“Kişiyi yazgısının biçimlenişi gitgide şaşkınlaştırır, nereden bakılsa o kişi içinde bulunduğu koşullardır.” Jorge Luis Borges
Yazgımızın bizi şaşkınlaştırdığı muhakkak. Yine de içinde bulunduğumuz koşullar tarafından şekillendiğimizi kabul etmekte çektiğimiz zorluğun emsali ne yazık ki tarihte hayli çok. Uyarlanma ve yanıt üretme kabiliyetimizdeki zayıflık “kaynayan kurbağa” hikâyesini çağrıştırıyor. Seçimler gösterdi ki, nihayet kurbağa kendini kurtarmak için zıpladı, peki nereye doğru? Sonuçlar ve olasılıklar nedir? Bu seçimlerden çıkarmamız gereken dersler neler? Ama önce –yer yer tekrara kaçma pahasına– iktidara ve onun Türkiye'deki rejimin niteliğini dönüştürmesine ilişkin bir tarihsel döküm ve hasar tespit tutanağı çıkarmalıyız, ancak akabinde bu sorulara yanıt arayabiliriz…
1- En başından beri AKP özelinde neoliberal iktisadın politik yansıması bir ricat demokrasisiydi: Dönemsel politik çıkarları için “hak” veren, kapitalizmin neoliberal ekonomik yeniden yapılanmasının çıkarları doğrultusunda ilk fırsatta bu hakkı geri almaya çalışan riyakâr bir söylemden ibaret olan bu demokrasi, sürekli ve kitlesel mücadeleler karşısında korkak ve saldırgan bir rejimin örtüsü olarak kendini var ediyordu.
2- AKP bu örtüyü bir pelerin gibi kuşanarak kendi edimlerinin tümünü meşrulaştırmanın bir aracı haline getirmiş; politik ricat-hücum sarmalında güçler dengesine bağlı olarak da kendisine ittifaklar edinmişti. Ne var ki –artık herkesin bildiği/fark ettiği üzere– bu ittifakların hiçbiri kalıcı olmadığı gibi AKP'nin kendi hedefine yaklaştıkça bu tali yol arkadaşları da birer iç düşmana dönüştüler ve tasfiye edildiler. Hâlâ da ediliyorlar. (AKP cenahındaki iç tartışmaların önemli bir kısmı bu tasfiyelerin hızı ile ilgiliydi; şu sıralar ise niteliği tartışma konusu edilir hale geldi.
3- AKP'nin kendi hedefine yaklaşırken elinde tuttuğu en önemli kuvvet, kanımca şu ya da bu görünür politik araç değil (ki bu araçlar her geçen gün çeşitlendi ve güçlendi), kısmen toplumsal ve psikolojik bir etmen olan söylem ve moral üstünlüğüydü. Birincisi AKP'nin temsil ettiğini iddia ettiği ve toplumsal olarak dayandığı kesim sahiden mağdurdu. İkincisi AKP, bu mağduriyetin giderilmesinin toplumun bütünü için olduğu kadar egemen sınıfların ortak çıkarları için de makbul olduğuna birçok kesimi inandırmayı başarmıştı. Yani alâmetifarikası mağduriyetlerin giderilmesi ve ekonomik istikrar beklentisi olan AKP hükümetleri, attıkları, atacakları ya da atabilecekleri tüm politik ve ekonomik adımların bu iki beklentiyi karşılayacağına gerek toplumu gerekse sermayedarları ikna etmişti.
