Laura Lima
Bir yılbaşı ertesi henüz şafak sökerken, sokaklar daha kargaların, kedilerin ve çöp toplayıcılarının mekanıyken, yola düşmüş söylene söylene işe yetişmeye çalışıyordum. Uykusuz ve yorgundum. Sokağı döner dönmez karşıma çıktılar.
Sanki sabah pusunun içinden hayata akan mucize gibiydiler. Üçünün kafasında da yaldızları dökülmüş kırmızı yılbaşı şapkaları vardı. Sabah nemiyle yumuşamış karton şapkalar çenelerinin altından kirli lastiklerle sıkı sıkıya bağlanmış ve sadece ikisinin çenesinde jilet kesiği gibi kırmızı iz bırakmıştı. İç titreten ayaza karşılık üstlerinde ince, eski püskü kazakları, kenarları patlamış ayakkabıları, bir de sabahın o saati için yadırgatıcı bir neşeleri vardı.
Kırmızı yılbaşı külahlı köpek neredeyse bir motosiklet kadardı. Boynuna ve gövdesine çepeçevre dolanmış yaldızlı kedi merdivenleri, yanar dönerli fır fırlar, parlak kırmızı şeytan aldatanlarla sarılı çocukların yanı sıra sakin sakin yürüyordu. Köpekle bir örnek kırmızı yılbaşı külahı takmış sekiz, dokuz yaşlarında iki çocuk ellerinde tam göremediğim bir şeyi açmaya, yırtmaya veya kapamaya çalışıyorlardı.
Ben çok eski bir masal kitabından fırlamış gibi görünen bu tablo karşısında şaşkın bakakalmışken, birden bomboş sokakta yalnız olmadıklarını fark edip bana döndüler.
Ellerinde küçük kutu sütlerden vardı, onu açmaya çalışıyor, üşümüş elleriyle kalın plastiği yırtamıyorlardı bir türlü. Sonra ayaküstü konuştuk.
Biz konuşurken köpek yanımıza uzanıp yüzünü iki koca patisinin arasına gömdü. Gövdesine dolanmış yılbaşı süslerinden ve kafasındaki külahtan çok memnun bir hali vardı. Nefes aldıkça kafasından sarkan yılbaşı külahının ucu yerdeki küçük yağmur birikintisine değip ıslanıyordu.
Kutu sütü açabilirlerse köpeğe içireceklermiş.
Hayır kapları yokmuş, kutunun üstündeki kamışla içireceklermiş
Yooo gayet de güzel içebiliyormuş çünkü daha önce de böyle içirmişler. Tabii ismi varmış; NÖVEL miş. NÖVEL demek.. yani… İşte parlak, ışıklı, hediye gibi, yılbaşı gibi bir şeyler demekmiş”
Sonra ortaya çıktıkları gibi telaşlı, hafif bir neşeyle kayboldular. Geride Növel’den dökülen bir iki parlak ipliğimsi simlerden kalmasa rüya gördüğümü zannedebilirdim. Tam bu sokakta rastlamıştım ama üç sene önce miydi on sene mi yoksa dün mü unuttum. Üçüne de bir daha rastlamadım. Bugün sergiyi gezerken aklıma geldiler.
Salt Beyoğlu bugünlerde adını ve duygusal ilhamını Güney Afrikalı yazar John M. Coetzee’nin “The Lives of Animals/ Hayvanların Yaşamı” [1] adlı kitabından alan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergi kitabın kurduğu eleştirel perspektiften yola çıkarak bizi türler arasında kurduğumuz hiyerarşinin “Karanlık Ekoloji”ye [2] doğru açılan kapısından içeri bakmaya davet ediyor. Bir arada yaşama becerisini edinememiş, kibirli ve kategorize etmeye hevesli bir türün üyesi olarak sergiyi yüzümüz kızarmadan gezmek pek mümkün olmasa da türler arası uyumu nihayet kuracağımız o oyunbaz ve neşeli geleceğin vaadine inanmak istiyoruz.[3] Aksi halde türümüze ve “iyi” olmaya dair inancı tümden kaybedebiliriz ki bu dünyanın sadece kendisi için yaratıldığına inanan bir türün üzerine titrediği kibrini epeyce zedeleyebilir. Oysa buna henüz hazır değiliz.
