Epey zamandır, birçok şeyle birlikte insan haklarının da krizinden söz ediyoruz. Genel, global, siyasi krizlerle bağlantılı yanını akılda tutarak veya bir kenara koyarak… özel olarak insan hakları hareketinin krizini nasıl tarif edersiniz?
İnsan haklarının genel, global krizlerle bağlantısı aşikâr. Ekonomik, siyasi, askerî, ekolojik her alanda krizlerin insan haklarına tehdit oluşturduğunu, özellikle kriz dönemlerinde devletlerin ve sermayenin kendi güvenliklerini ve çıkarlarını korumak adına insan hakları ihlallerini meşru bir zemin olarak değerlendirdiklerini ve kullandıklarını biliyoruz. Dolayısıyla insan hakları için mücadele eden, insan hakları ihlallerinin önlenmesi, verdiği zararların telafisi ve bu ihlallerin tekrarlanmaması için mücadele eden insan hakları hareketinin bu kriz dönemlerinde takınacağı tutum ve geliştireceği politikalar da bu duruma paralel, özel olarak önemli.
Öte yandan Türkiye gibi krizlerle yaşayan, olağanı krizler, olağanüstü haller olan ülkelerde insan hakları hareketinin durumu doğru değerlendirerek hareket etmesi de önemli. Örneğin Türkiye’de rejimi geçici bir kriz içinde/OHAL’in uzamış hali gibi değerlendirirseniz ihlallerin önlenmesi için takınacağınız tutum ile rejimi demokratik değerlerden ve insan haklarından arındırılmış otoriter, baskıcı bir rejim olarak değerlendirirseniz ihlallerin önlenmesi için takınacağınız tutum farklı olacaktır, olmalıdır. Dolayısıyla henüz rejimin karakterinin analizinde, yani neye karşı mücadele ediyoruz/edeceğiz sorusunun cevabında farklı konumlanışlar var insan hakları hareketi içinde.
Her halükarda insan hakları hareketinden rahatsızlık duyan yerel ve uluslararası ölçekte iktidar güçleri/sistem kafa kafaya vererek insan hakları hareketini içten ve dıştan nasıl zayıflatacağına dair planlar yapıyor ve sadece hak savunucularını gözaltına alarak, tutuklayarak, dernekleri, vakıfları kapatarak yapmıyor bunu tabii ki.
Bence en önemli saldırılardan birini ki 90’lı yılların başında bu tartışmaları çok yaptık, özgürlük adına bireyciliği pohpohlayarak yaptı ve toplumsal baskıdan bıkmış insanlara bu çok iyi geldi. Ancak biz “birey” olmakla kalmadık, sonrasında giderek örgütlü yaşam fikrimiz zayıfladı.
İkinci saldırıyı alanda kullanılan kavramlar üzerinden yaptı. Tanımları belirsizleştirerek ortak dil kurulmasını neredeyse imkânsız kıldı. Özgür fikir üretiminin olmazsa olmaz olduğunda bir şüphe yoksa da her durumda “bence” diye başlayan cümleleri özgürlük ya da özgünlük olarak sunarak yaptı, yapıyor. Bu nedenle herkesin bir feminizm, kapitalizm, komünizm, faşizm tanımı var ama insan hakları hareketi bakımından da daha önem arz eden kavramlardan örneklersek herkesin ayrı bir özgürlük, eşitlik, barış, demokrasi tanımının olduğu bir yerde bu kavramlarla uygulanabilir bir politika üretilmesi nerdeyse imkânsızlaştırıldı. Yaklaşık on iki yıl kadar önce Özgürlük İçin Avukatlar ya da benzer bir isimle bir araya gelen bir grubun yaptığı toplantılar bu duruma iyi bir örnek oluşturuyor. Çağrıda kullanılan genel kavramlar birleştirici, teşvik edici olmuştu ki onlarca avukat bir araya gelmiş, bir deklarasyon yayımlayalım fikrinde ortaklaşmıştı. Ancak bu deklarasyon hiç çıkamadı, çünkü özgürlük, barış, eşitlik, hukukun üstünlüğü gibi temel kavramları herkes kendine göre tanımladı ve bir uzlaşı sağlanamadı.
