Hayatımın dezenformasyonla mücadeleye ayırdığım önemli bir bölümünde, yaptığım işle ilgili siyasi tarafgirlik en çok aldığım eleştiri oldu. Özgürlükçü olduğumu insan haklarına ve demokratik değerlere bağlılığımı hiç reddetmedim. Yine de, benimle aynı düşünce dünyasından kişi ve kurumların paylaştığı yanıltıcı bilgileri açığa vurmayı profesyonel teyitçiliğin bir gereği olarak gördüm. “Haklı” mücadelenin yanıltıcı bilgiye dayanmasının onu zayıflatacağını kabul etmekte zorlanan ve bir ihanete uğramışçasına nevri dönen muhalefet ile bilgi üzerindeki tahakkümü topallayan, kendisinden kılamadığı bir medyaya tehditler savuran iktidarın, söz konusu kendi politik duruşlarını besleyen yanlış bilgilerin ayyuka çıkarılması olduğunda aynı shitstormda[1] nasıl bir araya gelebildiğine her seferinde hayret ettim.
İnandığı bilginin gerçek dışı olduğu ortaya çıkanın abayı alıp üstüme çullanmasının ve bunun tarafgirliği aşan bir ortaklık içermesinin sebeplerini anlamak için çok uğraştım. Bu benzeşmenin adını koyabilmek politik tartışmaları bir adım geriden izlerken bile oldukça zordu. Türkiye’deki siyasi atışmalarda geçmişe dönük izini sürebileceğimiz ancak Amerikan siyasetiyle uçlara taşınınca gerçekliğini kabul ettirebilen aynılaşmayı tarif edebilen bir eser okumak beni bu yüzden çok heyecanlandırdı.
Kapitalizmin yarattığı şoklar sayesinde varlığını pekiştirmeye devam edebildiği teziyle yıldızı parlayan, küreselleşme karşıtı ve çevre aktivisti Naomi Klein Türkçe’ye yakın zamanda kazandırılan Doppelgänger kitabında, ABD’de yükselen sağın, solun yıllarca savunduğu moral değerleri nasıl çarpıtarak kendisine mevzi kazandıracak bir araca dönüştürdüğünü, karşıtının kötücül bir ikizi haline gelişini kendi deneyiminden yola çıkarak aktarıyor.
Kitapta, Klein’ın ayna dünya olarak adlandırdığı dijital evrende, bir zamanlar feminist harekette öncü olan ancak gün geçtikçe komplo teorisyenliğine soyunup kendisine yeni bir aidiyet ve anlam bulan Naomi Wolf’le, yani çehresi bozulmuş ikiziyle, karıştırılma hikayesinin peşinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Almanca’da yürüyen ikiz anlamına gelen Doppelgänger, kitapta kişisel bir hikayeyi imlemenin ötesine geçiyor. Edebiyatta daha önce keşfedildiği haliyle malul bu tanım mevcut siyasi iklimi anlamak için kullanılıyor. Yani, ben değil, benim asla kullanmayacağım absürt yöntemlerle, benim mücadele etmem gereken şeylere karşı bayrak açmış, kendimin kim olduğunu sorgulatan ve yok ettiğim takdirde kendimi de ortadan kaldırmamı gerektirecek kadar ikizleştiğim bir karşıtım olarak. Hem kişisel hem de toplumsal düzlemleriyle.
Kendisiyle karıştırıldığı için hak etmediği saldırılara uğrayan Klein, Naomi Wolf’un dönüştüğü yeni komplo teorisyeni karakterini eşelerken anlamlı ancak yönü şaşmış hisler buluyor. Aşı pasaportları gibi desteksiz rivayetleri televizyon ekranlarından yayan Wolf’un, saydam olmayan algoritmalara göre yönetilen ve son derece ciddi sonuçlar doğuran teknolojilerin insafına bırakılmış olma hissini komplo teorisiyle yansıtabildiğini söylüyor örneğin.