Maria Roza
Ama şimdilik dünyayı yutacak kadar semirttiğimiz egomuzu bir kenara bırakıp sergiye geri dönebiliriz. Forum alanındaki ses kayıtları kahkaha atan fareleri, geceyle konuşan köpekleri, parçalanmış habitatlarına sıkıştırılmış türlerin, yarasaların, balinaların, çakalların birbirleriyle olan karmaşık vokalizasyonlarını fark etmemizi ve himayemize aldığımız “konuşma yeteneğinden” büyükçe bir payı hayvanlar için ayırmamız gerektiğini hatırlatıyor. Sergi bu işitsel farkındalık alanından sonra farklı coğrafyalardan sanatçıların fotoğraf, video, resim, nakış, gravür tekstil ve Mine Yıldırım’ın Hayırsızada Sürgünü’nü konu alan arşiv çalışmasıyla genişleyip büyüyerek hayvanlar dünyasıyla aramızda açılan o derin ve vahşi boşluğa işaret ediyor. En sonunda bir ucu felaketimize çıkacak bu uçurumu çağlar boyu süren sabrımızla biz kendi ellerimizle kazdık. Bununla yeteri kadar övündük mü acaba?
Coetzee’nin insan merkezli bakış üzerinden hayvanlara yönelik merhamet, şiddet ve tahakküm arasında salınan varoluş pratiklerimizi incelediği ve aslında üniversitede verdiği derslerin bir toplamı olan “The Lives of Animals”ın kahramanı Elizabeth Costello, bir sunum için Appleton Collegea’ya davet edilir. Costello sunumunu “olağanüstü” olarak nitelediği Kafka’nın “Akademi İçin Bir Rapor”[4] adlı öyküsüyle açar. Öykünün konusu, Altın Sahili’nde (şimdiki Gana) Hagenbeck adlı bir Alman şirketinin avcıları tarafından yakalanıp Avrupa’ya getirilen ve Rotpeter ismi verilen bir maymunun insana dönüşme macerasıdır. Daha önceki Gregor Samsa[5] da şahidi olduğumuz dönüşümden farklı olarak bu kez dönüşüm hayvandan insanadır. Merceğin altında hayvanın içinde saklı olan insanın kanlı dişleri ve vahşi pençeleri parlar. Bu dişler, pençeler, antenler, kuyruklar, kanatlar ve tüyler insanın içindeki hayvandan ne daha parlak ne daha kanlı ne daha sivri ne de daha sıktır.
Lin May Saeed
İnsan olma macerasını akademiye raporlayan “Rotpeter” ın bir hikâyeye konu olma şansını yakaladığı ve bir isme sahip olduğu anı Kafka şöyle anlatır; “sahildeki ağaçlıkta pusuya yatmış beklerken akşam üstü soydaşlarımdan bir sürünün arasına katılarak su içmek için sahile indim. Derken ateş edildi, içimizden bir ben vuruldum; iki kurşun yemiştim. Biri yanağımdan; bunun açtığı yara hafifti ama geride kocaman ve cascavlak bir iz bıraktı. Düpedüz bir maymunun uydurduğu, hiç de yakışık almayan o iğrenç Rotpeter ( Kırmızı Peter) adını kazandırdı bana.[6]”[i]
İnsanoğlu her şeye bir isim verdiği gibi bir yaraya ve esarete de bir isim verip “O” maymun için en münasibini seçmiştir. Yüzünde ışıldayan bu kocaman kırmızı yaraya uygun düşecek isim budur. Yara da isim de insanın hayvana vurduğu damgada birbirlerini imlerler. Rotpeter, bu ismi aldığı ve bir bakıma insanın vahşiliği ile işaretlendiği andan itibaren bütün çabasını insana dönüşmek için harcar. Kendi coğrafyasında, kendi ailesinin içinde ona seslenilen adla bir maymun olamıyorsa, Rotpeter adıyla bir insan olmaya çalışacaktır. İnsana dönüşme arzusu kaçarak özgür kalma arzusunun bile önüne geçer. Ne kaçacak ne kendini öldürecek ne de bir sirk hayvanı olacaktır. O, olabildiği kadar insan olacaktır! Bunun için de tek çıkış yolu insanı taklit ederek dönüşümünü gerçekleştireceği varyete yıldızlığıdır.