4- Bu süreçte AKP kendisi için yaşamsal olan çok önemli iki başarıya ulaştı. İlki yatay eksende toplumsal kutuplaşmayı kuvvetlendirerek kimi mağduriyetleri ortadan kaldırmasıydı. Sözgelimi başörtüsü mağduriyetini ortadan kaldırırken muhataplarına mealen şunu söylüyordu: “İkna odalarına geri dönülmemesi için benim iktidarda kalmam şart.” Bununla da yetinmedi AKP; bu mağduriyetlerin geri dönmemesi için daha fazlasının da yapılması gerektiğini beyan etti: Bu ise söz konusu örnekte toplumsal muhafazakârlaşmaya zemin hazırlayan klerikalist politikalar ile gerçekleştirildi. İkincisi ise gelişmekte/büyümekte olan kimi sermaye gruplarının varlığını kendi politikalarına merbut hale getirmesi, sermayenin serbest dolaşımına neredeyse izin vermeyecek bir ekonomik seyri bunlara mecbur kılmasıydı. O bilinen, eleştirilen ve artık tıkanmanın eşiğine gelen AKP modeli ekonomik büyüme işte böyle kendini gerçekleştirebildi. Rehin olarak tutulan demokratik hak ve özgürlükler ile ipotek altına alınmış artan kâr oranları sayesinde AKP tüm muhataplarını kader ortaklığına zorluyordu.
5- Bu süreçte AKP'nin en büyük hatasıysa dış politikada gerçekleşti: Ortadoğu ve Mağrip coğrafyasındaki toplumsal kalkışmalara müdahil olmak isterken, özelikle Suriye (ve kısmen de Libya) düzleminde izlediği hat ile kendisini altından kalkmadığı bir uluslararası politik açmazın içinde buldu. Küresel kapitalizmin içinde Türkiye'nin iktisadi seyri, siyasi gücü ve coğrafi konumu üzerinden yapılan bir yanlış hesaptı söz konusu olan. Kuşkusuz riskli bir hamleydi ve eğer başarıya ulaşsa idi bugün tartıştığımız şeyler bambaşka oldurdu. Ama olmadı. Dış politika iç politikaya sirayet ederken ve buna karşı bir tepki birikirken (yani Türk ve Sünni olmayanların uzunca bir süredir eşit yurttaşlık temelinde yürüttükleri eylemliklerde dillendirdikleri Sünni muhafazakârlaşma tehdidi altında şekillenen kimlik siyaseti zemini genişlerken) Reyhanlı saldırıları gerçekleşti. Bu saldırılar karşısında açığa çıkan toplumsal tepki her şeyden önce hükümete yönelikti. Dahası saldırının akabinde uygulanan sansür, vb. karartmalar ile vicdansızlık olarak yorumlanan kimi yorum ve görünümler bu acı olayın ülkenin Batı'sında da eskisinden daha bir farklı algılanmasına yol açtı.
6- Bu farkın ne olduğu kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktı. Reyhanlı'nın öncesinde ve sonrasında açığa çıkan kimi emarelerde (1 Mayıs 2013 Taksim Olayları sırasında çevre sakinlerinin pasif fakat yaygın desteği, aynı ay içinde gerçekleşen Beşiktaş-Gençlerbirliği müsabakasında polis ile taraftarlar arasında çıkan arbede, vb.) kendini açık eden toplumsal huzursuzluk ve biriken öfke Mayıs ayının sonunda İstanbul’da Taksim Gezi Parkı'nda patladı. Fark nicelin nitele dönüşü ile ilgili bir şeydi: AKP'nin bir türlü tam olarak nüfus edemediği ve dahası ekonomik dinamiklerini dahi kontrol edemediği kültür camiası ve bu camia ile ilişkili olan orta-sınıf yaşantısı süren beyaz yakalı kentli ve oldukça geniş bir toplusal kesim öncülüğünde büyüyen olaylar, AKP karşıtı neredeyse tüm toplumsal muhalefeti sokakta birleştirerek fiili ve meşru bir mücadele ortaya çıkardı. Bu süreçte AKP kadar günlük yaşantının neoliberal yapılanışına, kültür mantığına ve ahlâkına da bir itiraz yükselmişti. Kuşkusuz Gezi sürecini doğuran birçok etmen daha var. Üstelik bu süreç, çokça irdelendi, irdeleniyor. Ben burada sadece onun başardığı ve tetiklediği üç hususa değinmek istiyorum, ki yazının konusundan uzaklaşmış olmayayım.
