CHP’nin Programı İktidar Getirir mi?

CHP, Kasım sonunda yaptığı 39. Olağan Kurultayı’yla parti programını yeniledi. CHP’nin yeni programını herkes kendi bulunduğu ideolojik cepheden eleştirdi. Şüphesiz bu eleştirilerin hepsi ayrı ayrı kıymetli. Ancak ben bu makalede parti programı ve partinin yeni kadrolarını CHP’nin bütün muhalefeti bir araya getirme, alternatif sesleri susturmasa da en azından marjinalize etme argümanı üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutacağım: “Öncelik bu iktidardan kurtulmak… Şimdi ‘ideolojik bakma’ zamanı değil…”[1]

Anlaşılabileceği üzere bu iddia, bütün çıkarlardan, çıkar gruplarından, pazarlıklardan ve kişisel ihtiraslardan bağışık, adeta kendisini memleket için ateşe atan bir siyasetçi profili anlatısına dayanır. Elbette kendisini bizler için ateşe atan “seküler azizlerimiz” anlatısının bir karşılığı olmalıdır. Yani bizlerden beklenen bir şeye karşı kurulmuş olmalıdır bu anlatı: “Seküler azizlerimiz” her ne yaparlarsa yapsınlar -daha dün yaptıklarıyla çelişseler dahi- alkışlamak ve hiçbir itiraz geliştirmeksizin sandıkta gidip edilgen birer nesne olarak muhalefete oy vermek.

Şüphesiz bu Türkiye’ye özgü bir durum değil. Örneğin ABD’de yaşanan kutuplaşma ve partizanlaşma eğilimlerine karşı yapılan araştırmalar, seçmenlerin rakip partiden demokratik ilkelere saygılı bir aday yerine kendi partilerinden anti-demokratik bir adayı tercih etmeye teşne olduklarını ortaya koyuyor.[2] Dahası siyaset sosyolojisinde kutuplaşma ikliminde insanların kendi politik kampından gelen yanlışları ve norm ihlallerini rahatlıkla mazur görebildiğine dair tespiti ifade etmek için ortaya atılmış “partizanlığın ahlaki esnekliği” (partisan moral flexibility) biçiminde bir kavram da var.[3]

CHP’nin Anti-Erdoğanizmleri ve Kutuplaşma

Bu durum Türkiye’de de yeni değil. CHP’nin 20 yıldır seçmenini konsolide etme yöntemi anti-Erdoğanizm. Elbette bu eğilimin mahiyeti Baykal, Kılıçdaroğlu ve Özel dönemleri için farklıdır. Ancak dayandığı karşıt, yani anti-Erdoğanizm ortaklaşmaktadır. Baykal döneminin grup konuşmaları incelendiğinde Baykal’ın hemen hemen hiçbir konuşmasında halkı muhatap almadığı, aksine Doğan Avcıoğlu’nun 1960’lardaki tabiriyle “zinde kuvvetlere”, yargıya, orduya, üniversitelere ve medyaya seslendiği görülmektedir. Bu dönemde Baykal, 1990’lardan devreden bir anlayışla, şeriat ve bölünme korkusunu öne çıkartırken, bu iki tehdidin de adeta Erdoğan’ın bünyesinde tecessüm ettiğini iddia eden bir söylemle anti-Erdoğanizmini kurguladı.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildiği 2010 sonrasında ise bu kez “otoriterliği temsil eden Erdoğan” figürüne karşı “demokrasiyi temsil eden Kılıçdaroğlu” imajı öne çıkarıldı. Bu esnada parti tabanını genişletmek maksadıyla, bir yandan Baykal döneminin ötekileriyle, (Kürtler ve muhafazakârlar) aktörler bazında (Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekaroğlu vb.) bir diyalog arayışı başlatılırken, diğer yandan da ekonomi, eğitim, adalet, eşitsizlik, sosyal adalet, demokratikleşme gibi hemen her alanda yeni yaklaşımlar geliştirdi.

2017 referandumuyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesinin ardından ise aktörler bazında yapılan bu ittifak, siyasi partiler seviyesine taşındı. Dolayısıyla bu anlayışın eksik kalan yanı, tabanın tali bir unsur olarak görülmesinden ve ittifakın elitler düzeyiyle sınırlı kalmasından kaynaklı olarak halkın talepleriyle bu vaatlerin kesişiminin yeterli ölçüde yansıtılamamasıydı. Böylece iktidarın medya ve kamu gücüyle rekabet şansı olmayan muhalefet, iktidarın bir diğer büyük gücü olmakla beraber onunla rekabet edebileceği bir alan olan örgüt gücünden de yoksun kaldı. Bunun sonucunda, muhaliflerin büyük umut bağladığı 2023 seçimlerinde, muhalefetin kurumsallaşmayı yeniden tesis etmeye dayanan siyaset anlayışı yerine iktidarın toplumu kulturkampf üzerinden ayrıştıran siyaseti galip geldi. Bu da muhalefeti yaşam tarzıyla ilgili endişe duyan orta sınıfın egemen olduğu büyükşehirlere sıkıştırmak gibi bir sonuç doğurdu. Dolayısıyla iktidar, kulturkampf[4] siyasetiyle hem kendi oy tabanını hem de muhalefetin oy tabanını belirledi, bu ilişkiyi kendi lehine asimetrik bir biçimde kurdu.