Üçüncü önemli saldırıyı, kullanılan mücadele araçlarını değersizleştirerek yaptı. Basın açıklamalarını, mitingleri, raporları, hak ihlallerinin izlenmesini, dayanışma etkinliklerini vs. tüm bunları yavaş yavaş ve “içerden destek alarak” yaptı. İçeriden destek tespiti kulağa hoş gelmediği için örneklemek yerinde olur sanıyorum. Otuz yıl boyunca yapılan izleme ve raporlama çalışmaları son beş yılda hayatımıza giren uluslararası standartlara uygun değil diye “çöp” olarak nitelenerek mesela. “Basın açıklamasını kim duyuyor”, “miting yapsan ne, akşam herkes evine gidiyor” denilerek, İstanbul’da Dünya Barış Günü mitingini 2 bin kişilik alanlarda yaparak, hatta bu yıl olduğu gibi yapmayarak, yerine yenisini koyamadığımız mücadele araçlarımıza, yöntemlerimize inancımızı zayıflatarak yaptı. Bu da genel olarak suskunluğu ve hareketsizliği geliştirdi toplumda.
Covid 19 pandemi süreci bu durumu çok daha ağır bir tablo ile birleştirdi. Bireysel kaygılar, bireysel kurtuluş planları öne çıktı, toplumsal ve örgütsel çözülmeler hızlandı bu dönemde. Bunların üzerine devlet ya da hâkim ideolojinin sinsi etkileri eklendi elbette. Irkçılık, ayrımcılık, önyargılar, yaftalama, hak temelli yaklaşım yoksunluğu gibi. Ya da bu etkiler zaten hep vardı, anlaşılamadı ve aşılamadı.
İnsan hakları hareketini İnsan Hakları Derneği ile başlatma yanlışına düşmeden, kurulduğu yılların atmosferinde insan haklarına yaptığı vurgu ve istikrarlı ve ısrarlı tutumu ile çok önemli bir rol, konum kazandığı reddedilemez. Özgürlük ve hak savunusunda uluslararası standartlarda ısrar etmek o günün Türkiye’sinde ölmek demekti, nitekim on üç yöneticimiz öldürüldü. Ancak fark etmeden örgütlenme fikrinden uzaklaşan, dil birliğini büyük ölçüde yitiren toplumsal hareket ve bu hareketin en özgürlükçü bileşeni insan hakları hareketi, hâkim ideolojinin sinsi etkilerini aşamadı, önyargılardan kurtulamadı, savunduğu değerleri kendi içinde hayata geçirmekte zorlandı ve zaman zaman da söylediği ile içeride yaptığı örtüşmedi. Bu durum hem nitel hem nicel güç kaybı yanında birleşik mücadele ve dayanışma bakımından da ciddi sorunlara zemin oluşturdu.
Vazgeçilemez gördüğü ve ısrarda sınır tanımadığı hak ve özgürlük savunusu ile yine de insan hakları hareketi diğer toplumsal hareketlerden farklı bir konumda kaldı tabii ki. Ve bu ısrar insan hakları hareketinin gelişme, yanlışlarından kurtulma dinamiğini içinde barındırmaya devam ediyor bugün. Özetle, insan hakları hareketinin genel olarak içine düşürüldüğü durumu, demokratik mücadele ve sivil toplum hareketlerinden ayrı tanımlamak doğru olmaz diye düşünüyorum. Bu anlamda genel olarak gerek nicel gerek nitel olarak sivil alanın daralması, etki gücünün zayıflaması ve bu durumun nasıl aşılacağına dair yol yöntem sorusuna cevap bulunamaması durumu var.