İlki, Gezi süreci ile birlikte AKP söylem ve moral üstünlüğünü ilk kez bütün cephelere kaybetmesidir. AKP, daha sonra bu üstünlüğü geri kazansa da artık söylem ve moral değerler üzerinde kendisinin kesintisiz bir hâkimiyeti söz konusu değildi. Yer yer kaybedilen ve geri kazanılan kesintili ve devingen bir mücadele sahası açılmıştı artık. Dahası AKP'nin bu üstünlüğü geri kazanması için tabanının korkularını büyütmesi gerekiyordu. Büyüyen korku bir yerde masalsı bir anlatıya dönüştü, bu anlatı daha sonra ise saçmaya indirgendi. (Bunun en tipik örneği ısrarla sürdürülen Kabataş ve Dolmabahçe yalanlarıdır.) Bu iktidarın yıllar içinde özenle inşa ettiği –yukarıda açıkladığım– toplumsal algıyı da çatırdattı. (Yakın dönemde Cumhuriyet’teki “MİT’in Silah Tırı” haberinin bir önemi iflas eden bir dış politikanın teşhiri ise diğeri de yine bu algının parçalanmasına yönelik etkisidir.)
İkincisi ise Gezi sürecinin tarihsel bir katalizör rolü görmesidir. Bu süreç ile birlikte AKP atmayı düşündüğü adımları daha bir hızlı atmak, sonlandırmayı düşündüğü ittifakları bir an önce nihayete erdirmek, sermaye ile kurduğu ilişkiyi kendi mantıki sonuçlarına taşımak zorunda kaldı. Bu, karşısında diyalektik bir zorunluluk doğduğundan iktidar bloğunun iç çelişkileri, onu parçalayan bir etmen haline bürünebildi. (Bu parçalanma, akılcı bir muhalefet sayesinde yakın gelecekte de pekâlâ sürebilir.)
Üçüncü nokta ise bu ikisi ile birlikte kendiliğinden açığa çıktı: Hükümet kadroları aymazlaştı. İktidarda olduğu ya da iktidarın nimetlerini paylaştığı halde bu gaflete kapılmayanların (öngörülü unsurların mı diyelim?) itidal çağrıları karşısında beliren öfke ve bu öfkenin kendisi için kazdığı/inşa ettiği dehliz, muhakeme yeteneğini yitirmiş tek yönlü kaba bir bakış haline büründü haliyle. Bu bakış kendisinden farklı olan tüm muhayyileyi kendi tasavvurlarının tam zıddında algıladı, onları cephenin karşısına intikal ettirdi ve tüm silâhlarını onlara yönlendirdi. Yalnızlaşma başlamıştı. (AKP’nin yalnızlaşmasına paralel olarak deyiş yerindeyse uluslararası bir konsensüs ile yansızlaşma Türkiye politikası olarak Batı’da belirlendi. Bu politikanın bir benzerini biraz gecikmeli olarak Kürt hareketi de benimseyecekti.)
7- Bu yeni sürecin içinde ilk büyük hamle 17 Aralık-25 Aralık yolsuzluk, kara para aklama ve rüşvet soruşturmaları ile gerçekleşti. Bu hamlede kurumsal işleyişte “devlet aklı”nın kısmen berdevam olduğu varsayımından hareket edilmişti. Bu soruşturmanın bir diğer önemli yanı ise yeni-medya araçlarının da kamuoyu yaratmak için etkin bir şekilde kendisi için kullanılması oldu. (Gezi sürecinde bu kendiliğindendi.) Bu araçları kullananlar soruşturma sonucunda açığa çıkacak reaksiyonunun toplumsal tesirini kısa vadede görme niyetindeydiler. Bu tesir sayesinde soruşturmalar sırasında çıkabilecek olası tıkanmaların aşılabileceği varsayılmıştı. Bu hamleyi gerçekleştirenlerin hatası da işte bu iki analizdi. Kısmi kentli orta-sınıf gençlik tepkisi (ki bu tepki de gayet sakin bir görünümdeydi) dışında toplumsal reaksiyon sarihti: Halk korkuyor ve anlam veremiyordu zira rejim, bir kez daha ve çok derin bir şekilde krize girmişti. Üstelik artık kurumlar bazında da gözle görülür bir şekilde dağılma başlamıştı: Hukuk düzlemi parçalanmıştı. Dahası bu soruşturmalarda sermaye içindeki kimi kanatlardan yükselmesi umulan ciddi tepkiler gelmedi. (Bunda soruşturmaları gerçekleştirenlerin fevriliği kadar, mazileri de etkili olmuş olabilir ya da belki başka bir hesap güdülmüştür, bilemiyorum.)
