Türkiye’de ve dünyada 1960-80 arası dönem, kitlesel eylemlerin, kolektif dönüşüm arzusunun ve özgürlük taleplerinin yoğun biçimde görünürlük kazandığı yıllar olarak anılır. Özgürleşme mitosunun (sol hareketler, karşı kültür, üçüncü dünya devrimleri, anti-emperyalizm…) etkisi altındaki bireyler ve toplumsal gruplar, yalnızca gündelik hayatlarında değil, siyasetin, kültürün ve toplumsal ilişkilerin hemen her alanında inisiyatif alma ve süreçlere doğrudan müdahil olma iradesi sergilerlerdi. Bu nedenle 1960’lar dünya çapında “kitle siyaset”inin yükseldiği bir dönem olarak siyasi literatüre geçmiştir. Küresel ölçekte 68 hareketi, Üçüncü Dünya devrimci dalgası, Vietnam savaşı protestoları, feminist, çevreci, siyah özgürlük hareketleri bu dönemin belirleyici dinamikleridir. Türkiye’de keza 1960–71 arası ve 1974–80 arası güçlü öğrenci, işçi, köylü, sendikal hareketlerin varlığı bu dalgayla paralellik taşıyan gelişmeler olarak okunur. İktidar elitleri açısından bütün bu karşı duruşları, itirazları ve kitlesel kalkışmaları yönetmek giderek zorlaşıyordu. Toplumun kendi gündelik yaşamına ve geleceğine dair gösterdiği bu pro-aktif tutum; yüksek bir politik duyarlılığın, olup biteni sorgulayan ve tavır alan bir özneleşme sürecinin göstergesiydi. Ancak 1980 sonrasında bu duyarlılık halinin, askeri müdahalenin yarattığı siyasal iklim ve ardından gelen neoliberal dönüşümle birlikte, günümüze dek tedricen zayıflatıldığını, hatta sistemli biçimde tasfiye edildiğini görüyoruz.
Özellikle Türkiye gibi mesleki, sosyal, sanatsal ve ekonomik alanlarda örgütlülüğün zayıf olduğu; birey olma ve özgürleşme mücadelesinin ise resmi ideoloji, gelenek ve baskın kültürel kalıplar tarafından sürekli bastırıldığı toplumlarda, siyasal alana müdahil olma ve olup bitene tepki verme gibi iktidar karşıtı reflekslerin giderek silindiğini gösteren pek çok işaret bulunuyor. 1980 sonrası örgütlü toplumun zayıflaması, neoliberal bireyselleşme, siyasal katılımın düşmesi, korku siyaseti, kültürel tahakküm ve özellikle son yılların epistemik şiddeti de bu tepkisizlik halinin nedenleri olarak değerlendirilebilir. Toplumun neden “siyasal ve toplumsal bozulmalar”a, “haksız uygulamalar"a, “norm erozyonuna” karşı etkili bir tepki geliştirmediği, neden bu denli duyarsız, umarsız ve neredeyse bir ölüm sessizliği içinde beklediği sorularına birçok cevap verilse de sonunda hiçbirinin bu tıkanmayı aşmaya yetmediği gerçeğiyle karşı karşıya kalmaya devam ediyoruz. Toplumdaki bu derin tepkisizliği, bu durumda anestezi altında hareketsiz duran bir bedenin duyarsızlığına benzetmek; dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu ‘Anestezik Toplum’ metaforuyla adlandırmak, abartılı bir teşhis sayılmasa gerek. Bu durumu, bu çağın bir anomalisi olarak düşünmek daha doğru olabilir. Bu kavramsallaştırmanın sadece Türkiye toplumu için düşünülmediğini de özellikle belirtmek gerekir.