Özel döneminin belirgin özelliği, anti-Erdoğanizmi siyasi kimliğin taşıyıcı kolonu olmaktan çıkartıp, onu daha eşitlenmiş bir rekabet zeminine geri çekme çabasıdır. Baykal döneminde “rejimi kurtarma”, Kılıçdaroğlu’nda “demokrasiyi kurtarma” şeklinde formüle edilen negatif çerçeve, Özel döneminde yerini şuna bırakıyor: “Biz de yönetebiliriz, devlet kapasitesini biz de kurabiliriz, sosyal devleti biz de inşa edebiliriz.”

Bu yaklaşım, CHP’nin “yönetebilirlik iddiasını” salt bir imaj inşası olmaktan çıkartıp gerçek bir yönetme kapasitesine dönüştürme arayışını içerir. Özellikle yoksulluk, istihdam, gençlik, sağlık, eşitsizlik, sendikal örgütlenme ve yerel yönetim performansı gibi somut alanlarda politika üretme çabası, partide uzun süre sonra ilk kez organik kapasite inşasının belirtileri olarak değerlendirilebilir. Özel’in dili, önceki dönemlerin normatif demokrasi savunusu ya da elitlere seslenen devletçi tonu yerine, gündelik hayatın sorunlarından türeyen daha toplumsal, daha yatay ve daha kapsayıcı bir siyaset kurma niyeti taşıyor.

Ne var ki bu organikleşme çabasının yanında, CHP’nin kadro siyaseti aynı ölçüde dönüşmedi. Partinin sağdan yaptığı elit transferlerinin sürmesi, yönetme kapasitesinin kurumsal ve toplumsal düzeyde değil, hâlâ büyük ölçüde vitrinsel bir imaj üzerinden kurgulandığını gösterir. Bu durum, Özel döneminin en belirgin çelişkisini oluşturur: söylemsel ve politik düzeyde toplumla kaynaşmaya çalışan, yerelle bağlantı kurmayı hedefleyen, toplumsal meseleleri merkeze alan organik bir yönelim; ancak bunun yanında inorganik elit ilişkilerinin sürdürdüğü bir kadro mimarisi.

Dolayısıyla Özgür Özel dönemi, CHP’de bir yandan gerçek yönetebilirlik kapasitesini göstermek isteyen bir toplumsal-politik yönelimi, diğer yandan ise yapay yönetebilirlik imajını sürdürmek isteyen geleneksel elit stratejisini aynı anda barındıran bir geçiş evresi olarak tarif edilebilir. Özel’in yarattığı yenilik, söylemde ve politika zemininde açık biçimde gözlemlenirken, partinin örgütsel yapısı ve kadro tercihlerindeki süreklilik bu yeniliği sınırlamakta, organik ve inorganik kapasite biçimlerinin bir arada var olduğu bir “ikili görünüm” üretmektedir.

Bu nedenle Özel dönemi, CHP’nin toplumla ilişkisinde yeni bir açılım sağlayan, ancak yönetme kapasitesi bakımından hâlâ tam olarak kurumsallaşmamış; potansiyel ile pratik, organikleşme ile vitrinsellik arasında salınan bir yeniden yapılanma momenti olarak değerlendirilebilir. CHP’yi biraz tanıyanlar, CHP içinde her zaman farklı gruplaşmaların olduğunu bilirler. Ancak buradaki önemli nokta, politika ve söylem belirleyiciliği, yani İngilizce tabiriyle CHP liderliğinin inner-circleını kimin oluşturacağıdır. Bununla ilgili emareleri ise kurultay sonrasında oluşan MYK ve PM’de görebiliriz. Her ne kadar Yalçın Karatepe’nin liderliğinde hazırlanan programın ekonomi ve sosyal devlete dair bölümleri 21. yüzyılın piyasa dostu devlet müdahalesi söylemiyle, yani Acemoğlu tarzı kurumsal reformlarla ayağa kalkacak bir ekonomi anlayışını klasik sosyal demokrasi söylemleriyle harmanlayıp, görece sosyal eşitlikçi ve sosyal adaletçi bir politika için kapı aralasa da kurultayda yapılan kadro değişiklikleri bu konuda bir kafa karışıklığı yaratıyor. Programa ve kadro tercihlerine dair kendi ideolojik eleştirilerimi saklı tutmakla birlikte bu yazının çerçevesinin dışına çıkmamak adına asıl sorumu soruyorum: Peki, bu kadrolar kimler ve bu kadroların ekonomi yaklaşımı CHP’ye seçim kazandırabilir mi?

CHP’nin Ekonomi Politikaları ve Dünya

Bu kadrolarla beraber CHP, ilk kez bu ölçekte uluslararası finans çevrelerini doğrudan hedefleyen bir ekonomi anlatısı kuruyor. Parti açısından yapısal bir yenilik olmakla birlikte, bunun küresel içe-kapanma, artan korumacılık ve stratejik otonomi arayışlarının damga vurduğu bir dönemde gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Dünya ekonomisi artık 2000’lerin “küresel likidite bolluğu” döneminde olduğu gibi sermayenin hızla gelişen piyasalara akmasıyla tanımlanmıyor; tersine, ABD–Çin rekabeti, Avrupa’nın yeşil sanayi hamleleri, transatlantik ittifakındaki çatırdamalar, tedarik zincirlerinin bölgeselleşmesi ve gelişmekte olan ülkelerde borç kırılganlıklarının artması gibi dinamikler, yabancı sermayenin davranışlarını çok daha jeopolitik, temkinli ve seçici hâle getirmiş durumda. Böyle bir konjonktürde “yabancı yatırımcıyı ikna etmek” artık salt makro-teknik bir mesele değil; küresel güç blokları arasındaki konumlanmayla doğrudan ilişkili bir alan.