Rotpeter çok hızlı ilerleme gösterir. İnsanları taklit etmeye tükürmeyi öğrenerek başlar. Bu son derece basittir. Onu terbiye etmeye çalışanların yaptığı gibi o da terbiyecilerinin yüzüne kolaylıkla tükürebiliyordur. Rotpeter’in vahşilikten kopuşunun en güçlü işaretini işte bu tükürükler oluşturur. Terbiyecileriyle karşılıklı birbirlerinin yüzüne tükürerek o büyük medeni insanlığının içine dahil olur. Sadece ufak bir fark vardır Rotpeter suratına tükürüldükten hemen sonra yüzünü yalayarak temizler ama insanlar bunu yapmaz.
Coetzee’den Kafka’ya çıkan bu yılankavi ve sarp yol bir bakıma bize serginin nasıl bir duygu coğrafyasının üzerine inşa edildiğinin de işaretini verir. Bu işaretleri takip ederek hayvanlar dünyasından keskin bir bıçak darbesiyle koparıldığımız yere çıkarız. Üstelik bıçak vahşi olarak sınıflandırıp sessizliğe mahkûm ettiğimiz hayvanların değil bizim elimizdedir ve olabildiği kadar iyi bilenmiştir. İnsanın hayvan refahını sağlama konusunda ahlaki yükümlülüğü yokturla başlayan kesin kopuşun başında elinde neşteriyle Descartes durur.
Descartes dostu Mersenne’ye yazdığı mektuplarda Hollanda’ya her gidişinde metotlu bir şekilde teşrih işiyle uğraşmasını tuhaf bulup eleştirenler için şöyle yazar;
“On bir yıldır sık sık uğraştığım bir iştir bu ve sanırım hiçbir hekim benim kadar bu işe meşgul olmamıştır.[7] Beni domuzların öldürülmesini seyretmek için köy köy dolaşmakla suçlayan o kişi pek zayıf düşünceli bir kişi olsa gerek; çünkü şehirlerde köydekilerden çok daha fazla domuz öldürülür. Hiçbir zaman köye bunun için gitmiş değilim. Fakat sizin de bana yazdığınız gibi, anatomiye meraklı olmak bir suç değildir. Amsterdam’da bir kış hemen her gün bir kasabın dükkânına gidip hayvanları nasıl öldürdüğüne bakıyor sonra da anatomisini yapmak istediğim parçaları alıp eve götürüyordum.”[8]
Descartes altı ana bölümden oluşan “Metot Üzerine Konuşmalar”da ( yaygın bilinen adıyla Meditasyonlar) metafiziğin temellerini ruh ve beden ayrılığı üzerine kurar ve “Tanrı’nın sonsuz mükemmelliklerinden başka hiçbir ilkeye dayandırmaksızın, kendisinden herhangi bir şekilde şüphe edilebilecek bütün nedenleri ispatlamaya ve Tanrı başka birçok dünyalar yaratsaydı bile istisnasız hepsinde aynı nedenlerin gözlenmekten geri kalmayacağını göstermeye çalışır.”[9] Toplamda altı bölümden oluşan Meditasyonların ikisi Tanrı ile İnsan ruhunun ispatını diğeri de insan ruhu ile hayvan ruhu arasındaki farkı anlatır. Descartes “Akılsız hayvanların da bize benzedikleri söylenebilir; ama insana ait olan işlevlerin hiçbirini orada bulamıyordum. Bu işlevleri ancak, Tanrı’nın akıllı bir ruh yaratıp anlattığım şekilde onu bu vücutla birleştirmiş olduğunu varsaydığım takdirde orada bulmam mümkün oluyordu”[10] diyerek hayvanları insanlarla birlikte yaşadığı düzlemden trajik bir şekilde koparıp onların Tanrı elinden çıkma makineler olduğunu söyler;