(Bu noktada bundan sonraki satırlar için şunu belirtmekte fayda var: İster devrimci sol için olsun istese demokrat, liberal, vb. kesimler için, rejimin niteliğinin sabit olması ve uzlaşılmış bir yasaya dayanması her zaman ehvenişerdir. Bu rejimin baskı niteliğinden bağımsız olarak böyledir, çünkü karşı mücadele araçlarının tam da bir “araç” haline gelebilmesi için çalıştığı/uyduğu az çok sabit bir toplum ve kurumlar zemini olması beklenir. Buna ilaveten rejimler egemen sınıf açısından ancak tedrici olarak değişim gösterirler. En azından umulan şey budur. Kimi zamansa bu değişimler devrimci bir görünüm kazanırlar. Sınıf güçleri açısından, yeni durumun eski rejimden daha ileri bir rejim mi olacağı [Politik Devrim], geri mi olacağı [Politik Karşıdevrim] ya da rejim içi hükümet değişikliği ile mi sınırlı kalacağı sorusunun yanıtı hayati önem taşır. Tüm bunlara karşın sınıfları ve toplumsal katmanları yatay olarak kesen, egemen sınıf ve katman bloklarının iç mücadelesinde açığa çıkan gerilim taşınamaz hale geldiğinde toplum ve devletin içe doğru çökmeye başladığını unutmamak gerekir. Bu yıkıcı bir çökmedir ve bunun kesintisiz hâle geldiği noktadan itibaren devrimci bir yeniden doğuş beklemek de beyhudedir. Bu beklentinin yeniden oluşabilmesi için toplumsal ve sektörel yıkımın tamamlanması gerektir. Bunun son dönem iki örneği var: Suriye ve Ukrayna. Kuşkusuz rejimin niteliğini değiştiren bir politik altüst oluşun yaratabileceği önemli de es geçmeden ülkeyi bu yıkımdan sakınmak kanımca herkes için elzemdir.)
8- İkinci büyük hamle 19 Ocak 2014'te Adana'da MİT'e ait olduğu iddia edilen araçların durdurulması oldu. Bu hamlede artık halka istinat eden bir kuvvet değil, kendi içtihadını uygulayan bir “derinlik” vardı. Devlet içindeki komplocu güçlerin mücadelesine dönmüştü artık olay. 27 Mart'ta Suriye ile savaş çıkarma planını ortaya döken ses kaydı dolaşıma sokuldu. 30 Mart'ta özellikle Ankara özelinde tartışmalı olan Yerel Seçimler gerçekleşti. 13 Mayıs'ta egemen sınıflar için bir parantez olarak anılacak, uzun erimli sınıflar mücadelesinde ise hafızalara acı bir olay kazınıp sınıf kimliğini besleyecek Soma Maden Katliamı gerçekleşti. Soma aynı zamanda politikleşmemiş sıradan yoksul halk ve işçi kitleleri ile hükümet ve devlet kanadının ikinci yüz yüze karşılaşması oldu: Tekmesi ve tokadı unutulmayacak bir iktidar, sınıfın belleğine ölümlerle birlikte kazındı. İşçi ölümlerinin kronik bir semptom haline geldiği Türkiye'de, geniş yığınlar hastalığın teşhisinde giderek bir konsensüse vardılar: Taşeron, güvencesiz, esnek çalışma…