Bu nedenle CHP’nin yeni ekonomi anlatısı, yapısal bir yenilik olmakla birlikte, tam da dünya ekonomisinin açıldığı değil, içe kapandığı döneme girdiği bir eşikte geliştiriliyor. Öyle ki CHP’nin çiçeği burnunda Genel Başkan Yardımcısı Güldem Atabay, Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide şöyle diyor:

“Yabancı yatırımcı değişimden ürker, her yerde olduğu gibi. Ama Türkiye ekonomisinin geldiği aşama, finansal piyasalardaki derinliğin azalması… tüm bunlar yeni ve doğru kurgulanmış bir hikâyenin çok istekli bir şekilde satın alınmasına sebep olur. Biz tabii Türkiye’yi dolaşıp anlatacağız programı ama eş zamanlı olarak dünyanın finans uzmanlarına da aktarmak gerekecek. Biz Türkiye’yi yeniden bir yalnızca büyüme değil, sürdürülebilir bir kalkınma patikasına sokacaksak finansal piyasaların istikrarsız olduğu bir yer oynak bir zemin olur. Dolayısıyla sizin finans piyasalarındaki beklentileri de yönetmeniz ve pozitife çevirmeniz gerekir. Ben, CHP’den çıkmış programın somutlaştığı ve hükümet programı haline ve içi dolu dolu konuştuğu zaman o programda yabancı yatırımcıların bunu son derece olumlu karşılayacağını düşünüyorum (…) Yapısal birtakım sorunlar var. Onlara hitap eden, gelir modelini değiştiren, paylaşım modelini değiştiren ve yabancı yatırımcıya da bunu anlattığınız zaman ben ikna edeceğinizi biliyorum. O zaman çok daha coşkuyla buraya gelecekler. Sadece Türkiye tahvilleri ve hisse senedi piyasasına değil üstelik, ben doğrudan yatırımcı olarak o 2003-2008 döneminde yaşadığımız dalganın da tekrar ortaya çıkacağını düşünüyorum.”[5]

CHP’nin “yeni ve doğru kurgulanmış bir hikâyeyi” finans çevrelerine sunma stratejisi, teorik olarak rasyonel görünse de bunun gerçekleşme olasılığını belirleyen küresel koşullar artık Atabay’ın işaret ettiği 2003–2008 dönemiyle aynı değil. O yıllarda Türkiye’ye doğrudan yatırım akımını mümkün kılan unsur, küresel likidite bolluğu ve ABD’nin küresel liderliğini yaptığı neoliberal genişleme rejimiydi. Bugün ise yabancı yatırımcı stratejik sektörlere, güvenlik kaygılarına, bölgesel üretim ağlarına ve politik istikrara geçmişe göre çok daha bağlı hareket ediyor. Dolayısıyla CHP’nin “Türkiye’ye yeniden büyük sermaye dalgası gelebilir” varsayımı, ancak küresel konjonktürdeki bu yapısal dönüşümler hesaba katılarak değerlendirildiğinde gerçekçi bir zemine oturabilir (ya da mevcut haliyle kalacaksa oturmayabilir).

Nitekim iktidar ve Erdoğan da bunun farkında. Transatlantik ittifakının çatırdadığı, yani Batı’nın topyekûn emperyalizminin yerini emperyalistlerin iç mücadelelerinin aldığı bu ortamda Erdoğan’ın güvenlik kaygılarına temas ederek Avrupa’yı ikna etme çabasına bir süredir şahit oluyoruz. Bu çabayı Erdoğan’ın Mart başında yaptığı bir açıklamayla özetlemek mümkün:

“Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olarak, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecimizi stratejik önceliğimiz olarak görüyoruz. Son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Türkiye’siz bir Avrupa güvenliği düşünülemez.”

Peki, Erdoğan’ın hedefi kendisinin ifade ettiği gibi Türkiye’yi AB’ye sokmak mı? Erdoğan, şeffaflık ve denetim konusunda belli standartları dayatan böyle bir birliğe girmek ister mi? Ya da AB, aşırı sağın yükselişini önlemeye çalışırken Türkiye’yi üye olarak görmek ister mi? Bu iki sorunun yanıtı da elbette hayır. Nitekim son 10 yıldaki AB-Türkiye ilişkilerini perakendecilik olarak Türkçeye çevirebileceğimiz transactionalism kavramı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Yani üyelik hedef ya da umudunun olmadığı, ancak çeşitli ayrıcalıklar ve teşviklerle kurulan ortaklıkların sürdürüldüğü, yeni ortaklıkların kurulduğu bir ilişki biçimi.

Peki, o halde Erdoğan ne diyor olabilir? Askeri olarak büyük ölçüde ABD’ye bağımlı olan ve ABD’nin arkasından desteğini çekeceğini ifade etmesiyle birlikte Rusya korkusuna kapılan AB’ye ordu gücü karşılığında finansmana boğulma talebi sunduğu aşikâr. Bununla beraber, Ortadoğu’da da kendi tezlerini ABD’yle uyumlu hale getirme çabasının nedenlerinden biri, yeniden inşa edilen Suriye’nin ticari lideri olmakken diğer nedeni de ABD’nin bölgeden çekilme iddiasına karşılık silahlı gücünü burada kullanabileceği ülke haline gelmek. Bunun anlamı, iktidarın ordu gücünü ve jeostratejik avantajları adeta “doğal kaynak” haline getirmesidir.