Dijital izlenmeyle ilgili korku ve öfkeyi odaklamayı başaran aşı pasaportu, 5G gibi aslında tüm komplo teorileri, küreselleşmeye, aşırı kapitalistleşmeye, çağımızın karmaşıklığına, elitlerin ayrıcalıklarına karşı büyüyen bir kaygı çağlayanına ifade oluyor. Naomi Klein, sol hareketin bir parçası olarak, aşırı sağcı bir kişiliğe bürünen Naomi Wolf’la karıştırılmasında ilginç bir metafor buluyor. Çünkü aslında geçmişten beri her zaman solun dert ettiği bu meseleler, ikili düşünme ve kendisini karşıtının olmadığı şey üzerinden tanımlamak dışında başka bir siyasi pozisyon almaya imkan vermeyen politik atmosfer içinde, sağın elinde kötücül bir ikizleştirmeye maruz bırakılıyor. Muhaliflerin doğal alanı olan ama ihmal ya da ihanet ettikleri meseleler Steve Bannon gibi aşırı sağcılar tarafından teşhis edilip sevecenlikle buyur ediliyor.
Komplo teorilerini hiç olmadığı kadar yaygınlaştıran histeriyi, cahillik-aptallık kıskacından çıkarıp, insan olma deneyiminin bir parçası olarak okumamı Covid-19 pandemisi sağladı. Tüm o akla hayale sığmaz iddiaların çoğuna haklı ama hedefi tutturamamış bir güçsüzlük hissi, otoriteye karşı kullanabileceği ilk bilgi kırıntısına doğruluğunu önemsemeksizin tutunmuş bir çaresizlik eşlik ediyordu. İlaç şirketlerinin haksız kazançları, sağlığa erişimdeki eşitsizlik, yeni teknolojik gelişmelerdeki belirsizlik ve şeffaf olmaktan uzak politikalar, Naomi Klein’ın tabiriyle nasıl olduysa Bannonvari (Türkiye’de Erbakanvari) siyasal sağın alanı haline geldi. Klein, sağ, komplo teorilerini sahiplendikçe, solun bir ideolojik zemin kaybı yaşadığını, onlar gibi gözükmemek namına gerçekliği su götürmez problemleri görmezden gelmeyi tercih edip bu konulara tepeden baktığını ve kafayı sıyırmışların işi olarak gördüğünü söylüyor: “Bir konu ‘onlar’ değindi mi, artık tuhaf bir biçimde başka hiç kimsenin dokunamayacağı bir konu haline geliyor.”
Büyük teknoloji ve ilaç şirketlerinin krizi sömürdüğünü ilan etmeyi, komplo değirmeninin girdabına çekilmeksizin sürdürmeyi başaramadığımız, kulak kesilmeyi hak eden bir eleştiri.
Dijital Hikikomori Kaos İstiyor
Burada biraz duralım ve 2016 boyunca benzer bir küçümsenme dalgasına meydan okuyarak iktidara gelen Donald Trump’ın aradan geçen dokuz yıl sonra, bu defa dünyanın en geniş bilgi çoklayıcısı X’in patronu Elon Musk ile kol kola Beyaz Saray’a dönüşünün hangi tekno-sosyolojik zeminde mümkün olduğunu anlamaya çalışalım.