Bu sırada takvim 11 Haziran'ı gösterip IŞİD, Musul Başkonsolosluğu'nu bastığında hükümet, aslında tüm bir Suriye politikasını değiştirmek için de devlet açısından bir fırsat yakalamış oldu. Ama iktidar, bu fırsatı değerlendirmek yerine kendi politik hattını korumayı akıl dışı bir şekilde sürdürdü. Bu kutuplaşma siyaseti Erdoğan'a 10 Ağustos'ta cumhurbaşkanlığını kazandırsa da, Kürt hareketinin toplumsal tabanının büyük ölçüde ortaklaşması sonucunu doğurdu. 28 Aralık 2011 Roboski/Uludere Katliamı'ndan 13 Eylül 2014'de başlayan IŞİD'in Kobanê/Ayn el-Arap Kuşatması aynı zihinsel yapının bir yansımasıydı ve bu yansımanın Türkiye’nin Kürt illerindeki karşılığı bir iç çatışma hali açığa çıkardı: 6-7 Ekim olayları. Bu olaylar rejimin devrimci nitelikte olmayan bu çözülüşünün ülkeyi nereye sürükleyebileceğinin de nişanesidir. Bu olaylar sırasında her nasıl olduysa, Kürt halkının politik önderliğinin pekiştirilmiş kararlı duruşu ile kimi devlet kadrolarının aklıselim değerlendirmesi, bu sefer örtüştü. Kuşkusuz Kobanê direnişinin başarıya ulaşması bu örtüşmedeki en büyük payı meydana getirir. Bu anlamda Kobanê, Türkiye'nin Kürt sorunu için de bir kırılma anlamını taşımakta. Lakin bu kırılmanın pozitif bir değer taşıması için rejimin kendi iç bölünmüşlüğünün aşılması gerekmekte. Bu ise rejimden cayma cesareti gerektiren bir köklü dönüşümü imler.
9- Birikim’in internet sitesine 4 Şubat 2014’te yazdığım “Rejimden Cayma Cesareti” başlıklı yazıda “AKP iktidarının kurulmasından bugüne elinde bulundurduğu bir ekonomik (2001 mali krizinin sona erip 2002 sonrası ekonomik büyüme çevriminin başlamış olması), iki politik avantaj (o dönemde iktidar alternatifinin bulunmaması ve demokrasi sahası ile “Kürt Sorunu”nda izlediği pragmatik hattın kendisine sağladığı manevra kabiliyeti) ile icraat imtiyazının (özellikle belediyecilik faaliyetlerinin) kedisine sağladığı olanaklar sayesinde yine kendisini bir sermaye olarak (haddinden güçlü ve etkin bir sermaye, daha doğru bir ifade ile çeşitli sermaye gruplarının içinde stratejik pozisyonlara gelecek şekilde) örgütlemesi, bu yapının diğer sermaye grupları karşısında, piyasa ekonomisinin serbestlik sınırlarını da daraltan bir etkinliğe kavuşmasına ayrıca dikkat çekmek gerek,” diye belirtmiştim. Nitekim politik süreçlere gereğinden fazla bel bağlamış durumda olan sermaye-hükümet ilişkilerinde icraat imtiyazını elinde bulunduran erkin tüm politik/ekonomik gücü ve karar verme mekanizmalarını tek elde toplamaya başlaması ile birlikte rejimin niteliğinde bir değişme gerçekleşmeye başlamıştı. Bu noktada yeni-rejimden cayma cesareti gösterebilecek toplumsal kesimlere sermayenin en azından bir bölümünün hızlı bir şekilde eklemlenmesi gerekirdi. Lakin böyle bir şey gerçekleşmedi. (İlginçtir Türkiye sınıflar mücadelesinin tüm ama tüm cephelerinde, üst-siyaset denen düzlemde kurumların, bu kurumlarda faaliyet yürüten şu ya da bu insanların, Türkiye sermaye sınıflarının ve hatta Türkiye sosyalistlerinin önemli bir kısmında politik manevralarda yavaşlık, yeni durumlara intibakta zorluk yaşanması âdeti vardır. Kürt Siyaseti müstesna.)