İkinci olarak iktidar, liberallerin “piyasa rasyonalitesi” olarak adlandırdığı şeye bile uygun davranmıyor. Yani, ekonomi politikası, makro ekonomik istikrarı sağlamak yerine siyasi amaçların gerçekleştirilmesi üzerinden şekilleniyor. Dolayısıyla iktidar, ekonomi yönetimi konusunda olmasa da kriz yönetiminde son derece tecrübeli. Kime kaynak aktarmasının kendisine oy getireceğini son derece iyi biliyor. Kimden daha fazla alıp kime vermesi gerektiğini de iyi biliyor. Bu noktada iktidarın iktisadi politikası ve oy tercihleri arasındaki ilişkiye değinmek gerekmektedir. 2023 seçimlerini 2018 seçimlerinden ayıran en temel farklardan biri de şüphesiz iktisadi koşullardı. 2023 seçim sürecinde dış yatırımcıların, seçmenin ve medyanın muhalefete bu seviyede şans tanımasının başat nedeni de ekonomideki kötü gidişattı. Ancak iktidar, ekonomik krizi de yaşam tercihleri ve tüketim alışkanlıkları açısından farklılaşmış, adeta “iki farklı ulus” biçimini almış mevcut toplumsal yapıda kendi seçmenleri lehine yönetmekte başarılı oldu. Başka bir ifadeyle iktidar, kent ve kır, orta sınıf ve yoksul, seküler ve muhafazakâr gruplarda ilk sırada sayılanlarla ikinci sırada sayılanların bir kesişimini yaratıp ikinci sıradakileri konsolide edecek bir iktisadi politika benimsedi. Bu, iktidarın kutuplaştırma politikasının iktisadi alana uyarlanmış halidir.

Yani iktidar, orta sınıftan ve şehirli seçmenden oy alamadığı ön kabulüyle bir iktisadi politika uyguladı. Diğer bir beyanla, refah da kriz de iktidar tarafından seçmen davranışına göre dağıtıldı. Buna göre iktidar, orta sınıf ve alt gelir grupları arasındaki gelir dağılımı makasını daraltmak pahasına bir iktisadi politika izledi. Bunun sonucunda enflasyonist politikaların etkisi her gelir grubu tarafından aynı oranda hissedilmedi. Her şeyden önce büyükşehirlerin dışında kalan bölgelerde kira ve ulaşım gibi büyükşehir seçmeninin en büyük gider kalemlerini oluşturan hizmetlere erişimin maliyeti görece daha düşük. Bununla bağlantılı bir diğer neden de yaşam tercihleri. İktidarın aleyhine bir iktisadi politika izlediği orta sınıfın, tüm dünyada olduğu gibi tüketim sepeti çok daha çeşitli. Bu sepette yaz tatili ve alkollü içecek gibi mal ve hizmetler var. İktidar, bahsi geçen mal ve hizmetlere ortalama fiyat artışlarından çok daha yüksek zamlar uygulayarak bütçe dengesini kendi seçmeni olarak kodladığı ve konsolide etmeye çalıştığı kitleleri en az etkileyecek şekilde ayarlamaya çabalıyor.

Dolayısıyla iktidar, yaşam pratikleri, sosyal sınıf, yerleşim bölgesi ve paylaşılan değer setleri bağlamında adeta iki ulus yaratmakta başarılı oldu ve uyguladığı iktisadi politikayla kendine ait toplumsal parçanın yaşanan krizden en az şekilde zarar görmesini sağladı. Yine benzer biçimde, özellikle orta ölçekli sanayi kentlerinde seçmen davranışı noktasında büyük bir öneme sahip olan KOBİ’ler için 2017 Referandumu’ndan önce Kredi Garanti Fonu vasıtasıyla kredi musluklarının açılması ek fon getirilmesi de yine iktidarın ekonomi ve oy ilişkisi arasında kurduğu ilişkinin bir ürünüydü.

Bu çerçevede CHP’nin bu açılımı seçim kazanma açısından kategorik olarak yanlış olduğu için değil, yanlış zamanda yapıldığı için eleştiriye açıktır. Partinin ilk kez uluslararası ekonomi politik alanını doğrudan konuşmaya başlaması önemlidir; ancak bunu dünya ekonomisinin korumacı bloklar arasında keskin biçimde ayrıştığı, orta büyüklükteki ekonomilerin kendi sanayilerini koruma reflekslerinin arttığı ve sermaye akımlarının güvenlik ekseninde yeniden şekillendiği bir dönemde yapıyor olması, bu stratejinin pratik etkisini sınırlayabilir. CHP’nin anlattığı hikâye normatif olarak “doğru” da olabilir; fakat dünyanın, özellikle de küresel sermayenin dinlediği hikâye artık 20 yıl önceki hikâye değildir. Bu nedenle sorun CHP’nin finans çevreleriyle konuşmaya başlaması değil, CHP’nin nihayet konuşmaya başladığı anın, dünya ekonomisinin konuşmayı en az önemsediği dönem olmasıdır. Nitekim dünyayı 20 yıl öncesinin perspektifiyle okuyan bir diğer açıklama da CHP’nin bir diğer ekonomi kurmayından, Kerim Rota’dan gelmiştir:

