peki, Muhammed Faisal veya Salih Kamil’in amaçları cidden İslâmcılığı güçlendirmek miydi?
Faizsiz bankacılık, Körfez Araplarının ellerindeki sermayeyi nasıl kârlı yatırımlara dönüştürebiliriz sorusuna verdikleri bir cevaptı. Yani, ana amaçları başından beri, ve halen daha, kâr yapmaktı. Bu anlamda klasik bankalardan hiçbir farkları yoktu. Hadi Rabıta’nın amacı cidden İslâmcılığı güçlendirmekti, diyelim. Ama faizsiz bankacılığın ana gayesinin İslâmcılığı güçlendirmek olduğunu söylemek hayli zorlama bir yorum.
Neden? Körfez sermayesi Türkiye’de ortak olarak kimi seçecekti? Koç’u mu? Sabancı’yı mı? Bu konuda eski bağlantılar önemli rol oynadı hiç kuşkusuz. Salih Özcan’ın Muhammed bin Faisal’la dostluğu eskiydi. Salih Kamil’in Türkiye’deki ortakları ile daha önce ne tür ilişkisi olduğunu bilmiyoruz. Muhtemelen aracı Muhammed bin Faisal’dı. Zira, Salih Kamil’in babası, Muhammed bin Faisal’ın babası Kral Faisal Mekke Valisi iken en yakın adamıydı. Muhtemelen Muhammed’le Salih çocukluk arkadaşıydılar. Dolayısıyla, Salih Kamil için Türkiye’de bağlantı bulmak zor olmamıştır.
Kişisel ilişkiler olmasaydı da, pek bir şey farketmezdi. Körfez sermayesinin bu tür isimleri seçmelerinin bir sebebi vardı ve bu çok basit bir sebepti. Sonuçta faizsiz bankacılık klasik bankacılıktan, yani faizden çekinen Müslümanları hedefliyordu. O Müslümanlara da güven vermesi çok önemli idi. Bu ihtiyaç o gün de vardı, bugün de var. Bu güveni sağlamak için de, mesela, bu bankalar daha sonra Şeriat Kurulu gibi bir kurul icat ettiler ve bu kurula ülkelerinde tanınan alimleri yerleştirdiler. Böylece faiz konusunda hassas olan Müslümanların güvenini kazanmaya çalıştılar.
Türkiye’de de benzer bir strateji takip edip, dinî cemaatlerle ilişkisi olan, faizden çekinen Müslümanların güvenini kazanabilecek isimlerle ortaklık yapmayı tercih ettiler. Suudi sermayesinin Türkiye’deki ortaklarına baktığımızda büyük çoğunluğunun Nurculukla veya tarikatlerle bağlantılı kişiler olduğunu görürüz. Mesela, adı çok geçen, Salih Özcan Nurcudur. Tüccar olarak birçok Müslüman ülkeyi gezdiği ve Nursi’nin eserlerini oralara götürüp tanıttığı için Said Nursi’nin hariciye vekili olarak da tanınır. Korkut Özal da, Topbaşlar da Nakşibendi tarikatının farklı kollarına bağlı isimler…
Şayet Türkiye’ye faizsiz bankacılığın gelmesinin sebebi İslâmcılığı güçlendirmek ise, Vahhabi Suudi Arabistan, bunu neden Nurculuk veya Nakşibendilik üzerinden yapsın? Vahhabilik ile Nurculuk ve Vahhabilik ile Nakşibendilik arasındaki neredeyse düşmanlığa varan farklılıklar kolaylıkla gözardı edilebilecek farklılıklar mı?
Suudi Arabistan gerçekten de başka Müslüman ülkelerde dinî akımları destekledi. Ama bunu yaparken daha çok kendi Vahhabi-Selefiliğini kabul edenleri destekledi. Kendi anlayışını yaymak istedi ve hatta bunun için bir tane üniversite bile kurdu.
Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler’e de önemli fırsatlar sundu. Ama sadece bir dönem. Özkan’ın belirttiği gibi, Nasır liderliğinde Arap milliyetçiliğinin Suudi Arabistan’ı tehdit ettiği dönemde. Mısır’ın, 1970’lerden itibaren Batı yörüngesine geçince de aynı politikayı devam ettirmesi için bir sebebi kalmadı. Nasır sonrası iktidara gelen Enver Sedat, kendi iktidarını güçlendirmek için Müslüman Kardeşler’e hareket alanı açmıştı zaten. Bunun için kimsenin teşvikine ihtiyacı yoktu.