“Hayvan bedenini oluşturan makine Tanrı eliyle yapılmış olduğundan ötekilerden kıyas kabul etmez derecede daha iyi düzenlenmiş olduğu gibi insanların icat ettikleri makinaların hiçbirinde bulunmasına imkân olmayan mükemmel hareketler de yapmaktadır. Eğer bir maymunun ya da akılsız başka bir hayvanın organlarıyla dış görünüşüne benzer organları ve dış görünüşü olan bu türlü makinalar var olsaydı, bunları hiçbir bakımdan o hayvanlarla aynı yaratılışta olmadıklarını asla fark edemezdik.”[11]
Descartes’in oyduğu bu derin ahlaki uçurum sadece hayvanların bir makineden farksız olduklarını söylemekle kalmaz aynı zamanda ruhu ebediyete çıkaran yolun bariyerini de tam sıra hayvanlara gelmişken indiriverir. Bu, Nuh’un gemisine aldığımız, bütün fırtınaları beraber atlattığımız hayvanlara, ruhumuz yavaş yavaş göğe, Tanrı katına doğru süzülürken peşimize takılmasınlar diye ayağımızla yavaşça itip “hayır! Bizimle gelemezsiniz, bundan sonra başınızın çaresine bakın” demek gibi olacaktır. Bu son ihanetin vicdan azabını çekmeyeceğimiz, tam filmin sonuna gelmişken ahlaki bir varoluş açmazına takılıp kalmayacağımız aşikardır. Sonuçta türdeşlerine, hayvanlara ve doğaya ihaneti daha önce defalarca deneyimleyen bir tür olarak göğe tek başına süzülüşün gururu bizi epeyce hafifletecektir.
Descartes Meditasyonlar’ı 1641 yılında yayınlamasından yaklaşık 250 sene sonra, “1889’un 3 Ocak günü Nietzsche Torino’da Via Carlo Alberto’daki altı numaralı kapıdan sokağa adımını atar. Belki yürüyüş yapmak belki de postaneden mektuplarını almaktır amacı. Kendisine uzak olmayan bir noktada bir fayton sürücüsü inatçı atına söz dinletemez. Faytoncunun bütün kırbaç darbelerine rağmen at kımıldamayı reddeder. Sonra ismi Giuseppe veya Carlo ya da Ettore olan faytoncunun sabrı iyiden iyiye taşıp atı öldüresiye kırbaçlamaya başlar. Bu olaya şahit olan Nietzsche kalabalığın arasına dalarak kollarını atın boynuna dolayıp kendinden geçercesine ağlamaya başlar. Sonunda da bayılır. Olaya şahit olan diğerleri, Nietzsche’yi evine taşır. İki gün boyunca hiç kıpırdamadan ve konuşmadan bir ölü gibi yatan Nietzsche’nin ağzından iki günün sonunda şu sözler dökülür “Mutter, ich bin dumm!” (Anne ne aptalım!) Ve hayatının son on yılını aklını ve hareket kabiliyetini kaybetmiş bir şekilde annesinin ve kız kardeşinin himayesinde geçirir. Atın akıbeti hakkında ise hiçbir şey bilmiyoruz.”[12]
Sue Coe
Bella Tarr’ın kült filmi Torino Atı açılışını bu anekdotla yaparak arafta bekleyen Nietzsche’yi deliliğin o saf dünyasına geçiren ata daha sonra ne olduğunun cevabını vermeye çalışır. 156 dakikalık filmde etrafında ve içinde dolaşan rüzgârdan başka pek bir şey olmayan kulübede yaşayan baba ile kızının altı gününe şahitlik ederiz. Kutsal kitaplarda geçen yaratılışın altı gününe atıfla Tarr’ın dünyanın sonuna dair kurduğu bir kıyamet anlatısıdır bu. Geçimlerini sağladıkları atları yemeden içmeden kesilmiş ve hareket etmekten tümüyle vaz geçmiştir. Atın yaşamaya karşı bu pasif direnişi dünyanın son gününün de başlangıcıdır. At yoksa devinim de yaşam da yoktur.