“Bütün dünyada değişen bir trend var. Değişen trend aslında kamunun düzenleyici kurallarının daha sertleştiği, daha yaygınlaştığı bir dünya düzenindeyiz. Bunun dışında da finansal piyasaların da çok hızla büyüdüğü, zaman zaman denetiminde zorluk çekildiği bir dönemin de içindeyiz. Dolayısıyla uyumlanmak çok önemli. Bence finansal piyasaların ve iş dünyasının CHP üzerinde, muhalefet partisi olduğu için bugüne kadar bir soru işareti hep vardı. Bu da nasıl oluşuyor? Geldiklerinde şunu bozarlar mı, bunu bozarlar mı? Klasik ekonomi anlayışının dışına çıkıp bir şeyi bozalar mı… Ama bu konuda en korkulması gereken partinin AK Parti olduğu son 5-6 senedir ispat edildi. Bir veriyle ben size örnek vereyim Ruşen Bey… 2014 yılında Türkiye’de faizlerin en düşük olduğu dönemde, yani tek haneli enflasyon ve faizlerin olduğu dönemde TL varlıklarına en çok yatırım yapan yabancılar 200 milyar dolara yakın parayı Türkiye’ye getirmişlerdi. Yani Türkiye’ye para faizlerin en yüksek olduğu dönemde değil, en düşük olduğu dönemde geliyor. Dolayısıyla yabancılar açısından istikrarın çok önemsendiği, istikrarın önemli olduğu bir dünyadayız aslında. Hâlâ öyleyiz… Ama 2018 sonrası başa gelen ekonomi yönetimleri ve hükümet anlayışıyla yabancı yatırımcıların çil yavrusu gibi dağıldığı, sonrasında da faizlerin %50’nin üzerine çıkarıldığında bir anda geldiği bir ortam yaratıldı. Zannediyorum CHP’nin kendini hem uluslararası finansal piyasalara hem içerideki sanayi gruplarına, iş dünyasına daha iyi anlatması ve bu istikrarı nasıl sağlayacağını ortaya koyması gerekiyor.”[6]

Rota’nın bu düşüncesi de hâlâ neoliberal küreselcileşmeye dayalı bir okumaya dayanıyor. Bu, Rota’nın hayata baktığı yerden çok da şaşırtıcı değil. Ancak Altılı Masa’nın ekonomi kurmaylarından olan Kerim Rota ve Serkan Özcan’ın CHP’nin yönetim kademelerinde kendilerine yer bulmaları ve bu okumayı birleştirince CHP’yi 2023 öncesindeki hatalı patikaya sokma riski beliriyor. Daha açık bir ifadeyle, 2023 öncesinde muhalefetin sistem önerisini toplum nezdinde meşrulaştırmaya çalıştığı “Hukuk ve kurumsallaşma yoksa para da yok” önermesine geri dönüş ihtimali ufukta görünüyor. Nitekim CHP içindeki yaygın kanı da halihazırda bu yönde.

Ancak bu yaklaşım, dünya gerçekliğiyle pek de bağdaşmıyor. CHP’nin programını ve kadrosunu duyurduğu günlerde yaşanan birkaç gelişme dünyanın gerçekleriyle CHP’nin vaatleri arasında açılan makası göstermek açısından son derece kritik. İlk olarak IMF’nin, her yıl resmî ziyarette bulunarak önce devlet yetkilileri, sonra ise özel sektör temsilcileriyle görüşerek kaleme aldığı Dördüncü Madde değerlendirmesindeki iki hususa dikkat çekmek gerekir. Buna göre IMF, Şimşek Programı’nın başarılarından bahsediyor ve bu programın gidişatını genel olarak başarılı buluyor:

“Ekonomi kurmaylarının enflasyonu düşürürken büyümeyi koruma kararlılıkları önemli başarılar getirdi: kademeli dezenflasyon, TL’ye güvenin yükselmesi ve rezervlerin artması. Bu sonuçlarda güçlü politikalar belirleyici oldu. Bütçe açığının azaltılması enflasyon baskılarına karşı bir denge unsuru yaratırken, TCMB reel faizleri yüksek tutmak ve finansal riskleri sınırlamak için çeşitli araçlar kullandı.”[7]

Dahası, raporun en kritik ve gözden kaçırılmaması gereken kısmı, IMF’nin daha fazla sıkılaştırma talebini artık yalnızca maliye politikasıyla sınırlamayıp ücret politikalarını da kapsayacak şekilde genişletmiş olmasıdır. Yani IMF, para politikasının doğrultusunu onaylıyor, maliye politikasında ilave sıkılaşma istiyor ve bununla da yetinmeyip ücretlerin baskılanmasını öneriyor.

Bu tablo bize şunu söylüyor: CHP programının hâlâ varsaydığı “Batı ve uluslararası kurumlar Türkiye’de kurumsallaşmanın zayıflamasından rahatsız, öngörülebilirlik arıyor, demokrasi ve kurumsallık olmadan yatırım gelmez” yaklaşımı artık dünya gerçekliğiyle uyumlu değil. IMF’nin pozisyonu, ne demokrasi-ekonomi ilişkisine dair klasik liberal kurumsalcı önermeyi teyit ediyor ne de CHP’nin ekonomi kadrolarının kendilerine dayanak yaptığı “kurumsal kapasite erozyona uğrarsa yatırım kaçar” tezine uygun bir çerçeve çiziyor.

Aynı günlerde yaşanan bir diğer gelişme de 2018’de gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında gerçekleşen döviz krizi ve ardındaki yıllar boyunca ana akım muhalefet sözcüleri sürekli olarak bu sistem var oldukça düzelmesinin mümkün olmadığını ifade ettikleri CDS[8] verisinin Başkanlık Sistemi öncesi seviyelere gerilemesiydi. Muhalefet temsilcilerinin bu iddialarının mantığı yukarıda açıklananla aynıydı: Türkiye’de sistemden kaynaklı olarak bir risk olduğunu ve yatırımcının buna güvenmeyeceği ve Türkiye’nin risk priminin düzelmesi için demokrasi ve hukuka ihtiyaç duyduğu iddiası. Yani muhalefet temsilcileri, yabancı sermayenin hukuk ve demokrasi istediğini, bunların olmaması durumunda yabancı sermayenin ülkeye giriş yapmayı riskli bulacağının altını çiziyorlardı. Dahası bu tasarıma göre demokrasi olmayınca yabancı yatırımcı gelmediğine göre büyüme, büyüme olmadığı için de istihdam mümkün değildi.