1979 İran Devrimi’nden sonra ise Suudi Arabistan, en az Türkiye kadar İslâmcılığın yayılması ve bunun iktidarına tehdit oluşturması endişesini taşımaya başladı. 1990’lı yıllarda bu endişe haklı da çıktı. O yüzden Suudi Arabistan’ın Müslüman Kardeşler’e antipatisi yeni değil. 1990’lı yıllara kadar gider. Nitekim 2000’li yılların başında bir röportajda Suudi Prens Nayef Müslüman Kardeşler’i ağır bir şekilde eleştirdi, öyle ki, onlar için “ifraz ettiklerimizin” sebebi gibi hakaret içeren bir ifade bile kullandı.
Sonra, Muhammed bin Faisal’ın İslâmcılığa ne kadar bağlı olduğunu bilmiyoruz. İlginç bir karışımdır Muhammed bin Faisal. Baba Faisal’ın annesi, Vahhabiliğin Kurucusu Muhammed bin Abdulvahhab’ın torunu Abdullah Bin Abdullatif el Şeyh’in kızı Tarfa’ydı. Ama kendisi İstanbul doğumlu, Arap asıllı İffet el Sunayan’ın oğlu, ki rivayete göre İffet Faisal ile evlendiğinde Arapça bile konuşamıyordu. O yüzden yine rivayete göre, İffet’in bütün oğulları Türkçe konuşabilir. İstanbul’da doğma, annesi Türk bir kızın oğlu olan Muhammed bin Faisal’ın Suudi toplumuna göre nispeten liberal biri olması imkânsız değil. Muhammed’in eşi de nitekim ünlü Arap milliyetçisi Abdul Rahman Azzam’ın kızı…
Salih Kamil’in ise İslâmcılıkla ilişkisi muhtemelen daha zayıf. İslâmi bankacılığının bu duayen ismi aynı zamanda Arab Radyo ve Televizyonu’nun (ART) da kurucusu ve başkalarının ortağı. ART ise Suudi Arabistan’da şifreli yayın yapan ilk televizyon kurumu. Spor, müzik kanallarıyla Suudi Arabistan’a biraz eğlence getiren bir adam. Bu yüzden de ülkesindeki din adamları ve İslâmcılar tarafından ağır bir şekilde eleştirilen birisi. Eşlerinden birisi de, yine İslâmcılar için problemli olacak bir isim: Mısırlı bir aktrist, Safa Abu Suud. Salih Kamil eleştirilere dayanamamış olsa gerek ki, daha sonra İkra isimli dinî bir kanal açarak, din adamlarının hizmetine sundu.
Söz konusu iki ismin Türkiye’de Nurculuk ve Nakşibendiliği güçlendirmek için çaba göstermesini doğrusu anlamlandıramıyorum. Hem de Suudi Arabistan’ın İslâmcılığı güçlendirme politikasından vazgeçtiği bir dönemde…
Bitirirken şunu belirteyim. İslâmcılığın Türkiye’deki serüveni gerçekten bölgesel ve uluslararası bağlantılar hesaba katmadan anlaşılamaz. Bu bağlantıları ortaya koyma noktasında rahmetli Uğur Mumcu’nun paha biçilmez bir katkısı oldu, ki bugün bildiklerimizin çoğu onun Rabıta isimli kitabından. Maalesef, Türkiye’de İslâmcılık üzerine yapılan akademik çalışmalar Uğur Mumcu’nun bu katkısını yeterince değerlendiremedi. Ama değerlendirme çabasını gösterenlerin de yine maalesef komplo teorisyenliğinin ötesine geçemediğini görüyorum.
Yapılması gereken bir sentez. Tamamen Türkiye’ye mahsus etken ve gelişmeler ile, bölgesel ve uluslararası etken ve gelişmeleri iç içe geçirip, birbirini etkileyen bir açıklama ortaya koyabilmek. Bunu yaptığımızda ancak Türkiye’de İslâmcılık olgusunu daha iyi anlayabileceğimizi sanıyorum.
[1] Winston Churchill’in yazısına şu bağlantıdan ulaşılabilir. http://www.fpp.co.uk/bookchapters/WSC/WSCwrote1920.html
[2] Söz konusu komplo teorisinin el değiştirmesi için bakınız, Marc David Baer, “An Enemy Old and New: The Dönme, Anti-Semitism, and Conspiracy Theories in the Ottoman Empire and Turkish Republic,” Jewish Quarterly Review, 103(4), Sonbahar 2013, 523-555.
[3] Efendi 1 için, http://kitapkilavuzu.blogspot.com/2011/02/soner-yalcn-efendi-beyaz-turklerin.html . Efendi 2 için, http://kitapkilavuzu.blogspot.com/2011/02/soner-yalcn-efendi-2-beyaz-muslumanlarn.html
[5] Bu konuda en önemli kaynak: Ian Johnson, A Mosque in Munich: Nazis, the CIA, and the Rise of Muslim Brotherhood in the West, Houghton Mifflin Harcourt Trade, 2010.