Bu noktada iktidar bloğunun bu intibak probleminden faydalanarak hızla kendini yeni durum için örgütlediğini dile getirmemiz gerekiyor. İşte bu, iktidar bloğunun farklı saiklarla da olsa Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı üzerinden konsolide olduğu son etaptı: Cumhurbaşkanlığı, zor ve ideolojik aygıtları ve tüm bir denetim ve yargı gücünü elinde bulunduran bir bonapartist yapı halinde kendini ve rejimi yeniden örgütlemek durumundaki AKP’nin aslında savunma mekanizmasıydı. Erdoğan’ın Gezi’deki “zaferi” ile AKP’nin çöküşü başlamıştı; Cumhurbaşkanlığı ile ise bildiğimiz anlamda AKP ortadan kalktı. (Bunu izleyen zamanda AKP’nin kendi varlığını ispat etmek için tek bir gerçekçi hamlesi oldu: Kürt Sorunu’na ilişkin olarak açıklanan 10 maddelik Dolmabahçe Mutabakatı. Onun da akıbeti herkesin malumudur.)
10- Sendika.org'a 11 Ağustos 2014'te “Cumhurbaşkanlığı: Hikâyenin Bittiği Nokta” başlığı altında yazarken aklımda işte bunlar vardı: “Bugün, işçi sınıfının, yoksullaşan küçük burjuvaziyi de yanına alarak ‘Erdoğan Demokrasi’ altında birleştiğini söylemek gerekiyor. Üstelik sanıldığının aksine yoksul halk, AKP gibi neoliberal, sınıf düşmanı bir partinin başkanını, ‘devlet başkanı’ haline getirirken bilinçdışı sınıfsal reflekslerle hareket ediyor. Erdoğan'ın anti-entelektüel anlatısın yaslandığı bir dayanak varsa, o da kentli, Batılı, seküler orta-üst sınıfların karşısındaki hor görülmüşlüğe karşı bir yoksul halk şahlanışıdır! ‘Eski Türkiye’ye karşı ‘Yeni’si... Yoksul halkın bu şahlanışı, Erdoğan'a devredilmiş (onda ‘bedenleşmiş’) bir temsili imliyor: Üstelik bu temsil sinik, riyakâr, egemen sınıfa karşı hiçbir samimi karşı çıkışı bulunmayan/bulunamayan bir hınçtan (ressentiment) ibaret. Sâbık Başbakan, aslında tarihimizdeki en büyük yoksul halk önderi, ama bozguncu cinsinden. Dahası Erdoğan, kendisi ile birlikte yoksul halk kitlelerini yani Türkiye'yi uçuruma sürüklüyor...”
11- Bundan sonra anlatının sonuna gelindiğinden kesintisiz bir geri çekiliş baş gösterdi. Önce ulaşılmış bir gaye olan Yeni-Türkiye söylemi, tekrar ulaşılması gereken bir arzu haline büründü. (Basın demeçlerinde bir seyrüsefer bunu çok güzel örnekler.) Bu sembolik geri çekilme, politik olarak Erdoğan iktidarının nerede konumlandığını da gösterdi: Kendini ve konumunu koru! Aynı şekilde bugün başkanlık sistemine geçiş arzusu, erişilecek bir hedefi değil, muhafaza edilecek bir konumu imler. Burada söz konusu olan dar bir toplumsal katman olarak Erdoğan ve çevresinin ve onların etrafındaki görece geniş kümenin ekonomik ve siyasi imtiyazlarının güvence altına alınmasıdır. Seçim sonuçlarının bence açığa çıkardığı ilk sonuç, bu haksız imtiyazların tehdit altında tutulmaya devam edilecek olması. Erdoğan’ın gerek olası tavizlerini gerekse akıldışı hamlelerini belirleyen de bu olacak. (Şu aşamada muhalefetin sahici bir kefaret çağrısı, kimi blokları nasıl da paramparça eder aslında.) Erdoğan’ın siyasi akıbeti doğrusu pek de ilgi çekici değil, çünkü kendisi için itibarlı bir çıkış yolu bulunmuyor. Biz şimdiye ve Türkiye’ye odaklanalım.