Filmin akıllardan kolay çıkmayan tek konuşmasını biraz palinka[13] almak için eve gelen komşuları yapar;
“Her şey mahvoluyor. Her şey değersizleşti…. Dünya bayağılaştı…. Ele geçir değersizleştir. Değersizleştir ele geçir… Durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor…. Değişmeyen tek şey şekli, tıpkı pusudaki bir sıçanın saldırısı gibi…. Ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. Ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile ki onlar her yere ulaşır. Gökyüzü bile, düşlerimiz bile şimdiden onların, hatta ahlaksızlık bile onların. Her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu…” [14]
Kapitalist eskatolojinin muhteşem bir tasviri olan bu uzun monolog kıyametin tür ayırt etmediğini anlatması açısından da son derece çarpıcıdır. O müthiş zekâmız, elmas gibi parlattığımız kibrimiz ve yeryüzünde ne var ne yok sınıflandırma tutkumuzla yarattığımız repütasyonumuz kapitalizmin dişleri karşısında pek bir işe yaramayacaktır. Sonunda insan kendinden daha vahşi bir şeyi yaratmayı becermiştir.
Nietzsche’nin ata duyduğu merhametin acısıyla delirip kendini annesinin ve kız kardeşinin kollarına bırakmasından doksan üç sene sonra Kundera 1982’de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni yazar ve romanı Nietzsche’nin “Ebedi Dönüş”[15] düşüncesiyle açıp “Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim hayatlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde mi belirecektir?”[16] diye sorar.
Füsun Onur
Kitap, Teraza, Thomas, Sabina ve Frank karakterlerinin yaşadıkları ile aşk, itaat, otorite, cinsellik, varoluş gibi kavramları incelerken fonda 1968 Prag Baharı ve arkasından gelen SSCB işgali vardır. Asker postallarına, tank seslerine, hayat pahalılığına, baskıya ve genel olarak hayatın kendisine karşı duyulan nefret yöneleceği bir öznesi olsun ister. Gerçek nefret kaynağı başa çıkamayacağı kadar güçlü olunca saldırganlıklarını ayakta tutmak isteyenler geçici bir hedef aramaya başlarlar ve çok zorlanmadan da bulurlar. Nefretlerinin objesi artık hayvanlardır.
“Birdenbire gazetelerde yazı dizileri ya da örneğin kent sınırları içindeki bütün güvercinlerin yok edilmesini isteyen örgütlenmiş okur mektupları görülmeye başlandı. Ve güvercinler yok edildi. Ama asıl nefret köpeklere yönelikti. İnsanlar işgal felaketini hala atlatabilmiş değillerdi ama radyo, televizyon ve basın bir köpektir tutturmuş gidiyordu; nasıl sokaklarımızı ve parklarımızı kirletiyorlar, çocuklarımızın sağlığına kastediyorlar, bir işe yaramadıkları halde yine de beslenmeleri gerekiyor. Ancak bir yıl sonra talim olsun diye özellikle köpeklere yönelen kin gerçek hedefini buldu : İnsanlar. İnsanlar işlerinden alınmaya, tutuklanmaya, yargılanmaya başlandılar. Hayvanlar sonunda rahat bir nefes alabildiler.”[17]
Bu savruk, bir türlü hedefini doğru zamanda doğru yerde bulamayan nefret belki bir yerlerden tanıdık geliyordur. Ve belki de ta unutulmuş çağlardan zonklayarak kendini hatırlatan şeyler unutmak istediklerimizin tümüdür. Kan, gözyaşı, kemik, tüy, gaga, boynuz dolu bir çukurun üzerinde çok uzun süredir oturmanın acısıdır.
