Fiili OHAL ve Çözüm Süreci

19 Mart’tan beri içinde yaşadığımız fiili olağanüstü halin, tek olağanüstü yanı, bir siyasi iradenin Anayasadan almadığı devlet yetkilerini kullanarak hukuku askıya alıp, yargı organlarını siyasallaştırmış olması değil. Bu var ve ben de yazdığım son iki yazıda bunun hukuken ve siyaseten neden ve hangi anlamda “olağanüstü” olduğunu anlatmaya çalıştım zaten, dilim döndüğünce. Fakat bu yeni olağanüstü hali, daha önce yaşadığımız resmi ve fiili tüm olağanüstü haller arasında bile olağanüstü kılan şey, onunla eş zamanlı olarak Kürt sorunu bağlamında da yeni bir çözüm sürecinin yürümekte olması.

Hepimizde haklı olarak kafa karışıklığı yaratan görüntü şu:

Politik gücünü yitirmiş, iktidarda kalmak için siyaset yaparak rıza üretebileceğinden umudunu kesmiş bir siyasi irade var. Bu irade, bir yandan, kendi politik gücüne güvenemediği için, zafiyetini şiddet kullanarak telafi etmeye ve öyle iktidarda kalmaya çalışıyor.  Bu amaçla kendine tehdit olarak gördüğü bir siyasi aktöre, Ekrem İmamoğlu’na ve onu Cumhurbaşkanlığına aday gösteren ülkenin ana muhalefet partisi CHP’ye karşı, Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir fiili olağanüstü hâl işletiyor. 

Diğer yandan ise, aynı siyasi irade, bu tür fiili OHAL uygulamalarının yakın zamana kadar öncelikli hedefi olmuş ve tam da bu nedenle “demokratik toplum” inşasını temel bir hedef olarak benimsemiş Kürt siyasal hareketinin legal partisi DEM ile bir çözüm süreci yürütüyor ve bu hareketin illegal silahlı unsuru (münfesih) PKK ve onun cezaevindeki lideri Abdullah Öcalan ile bir barış ortamı oluşturmaya çalışıyor.

Yani bir yandan 19 Mart’tan beri işletilmekte olan ve giderek şiddetlendiği izlenimi veren yeni bir olağanüstüleşme süreci işletiliyor, bir yandan da onunla eş zamanlı olarak, on yıllardır sürmekte olan bir silahlı çatışmayı bitirme amacı taşıyan bir olağanlaşma süreci, ağır adımlarla da olsa, yürütülmeye çalışılıyor.

Bu iki sürecin birlikte ilerleyemeyeceği açık. Çünkü bunlardan ilki Türkiye’yi “politik gücün” hüküm sürdüğü olağan bir demokratik düzenin yerine, siyasi rakiplerin “şiddetle” sindirilmesine izin veren otoriter bir rejime doğru sürüklemeyi hedefliyor; diğeri ise, senelerdir şiddetin hüküm sürdüğü bir sorun alanında, şiddetin değil, politik gücün, yani demokrasinin hüküm süreceği bir barış ortamına doğru ilerletmeyi. Bir arabanın aynı anda hem geriye hem de ileriye doğru yol alması ne kadar mümkünse, bir devletin de otoriterleşirken demokratikleşmesi, ya da demokratikleşirken otoriterleşmesi o kadar mümkün. Nitekim Hannah Arendt de “Politik güç ile şiddetin aynı şey olmadığını söylemek yetmez, politik güç ile şiddet birbirinin zıddıdır; birinin mutlak olarak hüküm sürdüğü yerde, diğeri olmaz” derken tam da böyle bir şeyi kastediyor.

CHP ve DEM cenahlarının (ve hatta kamuoyuna yansıdığı kadarıyla PKK’nin) tepe kadroları arasında, Kürt sorununun ve barışçı ve demokratik bir çözüme kavuşmasının herkes için hayırlı olacağı konusunda bir kafa karışıklığı yokmuş gibi duruyor. Olağanüstüleşme ve olağanlaşma süreçlerinin birlikte yürüyemeyeceği, bu iki süreç arasındaki çelişkilerin olağanlaşma lehine çözülmemesi halinde, Kürt sorunu bağlamındaki yeni çözüm sürecinin yeniden Türkiye için felaket anlamına gelecek bir çözümsüzlük sürecine dönüşeceğinin de farkında bir görüntü veriyor bu iki parti.