“Anestezik toplum” kavramını, modern insanın toplumsal ve siyasal gerçeklik karşısında giderek kaybettiği duyarlılık, tepki verme kabiliyeti ve etik reflekslerin çözülüşü ile ilgili bir metafor olarak düşünmek gerekir. Bu uyuşma halini, bütün toplumsal yapıların içine düştüğü bir çeşit dekadans ve bu çağın bir anomalisi olarak görsek de bunun, özellikle Türkiye bağlamında, yalnızca siyasal baskı ya da medyanın manipülatif yapısıyla açıklanamayacak kadar derin, kültürel ve varoluşsal bir soruna işaret ettiğini en baştan belirtmek gerekir. Yurdum insanının kendi hakikatine karşı hissizleşmesini, duyarlılığın kaybını, çoğu kez kendi yaşamı üzerindeki denetim kaybının semptomu olarak değerlendirebiliriz ancak bunu daha varoluşsal, hayati bir refleksin kaybı olarak düşünmek daha doğru olur. Zira bu hissizleşme, yalnızca duygusal-bilişsel değil; epistemik, etik ve politik boyutları olan çok katmanlı bir anestezi rejimi semptomu olarak değerlendirilmelidir. Hannah Arendt’in tanımladığı “banalite” kavramı bağlamında düşünürsek, bu durumu bireyin eyleme kapasitesini büsbütün kaybetmesi olarak tarif edebiliriz. Çünkü şahit olduğumuz üzere günümüzde bir olay ne kadar sarsıcı olursa olsun, kısa sürede “normalleşiyor”, gündelik hayatın akışına karışıyor ve hafıza tarafından dışarı itiliyor. Bu fenomen, yalnızca bir unutuş değil; bilişsel-duygusal anlamda bir duyumsayamama, yani anestezik bir uyuşma olarak gerçekleşiyor. Sonuçları itibariyle bir kötülük halinin “sıradanlaşması” olarak seyrediyor.
“Anestezik toplum” kavramını, çağdaş toplumların giderek artan duyarsızlık, refleks kaybı ve politik gerçeklik karşısında hissizleşme durumuyla ilişkilendirmek gerektiğini belirtmiştik. Bu kavram, her ne kadar literatürde birebir bu isimle yer almıyorsa da sosyoloji, medya teorisi, siyaset felsefesi ve duygulanım kuramı alanlarında geliştirilen bazı önemli yaklaşımlarla ilişkilendirilebilir. Nitekim literatür tarandığında bu metaforu çağrıştıran düşünsel zeminlerin önceden kurulduğunu gösteren metinlere rastlamak da mümkün oluyor. Onlardan birkaçını anmak gerektiğinde özellikle Lazarsfeld–Merton, Burke, Lauren Berlant’ın yaptığı çalışmaların ve diğer çağdaş duygulanım çalışmalarının, toplumların nasıl “uyuşmuş” hâle getirildiğini açıklayan teorik çerçevelerini hatırlatmakta yarar var. “Anestezik toplum” fikrine en yakın kuramsal karşılıklardan biri, Paul F. Lazarsfeld ve Robert K. Merton’ın 1948’de formüle ettiği “narcotizing dysfunction” kavramıdır. Bu, kitle iletişim araçlarının insanları belirli bir konuya yoğunlaştırması ve sürekli tekrarıyla, insanların konuya karşı giderek duyarsızlaştığını ve eylem yerine bilgiyi tercih ettiğini açıklayan bir kavramdır. Yazarlar, bu çalışmada modern iletişim araçlarının bilgi akışını artırdıkça eylemselliği azalttığını savunur. İnsanlar dünyada olup bitenleri artık daha çok bildikçe bunlara karşı duyarsızlaşır ve tepkisizleşir. Bu kurama göre birey; kitle iletişim araçları marifetiyle neredeyse her şey hakkında bilgi sahibi olur, haberdar olur, duygusal olarak da bir nebze etkilenir fakat bunlarla ilgili eylemez / eyleyemez. Çünkü bilginin çokluğu ve özellikle hızı bunu imkânsız kılar. Algoritmaların ve yapay zekâ ürünlerinin yaratıcı, ayartıcı düzenlemelerinin bağımlısına dönüşen birey, artık bir insanın düşüncesine-yorumuna ihtiyaç duymaz. İnsan bir bilgi referansı olmaktan çıkar, referanslar artık makinelerdir. Makalede kullanılan "Onlar makinelere bizden daha tutkuyla inanıyorlar ve modern propaganda bilimsel bir makinedir; bu yüzden onlara göre, sadece akıl yürüten birinin buna karşı koyamayacağı apaçık ortadadır. Toplumumuzun fikir ve inançlarını kontrol etmek isteyenler, fiziksel güce daha az, kitlesel iknaya daha çok başvuruyorlar. Radyo programı ve kurumsal reklamlar, gözdağı ve baskının yerini alıyor.” biçimindeki gözleme dayalı cümle, iletişim araçlarının/teknolojik bilgi kaynaklarının anestezik toplum yaratmadaki rolünü veciz bir biçimde anlatmak için kayda değerdir. Lazarsfeld–Merton’un bu makaledeki görüşlerine göre modern medya, “etkin yurttaşı” pasif bir gözlemciye dönüştüren bir tür toplumsal sedasyon etkisi yaratıyor. Bu yaklaşım, tarifini yapmaya çalıştığımız toplumsal anestezi kavramsallaştırmasının neredeyse birebir akademik karşılığı gibi okunabilir.