Çekoslovakya’da 1968 yılında önce güvercinlere ve hemen sonra köpeklere yönelen bu nefretin çok benzeri ve sonuç olarak daha fenası 1910 yılında İstanbul’da yaşanır. İktidardaki İttihat Ve Terakki hükümeti Batılı yaşam arzusuyla İstanbul’da yıllar içinde oluşmuş insan köpek mutabakatını tümden bozacak bir karar alır. Karar 3 Nisan 1910 tarihli Tanin gazetesinde yayınlanır. Mevcut sokak köpekleri toplanıp Topkapı taraflarında kafeslere konulacaktır. Ancak 23 Mayıs’a gelindiğinde kafesler tıka basa dolup da artık köpek almaz hale gelince Sivriada’ya nakilleri kararlaştırılır. Bu karar doğrultusunda 80.000 köpek adaya nakledilir. Burada sıcakta aç ve susuz bırakılan köpekler açlıktan birbirlerini parçalayarak ölürler.[18]
Mine Yıldırım’ın Sergide üçüncü katta yer alan “İhtimam ve Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri” araştırma ve arşiv sergisi 1910 yılında yaşanan bu olaydan yola çıkarak İstanbul’da köpeklere yönelik şiddetin değişen icralarını ve birlikte yaşamımızı kırılganlaştıran politikaların izini sürüp ayağımızın altında giderek derinleşip büyüyen uçurumun köpekler kapısına çıkan yolunu gösteriyor. Sanki uçurumun karşı tarafında hep bir ağızdan uluyarak bize uçurumu işaret ediyorlar. Henüz düşmediğimizi, kenarında gezindiğimizi fark edince kuyruklarını sallayarak seviniyorlar. Ruhumuz göğe yükselirken onları geride bırakacağımızdan, sonsuza toprağın altında unutulmuş bir avuç kemik ve tüy olarak karışacaklarından henüz haberleri yok. Cenneti bilmiyorlar. Çünkü hiç kovulmadılar.
Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni Nietzsche ile açtığı gibi kapanışa yakın yine ona referans verir. Sahibi tarafından vahşice kırbaçlanan atın boynuna sarılıp ağlayan “Nietzsche attan Decartes adına özür diliyordu. Deliliği yani insanlıktan son ve kesin kopuşu at için gözyaşlarına boğulduğu an başladı. İşte benim sevdiğim Nietzsche bu,”[19] der.
Ama serginin yol açtığı çağrışımların denize atılmış bir taş gibi sekip büyüyen halkalarının en sonunda ilk başında olduğu gibi gene o tüberkülozdan avurtları içine göçmüş, gözleri içinde yanan ateşle parlayan ve göğsünde hiç durmadan çınlayan öksürüğüne “hayvan” adını takan Kafka vardır. Malum sergininin adını aldığı Coetzee için de ilhamın asıl kaynağı odur. Benjamin bize Kafka’nın yaratıkları arasında tarih öncesi dünyanın suçla peydahladığı en acayip piçin Odradek olduğunu söyler.[20]
Kafka, Evin Beyinin Tasası[21] adlı öyküsünde Odradek’i bize şöyle anlatır; “ Hani ilkin sanılır ki Odradek yıldız biçiminde yassı bir iplik makarasıdır. Ve gerçekten de üzerine iplik sarılmışa benzer; ne var ki, bunlara alabildiğine çeşitli cins ve renkte karmakarışık birbirine dolanmış kopuk ve eski iplik parçaları denebilir ancak. Ama yalnızca bir makara değil Odradek; yıldızın orta yerinden bir çapraz çubukçuk çıkıyor; sonra dik açıyla buna bir başkası gelip ekleniyor.”[22]