Nitekim CHP bir yandan kendisini hedef alan fiili OHAL uygulamalarının şiddetine, meydanlarda toplanan milyonların politik gücünü arkasına alarak direnmeye çalışırken; bir yandan da Meclis’te kurulmuş Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun çalışmalarına katılarak Kürt sorunu bağlamındaki olağanlaşma sürecine katkı sunmaya çalışıyor. Partinin hapisteki Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile genel başkanı Özgür Özel de zaman zaman, Kürt sorununun barışçıl çözümünü destekleyen, partinin Kürt sorunu bağlamındaki geçmiş günahlarından dolayı Kürt seçmenlerden özür dileyen açıklamalar yapıyorlar.

DEM de bir yandan başta Ekrem İmamoğlu ve CHP olmak üzere, kendi politik gücüne karşı tehdit olarak gördüğü tüm politik ve toplumsal aktörlere karşı fiili bir OHAL işleten siyasi irade ile, Kürt sorunu bağlamındaki olağanlaşma süreci kapsamında yapıcı bir diyalog içinde kalmaya çalışırken; bir yandan da bu iradenin olağanüstüleşme sürecindeki hamlelerini yüksek sesle eleştirip, genelde siyasi muhaliflerin ve özelde CHP’nin uğradığı saldırılar karşısında onlarla açık bir dayanışma göstermekten geri durmuyor.

CHP ve DEM cenahlarının tepe kadroları, hali hazırda eş zamanlı olarak işletilmekte olan olağanüstüleşme ve olağanlaşma süreçlerinin arasındaki çelişkiler ve çelişkilerin doğurduğu politik riskler bağlamında, şimdilik zihinleri açık bir görüntü çizse de aynı şeyi bu partilerin toplumsal tabanları açısından söylemek mümkün değil.

Kendisini işletilmekte olan fiili OHAL rejiminde uygulanan anti-demokratik şiddetin doğrudan hedefi olarak gören ve bu nedenle İmamoğlu ile CHP arkasında saf tutan “muhalif” kamuoyu, bu fiili OHAL düzenini işleten siyasi iradenin yürüttüğü bir “çözüm sürecinden” Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir çözümünün hasıl olabileceği fikrini inandırıcı bulmakta, haklı olarak, güçlük çekiyor. Dolayısıyla bu kesimler arasında, kendilerini mağdur eden siyasi irade ile “çözüm süreci” bağlamında yapıcı bir diyalog yürütmeye çalışan DEM Partisi’ne yönelik, bazen öfke ve hatta nefret diliyle de dışa vurulabilen bir güvensizlik yaygın bir hissiyatmış gibi görünüyor.

Güvensizliğin, bugün İmamoğlu, CHP ve CHP tabanının maruz kaldığı fiili OHAL uygulamalarına ve hatta belki daha da şiddetlilerine yakın döneme kadar muhatap olmuş ve hala da muhatap olmaya devam eden DEM seçmenleri arasında da yaygın bir hissiyat olduğu anlaşılıyor. Bu tabanda da “dün CHP’yi de yanına katarak bize bunları yapan siyasi irade, bugün aynı şeyi CHP’ye ama bu kez bizi yanına katarak yapmaya çalışıyorsa, yarın kabak yine bizim başımızda patlamasın sakın?” mealinde sorular soranlar hiç de az değil.

CHP ve DEM tabanlarında görülen bu güvensizliğin bu tabanları da aşan, AKP, MHP ve diğer partilerin tabanlarını da kapsayan bir yaygınlık gösterdiği, yapılan kamuoyu araştırmalarına yansıyor. Bu konuda yapılmış çok sayıda araştırmanın ortalaması şu şekilde özetlenebilir kanımca: Türkiye vatandaşlarının ezici bir çoğunluğu “barış olsun mu?” sorusuna evet cevabı verirken, “barış olur mu?” sorusuna “olur, neden olmasın” diyenler en fazla etkili bir azınlık seviyesinde kalıyor. Yani insanlar barışı istiyor, ama çözüm sürecinden böyle bir sonucun hasıl olabileceğine inanmakta güçlük çekiyor.