Retorik kuramcı Kenneth Burke’ün çalışmaları da toplumun semptomatik acılarına rağmen refleks geliştirememesi konusunda önemli veriler sunuyor. Burke’ün toplum metaforunun temelini “acıyı hissedemeyen, hastalığın farkında olmayan ama aynı zamanda yoğun bir çöküş yaşayan organizma” fikri oluşturur. Burke’e göre; modern toplum bir organizma gibidir, bu organizma hastadır fakat hastalığına karşı duyarsızlaştırılmıştır. Burke, dilin ve sembolik eylemin bu uyuşma hâlini kırabilecek tek araç olduğunu söyler fakat çoğu zaman toplum “anestezi altında” olduğu için bu müdahale gecikir, dolayısıyla akamete uğrar. Bu iki yaklaşımın yanı sıra Laura Berlant’ın çalışmaları da özellikle duygulanım teorileri bağlamında, modern insanların duyusal/bilişsel duyarlıklarının nasıl uyuşturulduğunu incelemesi açısından önemlidir. Berlant, “Slow Death” (Yavaş Ölüm) makalesinde; İnsanların sürekli küçük krizler, stresler, yoksulluk, şiddet veya sağlık sorunlarıyla karşılaşması sonucu bedensel ve duygusal kapasitesinin aşınması, toplumda günlük yaşamın baskısı ve krizlerin norm hâline gelmesi ve bireylerin duygusal olarak “uyuşması”nı “Slow death” kavramı ile ifade eder. Buna göre topluluklar, dramatik bir çöküş yaşamadan yavaş yavaş yıpranır ve sistemin yarattığı acılara alışır. Bu durum da duygu ve bilinçte hissizleşmeye yol açar. Toplum hiçbir olumsuzluğa yeterli, gerekli ve anlamlı tepkiyi gösteremez.
“Slow Death”, sadece zihinsel ölüm değil, yaşam kalitesinin azalması, beden ve duygunun aşınması, umut ve arzunun yitirilmesi ile ilgili bir metafor olarak da düşünülmelidir. Neoliberal kapitalizmin ürettiği muazzam ekonomik eşitsizlik, pahalı ve erişimi zor sağlık politikaları, adaletsizlik ve hukuksuzluk gibi olumsuz sonuçlar slow death durumunun ortaya çıkmasında etkendir. Berlant, ilişkiler ve toplumsal bağlar üzerine yazarken “a momentary anesthesia of the heart” ifadesini kullanır. Bu ifadeyi, “Kalbin geçici uyuşması”, biçiminde anlayıp bireyin bir anda hissetme kapasitesini kaybetmesi olarak tarif edebiliriz. Bu, genellikle aşırı duygusal yüklenme karşısında kalbin kendini korumasıdır. Kalbin acının ağırlığını kaldıramaması, gerçeğin sertliğine dayanamadığı için hissi kapatması, tepki veremeyecek kadar donakalması anlamını taşır. Berlant’a göre bireyler; travmatik yoğunluk karşısında kendilerini korumak için, duygusal alanlarını “geçici olarak kapatır”. Bu da duyusal anestezi üretir. Bu mekanizma bireysel düzeyde açıklansa da, toplumsal bağların kopuşu ve sürekli krizler bağlamında kolektif bir uyuşmaya dönüşebilir. Anestezik toplum kavramlaştırmasını, Berlant’ın duygulanım teorisiyle birlikte toplumsal ölçekte değerlendirdiğimizde; sürekli kriz yaşayan bir toplumun, duygusal kapasitesini koruyabilmek için “kalbini uyuşturan” bir savunma mekanizması geliştirdiğini, bu savunma pozisyonunun, zamanla norm hâline geldiğini söylemek mümkün olur.