Gazeteci Derek Thompson, yalnızlık epidemisinin beslendiği teknolojik ortam ve etkilediği politik iklimi analiz ettiği Anti-Sosyal Yüzyıl isimi yazısında, 1900’lü yılların ilk yarısında patlama yaşayan ve kendisini sendikal örgütlenmeler, “baby boom” ve toplumsal hareketliliklerle açığa vuran sosyalleşme dalgasının, iki büyük icadın yaygınlaşmasıyla aşınmaya başladığını söylüyor. Thompson’a göre 1960’lardan sonra arabalarla birbirinden uzaklaşarak banliyölere kayan insanlar, evlerine vardıklarında onları oyalayacak televizyonlar sayesinde dış dünyayla ilişkilerini, parlak ekranların rahatlığına feda etti. Aynı sıralarda neo-liberalizm ve bireyselleşmenin aşırılaşmasıyla kamusal alanlar daraltıldı. 21. yüzyılın alameti farikası dijital devrim, akıllı telefonlar ve sosyal medyayı, bu gönüllü yalnızlık ve sosyal çekilme halinin gelişmesi için eşsiz bir fırsat haline getirdi.
Bugünün seçmen profili, boş bir odada parlak mavi ışığa bakarak saatlerce yalnız başına oturuyor. Yanında ailesi varsa dahi akıllı telefonuyla arasına kimse giremiyor. Aşırı enformasyon tüketimi yüzünden analitik becerileri felce uğramış, dikkati çalındığı için anlamlı ve derinlikli herhangi bir konuya sekiz saniyeden fazla odaklanamaz hale gelmiş, ayna dünyadaki performatif profilini beslemekle meşgul. Dünyaya dair fikirlerini aktarabileceği, karşıt görüşlerle çarpıştırarak sentezleyebileceği sosyal ortamlardan uzak duruyor. Siyaseti internette kendi kendine icra ederek, politik karşıtlıkları şeytanlaştırıyor ve derin bir nihilizm batağına sürükleniyor. Kolektif ilerlemenin veya herhangi bir tür dayanışmanın imkansız hissettirildiği bu dünyada yıkıma ve kaosa çağrı, yaşamda iz bırakmanın tek ve son çaresiymiş gibi gözüküyor.
Filozof ve kültür eleştirmeni Byung-Chul Han’a göre bu sözde öfkeli seçmen tipi, bütün toplum için değil, aksine büyük ölçüde kendisi için kaygılı. Bu yüzden boyun eğdirildiğini kabul etmeyip sürekli kendi kendisini optimize etmeye çalışan yalnızlaştırılmış homo digitalis değişim getiren bir eylemliliği arz edemiyor:
“Eskiden bir ideolojiden ilham alan partiler ve derneklerde örgütlenen kitleler, şimdi tek kişilik sürüler, yani kamusal bir alan oluşturmayan ve bir kamusal söyleme katılmayan, kendi içinde yalıtılmış dijital hikikomoriler[2] haline geliyor.”
Han’a göre, her şeyin genelleştirilmiş bir görüntü repertuarına referans verdiği, iletişimin duyulardan ve insan algısının çok boyutluluğundan arındırıldığı internet ortamında, hiçbir şeyin bir anlamı yokmuş ve hiçbir şey bir şeyden doğmuyormuş gibi gözüküyor. Yani Hannah Arendt’in uyardığı gibi her şey mümkün; ayna dünyada gerçeklik, isteğe göre şekillendirilebilecek yumuşaklıkta bir macun.
Ve aynı anda gerçek dünya da aynadaki yansımasına benzemeye başlıyor. Bill Gates’in aşılarla vücudumuza çip soktuğunu düşünen bir muhafazakar seçmen, gerçekten beynimize çip koymak için denemeler yapan Elon Musk’ın desteklediği kampanya için oy vermekte çelişki görmüyor. Elon Musk kâr amacıyla çitlediği bir sosyal medya platformunu tanımlarken “müşterekler” söylemini benimseyebiliyor ve kendisi gibi düşünmeyenlerin elinden mavi tikleri alırken rahatsızlık hissetmiyor. Mark Zuckerberg, değişen politik atmosfere göre topluluk kurallarını gevşetirken, bir değerler sisteminin yokluğunu fark etmiyor. Kendisini ifade özgürlüğü savunucusu gibi pazarlarken aynı sırada Filistin için dayanışma çağrılarını platformdan silip atabiliyor. Sansürcülük, politik yanlılık suçlamalarını haksız ve hatalı şekilde teyitçi partnerlerine yansıtabiliyor. Sosyal medyayı Arap Baharı sırasında “devrim aygıtı” gibi pazarlayan Amerikalı liberaller, bu platformların kötücül ikizlerine dönüşerek kendilerini esir almasında hiç bir sorumluluk hissetmiyor.