80 Darbesi’nin ağır travmaları daha atlatılmadan ayağa kalkmayı başaran ve güçlü bir şekilde kendisini var eden demokrasi ve hak mücadelesinin ki 80’lerin ikinci yarısında kurulan İnsan Hakları Derneği, TAYAD (Tutuklu ve Hükümlü Aileleri ile Dayanışma Derneği), devamında gelişen ve sendikalaşmaya varan memur hareketleri, işçi sendikalarının güçlü eylemleri, demokratik siyasetteki gelişmeler, 90‘ların özellikle ilk yarısında yaşanan siyasi infazlar, gözaltında kayıplar, köy yakma, zorla göç travmaları tazeyken bile binlerce kişinin katılımı ile yapılan basın açıklamaları, on binlerce, hatta zaman zaman yüz binlerce kişinin katılımı ile yapılan mitingler derken şimdi bir elin parmakları kadar kaldık, 2015 OHAL döneminde bile sokaktayken şimdi nasıl oldu da binalara hapsolduk, nasıl bu hale geldik sorusu yukarıda belirttiğim bütün gerekçelere rağmen hayati önem arz ediyor. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak son üç yılda tam beş çalıştay yaptık, insan hakları mücadelesinde yeni yol yöntem tartışmaları yaptık ancak bir keşifte bulunamadık, eski mücadele araç ve yöntemlerinin ötesine geçemedik bu arada. Hızla gelişen teknolojinin, bu teknolojinin hızına erişemeyişimizin de etkisi var bu sorgulamalarda.
Burada iki soru öne çıkıyor. Biri, sadece biz mi bu arayıştayız? İkincisi, sadece Türkiye’de mi yaşanıyor bu durum?
Evet kesinlikle bu sorun Türkiye ile sınırlı değil, global bir sorun. Dünya siyasetinin yönelimleri ile ilişkisi var, dünyayı yönetenlerin demokrasiden insan haklarından uzaklaşması ile ilişkisi var ve bu yüzden tüm dünyada sivil alan ciddi sorunlarla boğuşmakta. Birkaç ay önce İstanbul’da TOHAV (Toplum Hukuk Araştırmaları Vakfı) organizasyonu ile yapılan uluslararası bir konferansın gösterdiği gibi, dünyanın her yerinde, belki farklı derecelerde ama aynı sorunlar, aynı sorular, aynı cevaplar, aynı “çaresizlik” duygusu.
İnsan hakları hareketini de içine alan toplumsal hareketin bu krizinin en büyük nedeni ağır baskı politikaları tabii ki ancak yukarıda da açıklamaya çalıştığım içsel nedenleri göz ardı ederek bir yere varılamaz, yani aşılamaz görünüyor.
İlk soruyla bağlantılı bir soru… İnsan hakları hareketinin kendi içinde de bir motivasyon, bir insan kaynağı sorunu yok mu? Bunu aşmak için neler yapıyorsunuz?
Var tabii, ikisi de var ancak burada da genelden bağımsız değil sorun, öncelikle bunu belirteyim. Motivasyon meselesinin baskının yoğunluğu, ikincil travmanın yarattığı olumsuzluklar, olumlu deneyimlerin yeterince paylaşılmaması ve bazı iç sorunlar yanında mücadelenin sorunlara kalıcı, hatta çoğu kere geçici olarak bile çözüm üretememesi nedeniyle gelişen umutsuzlukla yakın ilişkisi var.
Sorunlara hızla ve kalıcı çözümler sağlanması yönündeki beklentiler giderek arttı, kimsenin beklemeye tahammülü yok bugün. Bunu anlıyorum bir yandan, dünya otuz iki yıl sonra ( bir ara 2054 diye bir tarih dolanıyordu) yok olacaksa neyin tahammülü, değil mi? Dünyayı yönetenler kendilerine başka gezegenlerde yaşam alanları oluşturuyor, seyahat planları yapılıp bunlar duyuruluyor, yani dünyadan vazgeçmişler çoktan. “Hangi gelecek” sorusu haksız mı?