Laura Berlant’ın Slow Death kavramı, toplumsal ve bireysel düzeyde uzun süreli, görünmez yıpranmayı tanımlar. Bireylerin, sürekli kriz, eşitsizlik, yoksulluk ve toplumsal baskılar karşısında duygusal ve bedensel kapasitesi aşındırılır. Bu süreç dramatik bir çöküş yerine yavaş ve fark edilmeyen bir tükenme biçiminde seyreder. Berlant’ın analizine göre, benzer bir süreç toplumsal ölçekte de işler. Sürekli kriz yaşayan toplumlar, duygusal kapasitesini koruyabilmek için kolektif olarak kendilerini uyuşturur ve bu çeşit bir pozisyon alma, zamanla norm hâline gelir. Dolayısıyla Slow Death, modern toplumlarda bireysel ve toplumsal düzeyde duygusal uyuşmanın, yani “anestezik toplum”un kuramsal temeli olarak değerlendirilebilir. Yani “Anestezik Toplum” bunun kolektif ve süreğen hâli gibidir. Toplum, yaşadığı yoğun travmaların ve sürekli baskının ardından duyusal kapasitesini kaybetmiş olur. Acıya, haksızlığa, politik çürümeye karşı hissizlik bir savunma mekanizmasına dönüşmüştür. Duygusal tepkiler bastırılmış, tepki kanalları tıkanmış, duyarlılık alanı daralmıştır. Bireysel “anlık anestezi” toplumda kalıcı bir duyarsızlık rejimi hâline gelir. Dolayısıyla bireyin kalbinde bir anlık uyuşma olarak ortaya çıkan şey, toplum ölçeğinde kronik ve yapısal bir anesteziye dönüşmüştür.
Bu meseleyi birkaç düşünürün toplum ve bireye yönelik yaklaşımı yönüyle de düşünme alanına taşımak mümkün görünüyor. Örneğin Spinoza’cı bir bakış açısına göre insan, kendi duygulanışlarının (affectus) bilincinde değilse edilgenleşir. Edilgen insan, başkalarının belirlediği duyguların taşıyıcısıdır; tepki veremez, çünkü tepki vermeyi mümkün kılan içsel etkinlik gücü elinden alınmıştır. Spinozist yöntemde doğru bilgi, duygulanımı etkin kılar. Kendisi hakkında doğru bilgiden mahrum bırakılmış olan birey ve toplum yanıltılmış, yanlış yönlendirilmiş ve etkin duygulanımları kötürümleştirilmiş, uyuşturulmuştur. Türkiye’deki anestezik toplum hali, tam da Spinozacı anlamda edilgen kitle fenomenine benziyor. İnsanlar “üzgün”, “korkmuş”, “öfkelendirilmiş” olabiliyor; fakat bu duygular bağlamında etkin değillerdir/olamıyorlardır. Bir şeyler duyumsuyorlar ama bunu kendileri için etkin/olumlu duygulara dönüştüremiyorlar; bu nedenle ya tepki veremiyorlar ya da yanlış-yıkıcı tepkiler veriyorlar. Çünkü doğru ve etkili tepki üretecek düşünsel enerjileri, yetenekleri bastırılmış durumda. Spinoza’dan sonra modern iktidar biçimlerini açıklayan bir başka düşünsel hat ise Foucault’nun biyo-politik iktidar analizidir. Foucault’ya göre modern iktidar, klasik anlamda baskı kuran, yasaklayan ve zorlayan bir güç olmaktan çoktan çıkmıştır; artık daha incelmiş, yayılmış, görünmezleşmiş ve gündelik hayatın içine sızmış bir iktidar formu hâlini almıştır. Bu iktidar, bedenleri değil, duyguları, arzuları, alışkanlıkları ve dikkat rejimlerini yönetir. Foucault’nun “dispozitif” kavramıyla açıkladığı bu yeni iktidar örgütlenmesi, bireyleri belirli tepkiler üretmeye, belirli şeyleri olağan kabul etmeye ve belirli şeyleri hiç görmemeye yönlendiren bir düzenekler