***
7 Haziran seçimlerini izleyen yakın dönemde HDP’nin %13 ile meclise girmesi kadar önemli olacak diğer bir husus “devletlû” zihinlerin üniter yapı içindeki esneme kapasiteleri olacak… Oysa onlar da aynı esnekliği HDP’den talep ediyorlar. Bunun karşısında konumlanan ve HDP'den bu esnekliği çalmak için bin bir türlü provokasyona başvuran komplocu zihin ile AKP’nin politik çıkarları ise ya örtüşüyor ya da ortaklaşıyor. 5 Haziran Diyarbakır mitinginde yaşananlar, tüm bir seçim müddetince yaşananlardan bağımsız değil. Sonuçta bu seçim tarihimizde çok önemli bir fırsatı, politik-devrim ihtimalini ilk kez bu denli güçlü bir şekilde gündeme getiriyor.
Şöyle ki: Türkiye, tarihi boyunca aralıklarla tekrar eden rejim krizleri ile cebelleşti, cebelleşiyor. Rejimin parlamenter görünümünün yanında şekillenen asker-polis niteliği ve kısmen özel harp kuralları ile işleyen yarı-bonapartist seyri sürekli hem kendi içinde hem dışında sorun yarattı, yaratıyor. Oysa bugün Türkiye’de toplam sermayenin mevcut gelişimi ve taşıdığı potansiyel ve dahası uluslararası kapitalizmin yeni dönem arayışları, vb. düşünüldüğünde bölge konjonktürü ile birlikte Türkiye’nin taşıyabileceği bir yük değil bu krizler. (İlginçtir bunu nihayet “Süreklilik esastır,” diyen “devletlû” zihinlerimiz dahi az çok anladılar.)
Oysa bugün gelişimini yukarıda aktardığım Erdoğan’ın şahsında cisimleşen Yeni-Türkiye’nin rejimi ya da başka bir değişle “kesintisiz ve sürekli rejim krizi”, hamasi bir söylem ile bütünleşmiş hukuksuz bir keyfiyet, çağdışı bir iltizam ve günlük yaşamda sansür ve baskı demek, hepsi bu. Bu rejimin sürekliliğini sağlaması içinse baskı aygıtlarını meşrulaştıran bir zemine ihtiyacı var. Ülkeyi çöküşe sürükleyen bu ihtiyacın karşılığı olan hukuk düzleminin parçalanması ise bildiğimiz anlamda devletin sonu demek. O halde mesele, ülkeyi sahiden de yeniden kurmakla ilgili. Burada sınıf güçlerinin henüz bir sosyalist devrim yapabilme gücü olmadığına göre bahsettiğimiz şey bir politik-devrimdir. Bu noktadan bakıldığında reformla süreci eski haline getirmek isteyenlerin ihtiyatı (bunlar politik devrim görünümüne bürünmüş rejim içi hükümet değişikliği talep ediyorlar ve başarırlarsa yaptıkları işten daha çok ses çıkarma gayretindeler) ile radikal adımlar atılması gereğini savunanların uzlaşısı/ayrışası arasındaki fikri ve toplumsal mücadele önem kazanmış durumda. Bu iki kesimin şimdilik politik-karşıdevrime karşı ortak hareket ettikleri gözlemlenebiliyor.
Önce politik-karşıdevrimi tanımlayalım: Bu olasılık, HDP’nin meşru yasal siyaset zemininin daraltılması ve marjinalize edilerek “kabul edilebilir” siyasetin dışına atılması ile başlayacak bir süreci imliyor. Burada “kabul edilebilir” siyasetin sınırları ise Kürt sorunun demokratik çözümünde devletin ve Kürt tarafının esneme kapasiteleri ile çizilecek. Bu olasılık Erdoğan’ın hâlâ etkin bir rol oynadığı AKP’nin, MHP ile HDP’nin uzlaşmaz tıynetine güvenerek (çok ister görünmesine rağmen) iktidardan kaçması ile ülkeyi erken seçime götürerek komplocu siyasete zemin hazırlaması ile kendiliğinden gerçekleşebilir: Bu olasılıkta Erdoğan, hükümet krizini, politik karşı-devrim için kullanmaya çalışacak demektir. Diğer bir olasılıksa Erdoğan’ın silikleştiği ama yine de etkin olduğu bir AKP modelinin MHP ile kökten-milliyetçi/muhafazakâr bir ittifak kurması ile rejimi fabrika ayarlarına döndürürken Kürtlere ve demokratik toplumsal muhalefete yönelik bir reaksiyonun vuku bulması olabilir. Her iki olasılıkta da eğer Erdoğan, olası hedeflerine ulaşır ise Türkiye taşınamaz bir yükün altına girer ve içe doğru yıkıcı bir şekilde çöker inancındayım ve bu durumda toparlanılması sanıldığından daha güç olur kanısındayım.