Gerçeklik macununun dövüldüğü havanları elinde tutan internet oligarkları, bugün ayna dünyadaki personalarına takıntılı şekilde kendisini kaptırmış dijital hikikomorilerin kitlesel bir güce dönüşmesinin önündeki en büyük engel. İnternetteki bilgi ortamı üzerinde tahakküm kurmak, gerçek hayattaki iktidarı pekiştirmek için gittikçe vazgeçilmez hale geliyor.
Sanal Benliğin İcrası Kamusallığın ve Dayanışmanın Üstünde
Naomi Klein’ın Doppelgänger’daki en isabetli tespitlerinden biri, yansıtıcı camın iki yanında duran bizlerin, üstünde anlaşamadığımız şeyin gerçeklikle ilgili farklı yorumlar olmadığı: “Biz kimin gerçeklikte olduğunda kimin simülasyonda olduğunda anlaşamayız.” Mevcut düzenin adaletsizliklerine, demokrasiye inancın giderek yitip gitmesine ve kapitalist dünyanın sömürü mekanizmalarına karşı aynı küçülmüşlük ve ezilmişlik hissiyle başa çıkmaya çalışıyoruz. Klein, bir tarafın kapitalizmin tek derdinin dört bir yanımızı çevreleyip, yeni kâr kaynakları bulmak olduğunu anlamadığı için, eşsiz kötülüğe sahip bireylerden oluşan bir çetenin ipleri elinde tuttuğu fikrine sarıldığını söylüyor. Komplo kültürü hiper-bireyciliği pekiştiriyor ve toplumdaki rahatsızlıkların tüm günahını tek tek güçlü bireylerin üstüne atıyor: Gates, Fauci, Soros…
Öte taraf ise Klein’a göre, komplocu gibi gözükmemek yani kötü ikiziyle bir arada anılmamak adına hakiki problemlerden yüzünü çeviriyor, yoksulluktan, öğrencilerin barınma sorununa, kira artışlarından, uyuşturucu bağımlılığına, başa gelen her derdin kişisel bir başarısızlık olarak patoloji haline getirildiği neoliberal çağın problemlerini kendi meselesi haline getirmekten kaçınıyor.
Türkiye’de bu gerçekliğe sanırım ABD’den çok daha önce tosladık. Muhalifler ayna dünya ile gerçek dünya arasındaki sınırda kaybolup, dikkatlerini hakiki meselelerden soun gelmez laf dalaşlarına, enerjilerini X’te suya yazı yazmaya ayırdığı esnada, iktidar İletişim Başkanlığı’yla bilgi ortamı üzerindeki tahakkümünü artıracak şekilde kurumsallaşıyor, yüce ve sorgulanamaz imajı verdiği otoritesini elinde tutmaya dönük manipüle edilmiş videoları ya da hakikat zemininden koparılmış yeni anlatıları kendisine araç kılabiliyordu.
İçine yanlış bilgilerin dahliyle, siyasi taraflar yelpazesinin bir orasına bir burasına yakıştırıldığım sıralarda, terk edilmişlik hissim, haksızlığa uğramış olma duygusuna baskın geliyordu. Bu zamana dek konuştuğum pek çok insan, farklı kutupların saldırısına uğramayı, “doğru yolda” olduğumu gösteren bir ölçüt olarak ele almamı telkin etti. İşime odaklandım ve bir süreliğine gerçek hayatta da politik yönümü kaybettim. Ayna dünyadaki “tarafsız” görünümlü ikizime benzedim.