Diğer yandan herkes kendisi için istiyor hakları ve özgürlükleri. Bana olsun, ona olmasın. Anadil diyorsun, Türkçe Bulgaristan’da yasaklanınca ayağa kalkan, Kürtler, Ermeniler, Lazlar, Çerkezler anadilinde eğitim isteyeni terörist vatan haini diye damgalıyor. Tayyip Erdoğan okuduğu şiir yüzünden tutuklanınca ifade özgürlüğü isterken, bugün ifade özgürlüğüne sıfır tahammül politikası güdüyor. Hal böyleyken “Feda ruhuyla, adanmışlıkla hak mücadelesine katılmak niye cazip olsun?” diyeni ikna etmek kolay mı? İnsan hakları hareketinin olmazsa olmazı umut ve inanç ama bunları kıran onlarca faktörle iç içe yürüyoruz.
Bu nedenle insan hakları alanında ciddi bir motivasyon sorunu var. İnsan hakları hareketinin insan kaynağı sorununda da gönüllü insan hakları örgütleri ve profesyonel insan hakları örgütleri bakımından kısmen farklı bir durumdan söz edilebilir. Gönüllü insan hakları örgütlerinde insan kaynağı sorunu daha ciddi bir sorun ve baskı ve motivasyon sorunu ile ve de geçim sorunu ile yakın ilişkili olarak tartışılacak bir konu ve bu nedenle neden gençler uzak duruyor sorusuna da buradan cevap bulunabilir.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak gönüllü katılımını artırmak, özellikle genç katılımını artırmak için özel bir çaba harcıyoruz. Motivasyon güçlendirici etkinliklerle, aktivistlere üye olmasalar bile etkinlik alanı oluşturarak, sorumluluk vererek, kendilerini ifade edebilecekleri ve kendilerini geliştirebilecekleri alanlar açarak, okullarda yapılan etkinliklere katılıp çalışmalarımızı ve hak mücadelesini tanıtan sunumlar yaparak gayretimizi sürdürüyoruz. Gönüllü ve stajyer kabul programlarımız var. İç eğitim çalışmaları ile bilgi eksikliğini giderme gayretimiz var.
Profesyonel hak savunuculuğu derken, hak savunuculuğunun iş olarak, para karşılığı yapılması halinden söz ediyoruz. Proje bitince hak savunuculuğunun sona ermesi durumundan. Bu alanda insan kaynağı sorunu daha az yaşanıyor.
Türkiye’de insan hakları hareketinin sizce en acil meseleleri hangileri, neleri öne çıkartırsınız? Yanı sıra, belki en öncelikli, en acil sayılabilecek fakat görünürlüğü az olan, gözden-gönülden uzak kalan meselelere de değinmenizi isterim.
İnsan hakları hareketinin temel değer ve politikalarında değil ama yeni durumlar karşısında politika geliştirme, refleks gösterme ve uzun vadeli programlar oluşturma konusunda ciddi sorunları var. Diğer sorularda değindik, bu yüzden burada çok açmayacağım ama motivasyon sorunu var, aktivist katılımı yetersiz, baskı karşısında dayanışma eksikliği var, maddi yetersizlik nedeniyle etkinlik planlayamama durumu var, bilgi birikimindeki yetersizlik önemli bir sorun. Uzun yıllar alanda faaliyet sürdürüp bilgisini artırma gayreti zayıf çok sayıda aktivist var alanda. Her türlü şiddete ve militarizme karşıyız hepimiz ama bu anlayışlar içimizde ve biz bunları yeterince cesaretle tartışamıyoruz. Merkezî baskının en zayıf olduğu örgüt İnsan Hakları Derneği’dir diye düşünüyorum. Buna rağmen yeni katılanlar kritik meseleleri yüksek sesle tartışmakta çekinik olabiliyor. Bu çekinikliğin nedenlerini tartışmaya, aşacak adımlara ihtiyaç var.