Politik devrim görünümüne bürünmüş rejim içi hükümet değişiklikleri derken ise, Erdoğan’ın siyaseten etkinsizleştirilmesi ile yetinen bir anlayıştan söz ediyorum. Bu anlayış, kendi başarısını allayıp pullarken tedrici olarak devleti (ve onun kurumlarını ve kadrolarını) eski biçimlenişe geri taşımak isteyecektir. AKP’nin yönetim anlayışının değiştiği ya da parti olarak ikiye bölündüğü bir mecliste geniş tabanlı bir koalisyon ile sağlanabilecek bu olasılık muhtemelen HDP’yi muhalefette bırakırken anlatı düzeyinde politik krizin yükünü de güya eski-rejim(ler)e atabilme avantajını kullanacaktır. Hatta bu olasılıkta sırf Kürtler meclise bir daha bu kadar “kalabalık” girmesinler diye baraj düşürülüp seçim sistemi dahi değiştirilmeye çalışılabilir: Demokrasi, sen nelere kadirsin!
Politik devrimin gerçekleşmesi içinse Meclis’in kendini kurucu/anayasal meclis olarak örgütlemesi gerekmekte. İmkânsız mı? Değil. Düşük bir ihtimal ama pekâlâ mümkün. Aslında bu seçenek, Türkiye için er geç zorunlu hale gelecek. (Bu gereklilik üzerine ayrıca durmak gerek.) Üstelik bu cesareti gösteren kadroları da tarih unutmayacaktır. “Demokrasi için Kurucu Meclis” yeni değil belki ama yenilenmiş Türkiye’nin sloganı olacaktır. Sosyalistler ve politikleşmiş emek hareketi bu sürecin içinde destekleyici ve emekçi sınıfların çıkarları için mümkün olduğu kadar hak talep eden/elde eden bir konumda olabilirler/olmalılar. Bu onların uzun erimli mücadelesinde büyük bir avantaj anlamına gelecektir. Ayrıca ülkeyi bu hale sokanların ne kadarının yargılanacağını belirleyen şeyin de toplumsal muhalefet güçleri olacağını hatırda tutmak gerekli. Gücünün farkında olmak ve talep etmek. Herkes için demokrasi, adalet ve toplumsallaşmış emek için neoliberal modelden çıkış… Hepsi bu. Tam bu noktada: Peki, Erdoğan? Eğer ilk olasılıklardan biri gerçekleşirse yani AKP, Erdoğan’ın güdümünde kalırsa bu hususta daha çok işimiz var… Yok diğer iki olasılıktan biri olursa bitti o mesele. Sadece bir süre daha midemiz ekşiyecek, daha sonra nekahet dönemi biraz uzun sürecek, hepsi o kadar.
Son olarak, fabrika fabrika, kent kent yayılan kimi zaman geri çekilen kimi zaman atılım gerçekleştiren, en son metal grevi dalgası ile kendini açık eden politikleşmiş emek hareketi, tüm bu denklemin neresine oturacak? Sosyalistlerin yanıtlaması ve müdahil olması gereken en acil soruların başında işte bu geliyor... Uyarlanma ve yanıt üretme kabiliyetimizi geliştirmemiz, faydacılığı lügatimizde yeniden tanımlamamızla mümkün.