Naomi Klein’ın kitabıyla fark ettiğim, bunun internetteki bilginin teknik bir değerlendirmeyle doğru olup olmadığını söylemeye dayanan teyitçilik faaliyetine dönük çıkarcı ve temelsiz eleştirileri aşan, tüm toplumsallığımızı etkileyen bir politik atmosfer olduğu. Gerçek ben ile dijital evrendeki ben birbirinin kötücül ikizini oynuyor. Tıpkı bu ülkede birbirinin rakibi gibi gözüken politik tarafların ayna dünyada benzeşmeleri gibi.
ABD’de güçlenerek geri dönen sağ, hayattaki en önemli şeyin kendisi olduğuna (Instagram’da gördüğü gönderilerin de pekiştirmesiyle) ikna, narsistleşmiş, kendisinin dünyadaki her şeyden değerli ve üstün gören insanlardan oluşan bir toplumsallık üstünde yükseliyor. Klein’ın kitabında belirtildiği gibi bu toplumsallık, sanal bir benliğin kamusal icrasına somut dayanışmalar ve ilişki kurma çabasından daha fazla değer veren sorunlu bir kültürden besleniyor.
Ayna Dünyadan Çıkış: İkizleşme Şokunu Atlatmak
Naomi Klein’ın hakkını teslim ettiği gibi, dünya o kadar karmaşık ve öngörülemez bir hale geldi ki, sorunlardan kaçıp başımızı kuma gömmenin, birbirimizin nefesindeki potansiyel virüsten kaçınmak için evimize kapanmanın şaşılacak bir yanı yok. Gelgelelim çağrısı yapılan kaosu evde oturup beklemenin, yeni bir düzenin kaostan çıkacağı umudunu yeşertmenin de bugünün dünyasında beklenenden daha katastrofik olabileceğini hatırlayalım.
Naomi Klein gibi Byung-Chul Han da eylemliliğin değerine vurgu yapıyor. Han, eylemde bulunmanın yeni bir başlangıç yapmak demek olduğunu, yeni bir başlangıç yapmanınsa yeni bir dünyanın başlamasına izin vermek olduğunu söylüyor.
Peki bu başlangıcı, her geçen yıl daha hızlı şekilde eskiyen yöntemlerin yok oluşuna sızlanmaksızın, elimizdeki yeni araçları ve metodolojileri devreye sokarak tetiklemek nasıl mümkün olabilir?
Tamamen offline kalmanın iyileştirici tarafları olabileceği muhakkak ama böyle bir çağrının gerçekçi olmadığını kabul etmeliyiz. Yine de teknolojiyi gerektiği kadar kullanmayı başarabiliriz. Yapay zekayı potansiyel düşmanımız olarak görmektense yeni denemelerimize yoldaş kılabileceğimiz bir araç olarak tasarlayabiliriz. Bu teknolojiyi, insanlık birikiminin bir yansıması olarak araçsallaştırabiliriz. Tabii interneti de geri ele geçirmeliyiz. Burası küresel bağlar kurabildiğimiz, birbirimizden öğrenerek geliştiğimiz dijital bir kamusal alan olma potansiyeline tekrar dönebilir.
Fakat bunlar yeterli olmayabilir. İnternette haksız suçlamalarla her karşılaştığımda, 15 yıl önceki politik pozisyonumu buzdolabında sakladığımın zannedilmesini bugün ancak ayna dünya metaforuyla anlayabiliyorum. Oysa insanım. Zekamı kullanıyorum. Politik gelişmeleri takip ediyor, başkalarını dinliyorum -aslında artık sadece fiziken yan yana olduklarımı dinliyorum. Fikirlerim evriliyor. Eğer performatif bir profil değilsem, bu evrimi dijital versiyonum aracılığıyla aktarmanın imkansız olduğunu görüyorum. Ayna dünyadaki yansımama geliştirdiği önyargıları kırmak için bir insanla beş dakika yüz yüze gelmem yeterli olabiliyor.