Tümüyle saçma ama kendine özgü bir bütünlüğü olan bu tuhaf nesnenin aynı zamanda tekinsiz bir devingenliği vardır. Bir türlü yakalanamadığı gibi birdenbire evin çeşitli yerlerinde aniden ortaya çıkabilir. Holde, merdivenlerde oyalanıp durur. Ama bazen de aylarca görünmez. Evin babasına bakılırsa başka evlere de gidiyor. “Adın ne?” dendiğinde “Odradek” diye yanıtlıyor, “Peki nerede oturuyorsun?” diye sorulduğunda ise “Belli bir yerim” yok diye cevap veriyor. Tüm bunlar, hali tavrı, biçimsizliği, birdenbire ortaya çıkıp sonra aylarca ortadan kaybolması insanı ürkütüyor tabii. Mesela Hayvanların Yaşamı sergisini gezdiğimin hemen ertesi günü sabah evi süpürürken son anda salonun köşesinde, prizin altında ipliklerinden birini fark edip onu elektrikli süpürge hortumu tarafından yutulmaktan kurtardım. Köşede öylece tüm biçimsizliği ile duruyordu. “Odradek nereden çıktın sen?” dedim omuz silkti. Sonuçta epeydir yoktu, şaşırmam normal. “Dikkatli ol az kalsın süpürgeye yem olacaktın” dedim. Evin Beyi’nin tarif ettiği gibi dökülen yaprakların hışırtısına benzeyen sesiyle gülerek kaçıştı. Diğer köşeye doğru yuvarlanarak giderken daha önce fark etmediğim bir şey dikkatimi çekti. O üzerinden sarkan eski püskü kirli ipliklerin bazıları simliydi. “Ooo yanar dönerli sim yapmışsın Odradek” dedim. “Yakışmış ama” diye de ekledim. Sırf biraz aramızı iyi tutmak için yoksa onu önemsediğim falan yok. Hatta öyle abuk sabuk zamanlarda ortaya çıkıp o tuhaf kuyruğunu yerlerde sürüye sürüye gezmesine sinir oluyorum.
Timothy Morton, bize Odradek’in bir hipernesne olduğunu söyler ve Hipernesnelerin onlara açık açık özen göstermemizi istediğinden bahseder. Onlar için “gözden uzak gönülden uzak” ifadesi kesinlikle savunulamaz. Onlara sıkışıp kalırız tıpkı bedenlerimizin içine sıkıştığımız gibi.[23]
Bence Evin Beyi Odradek’in ölümlü bir şeye benzemediği konusunda tasalanmakta haklı. Çünkü gerçekten ölecek bir şeye benzemiyor. Ona “şey” diyorum çünkü hipernesne olsa bile ne insan ne de hayvan. Belki ikimizden dökülenlerin toplamı. Hayvanların acısından ve bizim utancımızdan mamul. O yüzden kıyamete kadar ev ev gezip çocuklarımızın torunlarımızın önünden ipliklerini sürüye sürüye, sallana yuvarlana geçecek. Olmadık zamanlarda evin en olmadık yerlerinde karşımıza çıkıp bizi korkutacak. Sonra aniden gözlerden kaybolup başka evlerde dolaşacak. “Nerede yaşıyorsun Odradek, evin neresi” diye sorduğumuzda “Belli bir yerim” yok diyecek, sonra yaprak hışırtısına benzeyen sesiyle gülecek. Belki de kaburgalarımızın arkasında onun için yaptığımız kemikten bir kafeste yaşıyordur. Kesin öyledir.
Not: Odradek’le yüzleşmek isterseniz sergi 10 Ağustos’a kadar açık. [24]
[1] “The Lives of Animals” by J.M.Coe, Edited Amy Gutman, Princeton Universty Press Princeton 1999.