GRAFİK 1: Türkiye’nin CDS Primi Grafiği

 Not: Türkiye’nin CDS Primi, 02.12.2025 tarihinde en son 14.05.2018’de ölçülen 233.1 seviyesine geriledi.

Bugünkü CDS düşüşü iki temel eksende okunabilir. Birincisi, Şimşek programının sunduğu reel getiri vaadi sayesinde sermaye girişlerinin yeniden canlanmasıdır. Program döneminde TL’nin reel olarak değer kazanması, faiz farkıyla birleşerek yabancı yatırımcıya güçlü bir carry trade fırsatı yarattı. IMF’nin Türkiye ekonomisine yönelik son değerlendirmesinde programın genel yönelimini “doğru” bulması da piyasada bir teyit işlevi gördü. Bu durum, yüksek reel faiz ile kur istikrarının birleştiği bir ortamda sıcak para girişlerinin artması ve ülkenin borçlanma kapasitesinin güçlendiği algısının yerleşmesi anlamına geliyor. Sermaye akışının hızlanması ise doğrudan ülkenin risk primini aşağı çeken bir etki yaratıyor.

İkinci eksen ise Türkiye’nin jeopolitik yeniden konumlanmasının piyasalarda yarattığı etkidir. ABD ile ilişkilerin normalleşmesi, NATO hattındaki gerginliklerin yumuşaması ve Suriye sahasında Washington’la daha uyumlu bir profil verilmesi, Türkiye’nin politik risk katsayısını aşağı çekiyor. Yabancı sermaye açısından jeopolitik belirsizlik en az ekonomik göstergeler kadar belirleyicidir; bu nedenle dış politikada Batı’yla uyumu artıran her adım, Türkiye’nin CDS’inin düşmesine katkı sunuyor.

Sonuç olarak CDS’deki gerileme, kurumsal kapasite artışı ya da yapısal reformlardan ziyade, kısa vadeli finansal getiriler ve jeopolitik normalleşme kombinasyonundan kaynaklanıyor. Türkiye’nin risk priminin düşmesi, bir istikrar konsolidasyonundan çok, uluslararası sermaye açısından Türkiye’nin yeniden cazip bir getiri alanı haline gelmesinin ve Batı ile ilişkilerde tansiyonun düşmesinin bir yansıması olarak okunmalıdır.

CDS’in düşüş ve sermaye girişlerinin hızlanma nedenlerine odaklanıldığında, muhalefetin “demokrasi/hukuk eşittir yatırım” zincirinin neden artık açıklayıcı olmadığı da anlaşılıyor. CHP’nin yeni programı ve daha önemlisi yeni kurmaylarının zihin dünyası hâlâ bu eski paradigmaya yaslanıyor; oysa dünya “küresel otoriter neoliberalizm” adı verilebilecek yeni bir sermaye rejimi içinde işliyor. Bu rejimde yatırımın önkoşulu demokrasi değil; getiri, ücret baskısı ve jeopolitiğe uyum.

Dolayısıyla muhalefetin 2018’den beri yaslandığı söylem, yalnızca Türkiye gerçekliğiyle değil, küresel sermayenin güncel davranış kalıplarıyla da uyumsuz hale geliyor. Diğer bir beyanla, bugün yaşananlar, muhalefetin yıllardır benimsediği “kurumsal onarım eşittir ekonomik sıçrama” anlatısının ideolojik bir kalıntıya dönüştüğünü; mevcut konjonktürde açıklayıcı gücünü yitirdiğini de ortaya koyuyor.

Erdoğan’ın Ekonomi Politikası ve Seçmen Davranışı Arasındaki İlişki

Bu, Erdoğan’ın uyguladığı ekonomi politikası ve dış politika ilişkisiyle seçmen davranışı arasındaki bütünlüğün de anlaşılmasını zorlaştırıyor. Sonuçta son günlerde açıklanan büyüme ve enflasyon gibi ekonomik veriler ve Erdoğan’ın neden yeniden faizsiz ekonomi tutkusuna kapıldığı muhalefet tarafından bütüncül okunamıyor.

Asgari ücretli çalışanların kent çeperlerinde ve kırsalda arttığı ve bu bölgelerde AK Parti’nin oyunun yüksek olduğu düşünülürse ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılır. Bir örnekle açayım: İstanbul’un düşük gelirli ilçeleri (Bağcılar, Esenler, Sultanbeyli) AK Parti’nin oy oranlarının %40-60 bandında seyrettiği yerler. Bu bölgeler aynı zamanda asgari ücretle çalışanların ve kayıt dışı işçilerin de yoğun olduğu yerler. Hatırlanacağı gibi, iktidarın 2023’te kamu harcamalarını arttırma politikalarındaki ilk adımlardan biri (belki de ilki) 1 Ocak 2022 tarihinden itibaren asgari ücretin vergi dışı bırakılmasıydı. Bu, iktidarın seçmen davranışı ve ekonomi politikası arasında kurduğu ilişkinin en iyi göstergelerinden biriydi. Nitekim, yaptığımız araştırmalar bize gösteriyor ki Türkiye’de seçmen, oy davranışını şekillendirirken makro ekonomik göstergelere, doğal olarak, bakmıyor. Son 1 yıllık iktisadi koşulları onun oy davranışına etki ediyor. Eğer son 1 yıldaki iktisadi koşullar olumluysa iktidara, olumsuzsa muhalefete oy verme eğilimi yükseliyor.