toplamıdır. Dolayısıyla anestezik toplum olgusu, yalnızca bir duyarsızlaşma hâli değil, iktidarın “duyusal alanı şekillendirme” biçimidir. Sürekli kriz, sürekli uyarı, sürekli alarm hâli üreterek toplumu duyusal olarak yoran iktidar, böylece tepki verme kapasitesini düşürür; insanlar bir noktadan sonra hem hissedemez hem de düşünemez hâle gelir. Bu da Foucault’nun tarif ettiği anlamda, iktidarın modern özneyi edilgen, yorgun ve uysal kılmasının temel mekanizmalarından biridir. Anestezik toplum, bu açıdan, biyo-politik iktidarın ürettiği duyusal ve zihinsel tükenişin en görünür semptomudur. Bu anlamda anestezi, yalnızca pasifleştirme değil, duygu ekonomisinin yeniden düzenlenmesi gibi de işliyor. Toplum, sürekli krizlere maruz bırakılarak “duyusal tükeniş” noktasına taşınıyor; tıpkı sürekli uyarı verilen bir sinirin zamanla artık tepki vermemesi gibi. Ya da Pavlov’un “şartlı refleksi”ndeki gibi yalnızca belli uyarıcılara belli refleksler göstermesi gibi.
Bu çizgiyi takip ettiğimizde, anestezik durumun kültürel üretim alanıyla ilişkisini kurmak açısından Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanamaz” cümlesi de önemli bir hat açar. O modern toplumun bireyleri sürekli çarpıtan, yönlendiren, manipüle eden bir kültür endüstrisi ürettiğini anlatır. Anestezik toplum kavramı bununla şu bağlamla birleşir görünüyor: Kültür endüstrisi dikkatimizi sürekli yüzeysel olanla doldurmakta bu da hakikat idrakinin geri çekilmesine ve eleştirel aklın işlevsizleşmesine yol açmakta. Düşünme yeteneğini kaybeden toplum, “normalleşen anormallikler” dizisine karşı giderek duyarsızlaşır ve kalıcı narkoz etkisine girer. Bu tür toplumlarda kötülük görünürdür ama hissedilmezdir. Dolayısıyla ona karşı bir refleks de gelişmemiş olur. Habermas’ın değerlendirmeleri bu noktada anestezik toplum kavrayışını tamamlayan bir başka boyut sunar. Habermas’a göre modern toplumlarda kamusal alan, farklı görüşlerin müzakere edildiği, yurttaşların ortak akıl yürütme yoluyla ortak iyiye dair fikir geliştirdikleri bir iletişim mekânıdır. Ancak kamusal alanın çökmesi, iletişim kanallarının tek seslileşmesi ve dilin stratejik manipülasyona maruz bırakılması, bireylerin dünyayı anlamlandırma kapasitelerini zayıflatır. Habermas’ın “iletişimsel aklın kolonizasyonu” dediği bu süreç, yurttaşların hem birbirleriyle hem de gerçeklikle sağlıklı bir ilişki kurmalarını engeller. İletişimin yerini propaganda, müzakerenin yerini kutuplaştırıcı söylem, kamusal tartışmanın yerini ise duygusal mobilizasyon aldığında toplum ortak bir hakikat zeminini kaybeder. Bu kayıp aynı zamanda duygusal tepki yetisinin de kaybına işaret eder; çünkü Habermas’a göre duyarlılık ancak rasyonel ve eşitlikçi bir tartışma ortamında gelişebilir. Dolayısıyla iletişimsel aklın tahribi, sadece düşünsel bir çoraklaşma değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde bir tür “duyusal çöküş” yaratır. Anestezik toplum, bu anlamda, kamusal aklın yıkıma uğramasının ve toplumsal iletişimin rasyonel zeminden kopmasının ürettiği bir edilgenlik hâli olarak okunabilir.