[2] “Karanlık Ekoloji, Gelecekte Müşterek Yaşama Mantığı”, Timothy Morton, Çev: Öznur Karakaş. Morton Karanlık Ekoloji’de felsefe, antropoloji, edebiyat, ekoloji ve biyolojiyi bir araya getirerek insan dışı varlıklarla bağlarımızı yeniden kurmayı ve içinden geçtiğimiz karanlık, tuhaf döngüyü aydınlatabilecek oyunbazlığı ve neşeyi yeniden keşfetmemize yardımcı olmayı umuyor. (Tanıtım yazısından), Tellekt , 1. Baskı, Şubat/2025/İstanbul.
[3] Morton, A.g.e.
[4] “Bütün Öyküler içinde ‘Akademi İçin Bir Rapor’, Franz Kafka, Mayıs- Haziran 1917, Çev: Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, 1. Basım, Eylül 2012, İstanbul.
“Dönüşüm” F. Kafka, Çev: Gülperi Sert, İş Bankası Kültür Yayınları.
[6] Kafka, A.g.e; s, 208.
[7] 20/Şubat/ 1639, Metot Üzerine Konuşma, Rene Descartes, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınları, Mayıs 1984. s,102.
[8] 13/Kasım/ 1639.Descartes, A.g.e, a.y.
[9] A.g.e, S.42
[10] A.g.e, s.45
[11] A.g.e., s.53
[12] “Torino Atı”, Bella Tarr, , 2011, Macaristan
[13] Palinka; Macaristan kökenli meyveli, alkollü abir içecek
[14] Tarr, “Torino Atı.”
[15] Ebedi Dönüş / Bengi Dönüş: “Nietzsche’nin henüz olgunlaştıramadığı savlanan ancak yine de Deleuze’den Heidegger’e pek çok düşünürü meşgul eden bir teorisi. “Arche’nin üçüncü anlamı olan “oluşun örüntüsü”nün nasıl olduğuna Nietzsche’nin cevabı “ebedi tekerrrür”dür. Nietzsche “ebedi tekerrür” teorisine ilmi bir temel verme gayreti içinde şöyle düşünür; Evrendeki atomlar sınırlı sayıdadır. Uzay da sınırlıdır ama zaman sonsuzdur. Şu halde ancak sınırlı sayıda şekil bileşimi mümkün olabilir. Bu itibarla her şey, her durum, her olay dairevi olarak tekrar edecektir.” Fehmi Baykan, Nietzsche’nin Felsefesi, Kaknüs Yayınları, 2000, s.85.
[16] “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”, Milan Kundera, Çev: Fatih Özgüven, s, 15, 1. Baskı: İletişim Yayıncılık, İstanbul-1986.
[17] M. Kundera, A.g.e, s. 290, 291.
[18] Mehmet Sümer, Osmanlı Modernleşmesini Hayvanlar Üzerinden Okumak: Abdullah Cevdet’in İstanbul’da Köpekler Risalesi.
[19] M. Kundera, A.g.e, s. 292.
[20] Walter Benjamin, “Kafka Üzerine”, Çev: Deniz Kurt, Ek bölüm çeviri: Barış Tanyeri, s. 52, Altıkırkbeş Yayın, Kadıköy 2015.
[21] F. Kafka, A.g.e, s. 193
[22] Kafka, A.g.e. a.y.
[23] Tımothy Morton, “Hipernesneler- Dünyanın Sonundan Sonra Ekoloji” Çev: Bilge Demirtaş, Tellekt, 1. Baskı, 2020, İstanbul. s. 164, 165, 166
[24] Hayvanların Yaşamı, Salt Beyoğlu. 16 Nisan – 10 Ağustos 2025.
Sanatçılar: David Maroto, Lin May Saeed, Golden Snail Opera Collective, Necla Rüzgar, Ad Minoliti, Janis Rafa, Elmas Deniz, Jean Painleve, Dafna Maimon, Apian, Maria Roza, Pierre Bismuth, Noor Abuarafeh, Fusun Onur, Simone Forti, Sue Coe, Uriburu, Britta -Labba, Laura Lima, Melanie Bonajo, Piero Giraldi, Elen Braga.