Eş, dost, akraba meclislerini, düzenli aralıklarla bir araya gelişleri yeniden örgütlemeli, ritüelleri hayatımıza geri almalıyız. Thompson yazısında bugünlerde spiritüel ritüellerin dinin yokluğu ve anlam kriziyle ortaya çıkan boşluğu doldurmaya en güçlü alışkanlıklardan biri olduğuna işaret ediyor. Bir an olsun tepeden bakmayı bırakıp, belki de bu ritüellere eğilimdeki ihtiyacı anlamak ve bu ihtiyacın hiper-bireyciliğin tuzaklarından kurtarılarak değişim amacına nasıl özgülenebileceği üzerine daha çok düşünmeliyiz.
Doppelgänger, bu kadar somut tehditlerle karşı karşıyayken kimliklerimizin ve daha geniş etnik ırksal cinsel kimlik gruplarımızın sınırlarını kuvvetle savunmanın hiçbirimize fayda sağlamadığını hatırlatıyor. Demek ki önce, fiziken yan yana geldiğimiz -gelmek zorunda olduğumuz- kamusal alanları bir paylaşım zemini haline dönüştürmeli, buralardaki ortaklığı hatırlamalıyız. Hastanelerde, okullarda, metroda otururken veya otobüs beklerken, histe eşitliği yakalayabiliriz.
O halde diyalogu da yeniden tahayyül etmeliyiz. X’te bir tweet - Instagram’da bir yorum kıskacına kısılıp kalan, medyasızlaştırmayla birlikte temsil zaruriyetinden kurtularak dengesizleşen ve çığrından çıkan tartışma ortamını yapılandırabilmeliyiz. İnsan zihninin çok katmanlılığını geri çağırarak iletişimi sadece bir söz olmaktan çıkarıp, jestlere, mimiklere, kokulara yani insan olma deneyimine dair herşeye tekrar alan açabilmeliyiz. Üstelik bunları yan yana gelmek için bir gerekçe, birliktelik sırasında kaçınılmaması gereken alışkanlıklar olarak tekrar var edebiliriz.
Sosyal değişim laboratuvarları, sistemsel dönüşüm için deneme yapabileceğimiz atölye tezgahları yaratabilmeliyiz. El ele göz göze çalışmanın değerini, battığımız yerden kafamızı çıkarınca daha hızlı kavrayacağımız kesin. Dikkat ekonomisi gibi kapitalizmin doğurduğu yeni trendlerin yerini alabilecek, alternatif ekonomik modelleri deneye deneye iyileştirebiliriz. Teknolojinin, çağımızı hızlandırdığını, bizi tahammül eşiklerinde zorladığını hatırlayarak uzun vadeli ve bu sayede kalıcı, derinden değişimleri ilmek ilmek örmeye hemen başlayabiliriz.
İnsanlık çok daha tehlikeli krizlerin ortasındayken yaratıcı yollar bulmayı başardı. Bugün kapitalizmin bizi tehlikeli bir kriz yaşanacak endişesinde kısılı tuttuğunu ve eşikte birbirimizin kötücül ikizimize dönüşmemize izin vererek yaşadığımız şoktan faydalandığını devamlı hatırlamak zorundayız.
Kaynakça
Klein, N. (2024). Doppelgänger: Ayna dünyaya yolculuk. Yapı Kredi Yayınları.
Han, B.-C. (2013). Sürünün içinde: Dijital dünyaya bakışlar. İnka Yayınları.
Thompson, D. (2024, Ocak). The anti-social century. The Atlantic
[1] Dijital ortamda bir kişiye karşı gelişen toplu olumsuzlama silsilesine verilen isim.
[2] Japonya’da kendisini kendi isteğiyle evine veya odasına kapatıp sosyal iletişimini minimuma indiren insanlara verilen isim.