Bu noktada makro ekonomik göstergelerden ziyade başka bir veri ile oy davranışı arasında ilişkiden bahsetmek gerekiyor: Tüketici Güven Endeksi (TGE). 2023 Seçimleri öncesinde Kasım 2021’den başlayarak AK Parti’nin oyuyla TGE arasındaki bağı gözlemlemek mümkün (TABLO1).[9]

Üstelik bu, yalnızca 2023 Seçimleriyle de sınırlı değil. AK Parti, iktidara geldiği günden itibaren TGE’nin 90’ın üzerinde olduğu seçimlerde başarılı olmuştur. Örneğin, 2004 yerel seçimlerinde endeks 104,9 iken, AK Parti’nin oy oranı %41,67 olmuştur. Ancak, 2009 yerel seçimlerinde endeks 76,9’a düşmüş ve AK Parti’nin oy oranı %38,39 olmuştur. Benzer şekilde, 2015 Haziran genel seçimlerinde endeks 89,6 iken, AK Parti’nin oy oranı %40,87 olmuştur. AK Parti’nin yara aldığı 2009, 2019 ve 2024 yerel, 2015 Haziran seçimlerinin ortak özelliği, Tüketici Güven Endeksi’nin 90 puanın altına inmiş olmasıydı (TABLO2). 2024 Yerel Seçim sürecinde %79 civarında olan endeks, bir süredir %85’lere yükseldi ve henüz kamu harcamalarının dahi arttırılmadığı bir denklemde iktidar hatırı sayılır bir ilerleme kaydetti.

Şimdi tüm bunların ışığında bu alt başlığın ilk cümlesine dönelim: Son günlerde açıklanan ekonomik verilerle Erdoğan’ın yeniden faizsiz ekonomi tutkusuna kapılması arasında bir ilişki olabilir mi? Bilindiği üzere iktidar, 2023 seçimlerinin ardından bir finansal sıkılaştırma politikası güdüyor. Yani kamu harcamalarının kısıldığı, vergilerin arttırıldığı bir süreçten geçiyoruz. Nitekim 2023’ün aksine 2024 yerel seçimlerindeki kaybın en önemli nedenlerinden biri de iktidarın bu politikasıydı.

İktisadi açıdan son bir yılı mümkün olduğunca sarsıntısız geçirmek isteyen iktidar, muhalefet üzerindeki tazyikini artırarak özellikle asgari ücret, emekli maaşları ve gelir kaybı gibi başlıkların yeniden siyasal bir talebe dönüşmesini engellemeye çalışıyor. Aynı şekilde, muhalefetin ekonomi başta olmak üzere ülkeyi daha iyi yönetebileceğine dair bir ikna kapasitesi geliştirmesinin de önünü kesmeye çalışıyor. Şiddetle muhtemel, bu baskı döneminin ardından yeniden bir seçim ekonomisi devreye sokulacak; yaklaşık 1–1,5 yıl boyunca kamu harcamalarının artırıldığı kontrollü bir genişleme süreci planlanıyor. Bu genişlemenin nasıl finanse edileceğinin cevabı ise hem dış politikadaki pazarlıklarda hem de yukarıda anlattığım oy davranışı üzerinden gerçekleşen servet transferi mekanizmalarında gizli.

CHP’nin Alternatif Yöntemi Ne Olabilir?

Bugün Türkiye’de muhalefetin yaşadığı temel açmaz, iktidarın kurduğu asimetrik siyasal mimarinin onu her adımda kaybettiren bir alana sıkıştırmasıdır. Dış politika bu asimetrinin en görünür olduğu yerdir. Bütün pazarlıkları perde arkasında yürüten iktidar, bunu “devlet aklı” ve “ulusal çıkar” retoriğiyle meşrulaştırırken hem kendisini eleştiriden muaf kalıyor hem de süreci kendi tekeline alıyor. Buna karşılık CHP, Batı’daki sosyal demokrat aktörlerle açık ve meşru temas kurduğunda, bu kez iktidarın diline teslim edilerek “batıya yalvaran”, “Türkiye’yi şikâyet eden” bir pozisyona itilmekten kurtulamıyor. Dahası, Batı’da gerçek güç Erdoğan’ın elinde olduğu için, bu temaslardan muhalefetin siyasal bir getirisi de olmuyor. Böylece ortaya her yönüyle kaybettiren bir tablo çıkıyor: İktidar hem Batı’yla ilişkileri istediği gibi yönetiyor, hem bunu “devlet sırrı” kisvesi altında görünmez kılıyor hem de muhalefeti aynı alanlara girdi diye kriminalize ediyor. Muhalefetin ise ne Batı’dan somut bir destek alma şansı var ne de içeride bu temasları pozitif bir anlatıya dönüştürme kapasitesi.

Tam da bu nedenle artık alternatifin buradan çıkmadığı ya da çıkmama ihtimali üzerine düşünülmeli. Alternatif bir siyasal çıkış, halkı yeniden siyasetin öznesi haline getiren bir hattın kurulmasından geçiyor. Yani Batı’ya seslenen, yukarıdan aşağıya teknokratik bir program değil; dış politikadaki “kirli pazarlıkları” görünür kılan, iktidarın ABD ve Körfez ile kurduğu bağımlılık ilişkilerini teşhir eden, İsrail’in Filistin’deki soykırımına duyulan öfkeyi anti-Amerikancı bir tepki olarak örgütleyen ve bunu demokratik bir siyasal enerjiye dönüştüren bir çizgi. Türkiye’nin bugün girdiği tehlikeli dış politika rotasını açıkça tarif eden, buna karşı daha onurlu bir dış politika–daha onurlu bir ekonomi politikası bağını kuran bir perspektif. Tüm bunları yalnızca söylem düzeyinde değil, toplumun gündelik hayat pratikleri içine yerleştiren bir örgütlenme modeli. AK Parti’nin mahalle örgütlenmesi üzerinden kurduğu gündelik temas rejimini hatırlatan ama bunu otoriter bir mobilizasyon yerine demokratik-sınıfsal bir seferberlik zeminiyle birleştiren bir yaklaşım.