Byung-Chul Han’ın psiko-politik analizleri, anestezik toplum olgusunun özellikle duygulanım ve özneleşme boyutunu anlamak açısından ayrı bir önem taşır. Han’a göre geç kapitalizmin öznesi artık baskılanan değil, tam tersine yüksek performans zorlanan, kendi kendini sömüren, tükenişini başarı olarak deneyimleyen “yorgun özne” dir. Bu özne, sürekli üretmek, başarmak, görünür olmak ve kendini optimize etmek zorunda bırakıldığı için dışsal baskıya ihtiyaç duymaz; iktidar bireyin içine yerleşmiş, benliğin çalışma biçimine dönüşmüştür. Bu nedenle modern iktidar, Han’ın deyimiyle, “negatiflik” üzerinden değil, sınırsız pozitiflik ve özgürlük yanılsaması üzerinden işler. Ancak bu sürekli uyarılmışlık ve kendini gerçekleştirme baskısı, zamanla duygusal ve bilişsel eşiklerin çökmesine yol açar. Özne artık hiçbir şeye gerçekten tepki veremez hâle gelir; çünkü dikkat, duygu ve düşünme kapasiteleri performans zorunluluğu tarafından tüketilmiştir. Han’ın “şeffaflık toplumu” olarak adlandırdığı bu çağda her şey görünürdür ama hiçbir şey derin değildir; duygu yüzeyselleşmiş, ilişki gevşemiş, dikkat parçalanmış, içsel dünya ise kronik bir tükenmişliğe sürüklenmiştir. Bu durum, anestezik toplumun psiko-politik temelini oluşturur: İnsanlar yalnızca siyasal baskı nedeniyle değil, duyusal ve zihinsel aşınma nedeniyle de hissedemez, sorgulayamaz ve eyleyemez hâle gelirler. Böylece psiko-politik yorgunluk, toplumsal duyarsızlığın en kalıcı ve en görünmez biçimine dönüşür
Bütün bunlar göz önüne alındığında Türkiye özelinde “anestezik toplum” kavramını güçlendiren birkaç yapısal dinamiği şöyle sıralamak mümkün görünüyor. Birincisini; siyasal sistemimizin kendine özgü travmatik yapısının ürettiği sürekli olağanüstülük halinin, geçen onlarca yıl sürecinde olağanlaştırılmış olması olarak adlandırabiliriz. İkincisini de kriz döngülerinin, ekonomik, siyasal, etik aşınmanın duygu eşiğini düşürmüş olması olarak betimleyebiliriz. Üçüncü olarak da medya ve politik dilin, duyarlılığı sistemli biçimde örselemesiyle gerçekliğin teatral bir yüzeye/düzeye indirgenerek nesnel/somut konumundan koparılmış olması olarak tarif edebiliriz. Dördüncüyü de toplumsal hafızanın yıpratılmasıyla “unutma” nın bir çeşit hayatta kalma biçimine dönüşmüş olması olarak betimlemek mümkündür. Bu yazının başlarında “Türkiye bağlamında, yalnızca siyasal baskı ya da medyanın manipülatif yapısıyla açıklanamayacak kadar derin, kültürel ve varoluşsal bir soruna işaret ettiğini en baştan belirtmek gerekir.” Biçimindeki yargımızın gerekçelerini açacağımız kısım da sonuncusu olsun. Türkiye bağlamında sözünü ettiğimiz bu derin kültürel ve varoluşsal sorun, toplumsal öznenin uzun tarihsel süreçler boyunca kendi kaderine hükmetme duygusunu yeterince geliştirememiş olmasından kaynaklanır. Devlet merkezli modernleşmenin ve ataerkil-hiyerarşik toplumsal örgütlenmenin yarattığı bu köklü yapı, bireyin kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olma isteğini bastırmış; toplumsal öznenin özgüven, dayanışma, müşterek sorumluluk ve hak bilinci gibi duyarlılıklarını zayıflatmıştır. Bu nedenle Türkiye’de siyasal tepkisizlik yalnızca güncel baskı mekanizmalarının değil, aynı zamanda kuşaklar boyunca aktarılan bir “edilgenlik kültürü” nün sonucudur. İnsanlar çoğu zaman kendi itirazlarının bir şey değiştirmeyeceğine inanır; değişim beklentisi yerine uyum stratejileri geliştirir. Bu derin varoluşsal zemin, anestezik toplumun duygusal uyuşmuşluğunu daha kalıcı ve dirençli kılar. İnsan yalnızca baskıdan değil, aynı zamanda kendi tarihsel ve kültürel alışkanlıklarından dolayı da hissedemez, tepki veremez hâle gelir. Bütün bu koşullar altında toplumun, bir “düşünme tembelliği, korkusu ve giderek refleks yitimi” yaşadığı açıktır. Bu nedenler ve başkaca etkenlerden dolayı toplum açısından tepki, yalnızca yasaklandığı için değil; artık mümkün olmadığı için verilememektedir.