Önemli bir nokta da, diğer sorularda da değindiğimiz insan hakları hareketinin açmazları, zaafları konusunda her örgüt kendisini dışarıda tutarak tartışıyor konuyu. Kendisi o olumsuz etkiden muafmış gibi. Oysa öyle değil ve bunu herkes biliyor. Bu nedenle suçlayıcı, yaftalayıcı, ötekileştirici bir etki bırakıyor bu tartışmalar. Bir araya gelmeyi zorlaştıran önemli bir konu bu. Tartışmaları kendimizi de içine katarak yapmadığımız müddetçe gelişmemiz, sorunlarımızı aşmamız mümkün değil.
Ve herkes en iyiyi biliyor ve en çok o biliyor, en çok o yoruluyor ve en ağır bedeli o ödüyor, diğerleri teferruat anlayışı da çok yaygın. Bu kibirli ruh hali en az insan hakları hareketi içinde olmakla birlikte toplumsal güçlerin tamamında var. Bu yüzden adı konulmuş birliktelikler, oluşumlar dışında etkinliklere gönülden destek çok zayıflamış durumda.
İnsan hakları kavramı ve hareketi ile ilgili yerleşik ve sürekli beslenen önyargılarla, suçlandırıcı söylemle ilgili bir şey soracağım… Son birkaç yıl içinde bu söylemin hem üretimi bakımından hem özellikle insanlar üzerindeki etkisi bakımından bir değişik gözlüyor musunuz? Aslında genel olarak, toplumda insan hakları duyarlılığıyla ilgili gözleminizi merak ediyorum.
Genel olarak, yürütülen kara propaganda ve baskıya rağmen, ancak büyük bir kesim için çoğunlukla kendi sorunları ile sınırlı kalsa da toplumda insan haklarına ilginin arttığını düşünüyorum.
Hoş bir anımızı paylaşayım bu arada. 2009 Aralık ayı İnsan Hakları Haftası civarıydı yanılmıyorsam. Kapı çaldı, açtık, karşımızda Tayfun Talipoğlu. “Hoş geldin” muhabbetinden sonra, Beyoğlu’nda insan hakları konusunda kısa röportajlar yaptıklarını, “Böyle bir sorun yaşarsanız nereye gidersiniz?” diye sorduğu kişilerin önemli bir bölümünün “İnsan Hakları Derneği’ne gideriz,” dediğini aktardı. “Merak ettim gelip görmek istedim. Ne yapıyorsunuz nasıl çalışıyorsunuz da bu kadar akılda kalıyorsunuz?” dedi. Konuştuk, anlattık gitti.
Faaliyetlerimiz sırasında görevlendirilen kimi polislerin bile emeklilikten sonra karşılaştığımızda, “mücadelenize çok saygı duyuyorduk ama malum nedenlerle bunu belli edemiyorduk” dediğini biliyoruz. Dolayısıyla hem bu alanda hak örgütlerinin ısrarlı mücadelesi, bir yandan ihlalleri önlemeye çalışırken paralelinde toplumda insan hakları bilinci, bilgisi ve kültürünün gelişmesine yönelik çabaların etkisinden… hem toplumun geniş kesiminin hak ihlaline uğramış olmasının etkisinden… hem herkesin ölüm gibi kaçınılmaz olarak bir gün hak ihlaline uğrayacağı düşüncesinin yarattığı etkiden... ekolojik yıkım ve kapitalizmin açmazları nedeniyle dünyanın on yıllar içinde yok olacağı yönündeki tartışmaların etkisi üzerinden , “yok oluşa” on yıllar kala, sürdürülebilir bir yaşam arayışının yarattığı baskı ile hak ve özgürlükler alanına çözüm umudu ile yönelme durumu… hem de çıkarları doğrultusunda ve içini boşaltarak olsa da ülkeleri ve dünyayı yönetenlerin sorunlara çözüm sunarken insan hakları söylemlerini kullanmalarının yarattığı popülerlik… Bütün bunlar insan haklarına olan ilgiyi artırmış bulunuyor. Karalama kampanyaları ve baskı bu popülerliği baskılamak, kontrol altında tutmak için de bir araç olarak kullanılıyor öte yandan.