Bu hat, 19 Mart sonrası ortaya çıkan ve hâlâ dağılmamış toplumsal huzursuzluğu görünür kılmayı, asgari ücret, emekli aylıkları, geçim krizi, güvencesiz çalışma ve barınma gibi somut hayat sorunlarını siyasetin merkezine yerleştirmeyi gerektiriyor. Buradan kurulacak siyaset, artık yıkılmış bir düzeni “restore etme” iddiası değil; mevcut düzenin nasıl çarpık, nasıl bağımlı, nasıl adaletsiz olduğunu ifşa eden ve onu değiştirme iradesini açıkça ortaya koyan bir düzen değişikliği programı olmalı. Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel moment, bu türden aşağıdan yukarıya kurulan, toplumu edilgen bir seçmen kitlesi olmaktan çıkarıp aktif bir siyasal özneye dönüştüren bir hattın zorunluluğunu dayatıyor. Dolayısıyla hem dış politikadaki kirlenmeyi hem de içerdeki ekonomik-sosyal sıkışmayı aynı çerçevede okuyabilen; halkla bugünden temas kurarak yeni bir siyasal kapasite yaratan bir muhalefet anlayışı hem bu kapanı kırmanın hem de yeni bir Türkiye tahayyülünü mümkün kılmanın tek yolu gibi görünüyor.

Aksi durum, bütün dünya küreselcileşiren ulusalcılaşan CHP’nin bugün de bütün dünya ulusalcılaşırken küreselcileşmesiyle birlikte aynı yere varmasına neden olabilir: Atomize olmak.


[1] Hiç şüphesiz bu çağrının kendisi post-siyaset bir noktaya işaret ettiği için epeyce “ideolojik”.

[2] Matthew H. Graham ve Milan W. Svolik, “Democracy in America? Partisanship, Polarization, and the Robustness of Support for Democracy in the United States”, American Political Science Review, C. 112, Sayı: 2, 2020.

[3] Minjae Kim, Oliver Hahl, Ethan Poskanzer ve Ezra W. Zuckerman Sivan, “When Truth Trumps Facts: Studies on Partisan Moral Flexibility in American Politics”, American Journal of Sociology, C. 130, Sayı: 1, 2024.

[4] Kalaycıoğlu’nun ifadesiyle, “Mayıs 2023 seçimlerinin sonucunu belirleyen en önemli etkenlerin başında Türkiye’deki derin fay hatlarıyla din ve sekülerlik, mezhep farkları (Sünni – Alevi) ve etnik olarak (Türk – Kürt etnik milliyetçiliği) ayrılmış ve ayrışmış toplumun siyasetçiler eliyle kimlikler üzerinden çatıştırılması ve ötekileştirilmesi olgusu yatmaktadır.” Bu ayrışma durumuna teknik olarak kulturkampf demekteyiz. Detaylı bilgi için bkz. Ersin Kalaycıoğlu, “2023 Genel Seçimlerinin Ardından”, İktisat ve Toplum Dergisi, Sayı: 13, Temmuz 2023.

[5] Güldem Atabay-Ruşen Çakır söyleşisi, 4 Aralık 2025, https://medyascope.tv/2025/12/04/guldem-atabay-ile-soylesi-chpnin-uluslararasi-piyasalari-ikna-etmesi-zor-ama-imkansiz-degil-chp-gercekten-degisti-mi/

[6] Kerim Rota-Ruşen Çakır söyleşisi, 4 Aralık 2025, https://medyascope.tv/2025/12/04/guldem-atabay-ile-soylesi-chpnin-uluslararasi-piyasalari-ikna-etmesi-zor-ama-imkansiz-degil-chp-gercekten-degisti-mi/

[7]“Republic of Türkiye: Staff Concluding Statement of the 2025 Article IV Mission”, IMF, 22 Kasım 2025, Çevrimiçi Erişim: https://www.imf.org/en/news/articles/2025/11/21/cs-republic-of-turkiye-staff-concluding-statement-of-the-2025-article-iv-mission1

[8] Türkiye’ye yatırım yapacak yabancı sermaye, ülkeye borç verdiğinde bir sigorta satın alır. Bu, yatırım yapılan ülkenin yatırımcıya borcunu ödeyememesi riskine karşı yaptırılan bir sigortadır. Bu sigortanın adı CDS (Credit Default Swap) primidir. Risk priminin baz puanı, bir finansal yatırımın güvence altına alınması için ödenmesi gereken prim miktarını gösterir. Türkiye’nin risk priminin Kasım sonu itibarıyla 233 baz puana düşmüş olması, Türkiye’ye yapılan 10 bin dolarlık bir yatırımı güvence altına almak için yatırımcının finansal sigorta şirketine 233 dolar ödemesi gerektiği anlamına gelir.

[9] Ay ay anket ortalaması için bkz:  https://en.wikipedia.org/wiki/Opinion_polling_for_the_2023_Turkish_parliamentary_election