Son olarak “Anestezik toplum” tanımlamasını, yalnızca bir politik-psikolojik-sosyolojik tespit olarak değil; varoluşsal ve felsefi bir uyarı niteliği taşıması anlamında kullanmak istediğimi belirtmek isterim. Bu kavramı, toplumsal duyumsama alanının bastırılması, etik reflekslerin yitirilmesi, itiraz kültürünün yok olması ve hafızanın aşındırılması gibi durumları görünür kılması yönüyle önemli buluyorum. Ve ayrıca toplumun yeniden ve gerçek anlamda duyarlı bir toplum olabilmesinin şartının, ilkin bu uyuşukluktan kurtulmasına bağlı olduğu gerçeğinin fark edilmesi anlamında bir tartışmayı başlatma potansiyeli taşıması yönüyle önemlidir. Nitekim bu durumun ebediyen böyle süreceğini düşünmemek veya öngörmemek gerekir. Burada önemli olan ne yönde ve nitelikte bu sorunun geride bırakılacağı ve aşılacağıdır. Bu bağlamda Gilles Deleuze’ün toplumların bir noktada “duyarlılığın geri dönüşü” ile dönüşebileceğini söyleyerek iyimser bir bakış açısı sunduğunu hatırlatmak isterim. Deleuzecü bakışa göre bastırılmış olan, bütünüyle yok olmaz; biçim değiştirerek geri döner. Uyanış, büyük devrimci kopuşlarla değil; küçük duyumsamalar ile başlar. Bir haksızlık anında duyulan rahatsızlık, bir görüntünün tetiklediği vicdan sızısı, bir çocuğun sorusuyla açığa çıkan adalet duygusu, bir sözün içimize değmesi, bizi az da olsa rahatsız etmesi bu uyanışı sağlayabilir. Anestezik toplum için umut, belki de bu mikro-uyanış noktalarıdır. Bu uyuşmanın panzehiri, toplumun yeniden duyabilme yetisini kazanmasıdır, yani hem estetik hem etik bir uyanıştır bu. Çünkü duyabilen insan, düşünebilir; düşünebilen insan ise eyleyebilir. Anesteziden uyanış, bedensel sağlıkla ilgili olduğunda nasıl bir biyolojik zorunluluk ise toplumsal, siyasal, etik ve politik anlamda da hem toplumun ontik bütünlüğü ve devamlılığı hem de ruhsal bütünlüğü ve sağlığı için varoluşsal bir zorunluluktur.
KAYNAKÇA
- Lazarsfeld, Paul F. ve Robert K. Merton. “Mass Communication, Popular Taste and Organized Social Action.”
- Carly S. Woods. kbjournal.org +1 Erişim: https://kbjournal.org/node/31 https://www.kbjournal.org/carly_woods
- Berlant, Lauren.“ Slow Death (Sovereignty, Obesity, Lateral Agency) Erişim adresi: https://commons.gc.cuny.edu/?get_group_doc=1125/1456936018-BerlantSlowDeath.pdf