Toplumsal tabanda, kamuoyuna hâkim olan bu güvensizliğin temel sebebi yukarıda andığım olağanüstüleşme ve olağanlaşma süreçleri arasındaki çelişkiler, daha doğrusu birbiriyle çelişen bu iki sürecin, aynı siyasi irade tarafından eş zamanlı olarak yürütüldüğü algısı ve bu siyasi iradenin, kendi içinde tutarlı yekpare bir bütünlüğe sahip olduğu varsayımı.

Açıkçası, 19 Mart’tan bu yana hem CHP hem de legal ve illegal unsurlarıyla Kürt siyasal hareketi yekpare bir bütünlük görüntüsü veriyorlar ve izledikleri siyasi hatlarda bir tutarsızlığa düştüklerini söylemek, her ikisinin de hem tepe kadroları hem de tabanları açısından haksızlık olur. Her ikisi de geçmişte maruz kaldıkları ve/veya halihazırda kalmakta oldukları şiddete bir son verebilmek, Türkiye’yi olağanlaştırmak için, kendi kulvarlarında, politik güçleri ve ellerindeki olanaklar nispetinde çaba sarf ediyorlar.

Dolayısıyla bu kafa karıştırıcı tabloda bütünlüğü sorgulanması gereken onlar değil, çelişkili iki süreci aynı anda yürütmeye çalışan siyasi irade, bu iradenin yekpare bir bütünlük arz ettiği varsayımı kanımca. Zira olağanüstüleşme ve olağanlaşma gibi biri otoriterleşmeye doğru giden, diğeri demokratikleşmeye doğru bir ilerleme vaat eden iki çelişkili süreci aynı anda işletmesinin bizatihi kendisi, bu iradenin kafasının karışık olduğunu, şiddet ile politik güç, otoriterlik ile demokrasi, olağanüstüleşme ile olağanlaşma arasında bir tercih yapmakta zorlanan yarılmış bir bilinçle hareket ettiğini gösteriyor.

Bu yarılmışlık hali, bazen kamusal alanda, ‘MHP ve AKP arasında arasında bir çatlak mı var?’ sorusu etrafında dönen tartışmalarla aleniyet kazanıyor. Genel olarak AKP ve onun aynı zamanda Cumhurbaşkanı da olan genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İmamoğlu ve CHP’ye karşı yürütülen olağanüstüleşme sürecinde çok hevesli, buna mukabil Kürt sorunu bağlamında yürütülen olağanlaşma süreci söz konusu olduğunda daha isteksiz, daha ayak direyen bir görüntü çiziyor. AKP’nin “Cumhur İttifakı” adındaki meclis koalisyonundaki ortağı MHP’nin genel başkanı Devlet Bahçeli ise, tam aksine çözüm süreci bağlamında çok hevesli, CHP’ye karşı yürütülen olağanüstüleşme süreci bağlamında ise daha temkinli bir yaklaşım sergiliyor; ama ittifak ortağı Erdoğan’a bu ikinci süreç bağlamında verdiği desteği de geri çekmiyor.

Özellikle CHP’nin ardında saf tutan “muhalif kamuoyu” AKP-MHP çatlağı tartışmalarında genel olarak ‘yok canım ne çatlağı, iyi polis, kötü polis oynuyorlar’ şeklinde özetlenebilecek bir tavır alarak söz konusu siyasi iradenin yekpare bir bütünlük gösterdiği varsayımına ısrarla tutunmaya çalışsa da (ve ben de orada saf tutanlardan olsam da) ben “yekpare bütünlük” varsayımına ısrarla tutunmanın bir hata olduğunu düşünenlerdenim.

Zira, ilk olarak, çelişkili iki süreci aynı anda yürüten siyasi iradenin, her biri kendi öncelikleri olan, bazen birbiriyle çelişen, bazen örtüşen çıkarlar peşinde koşan, farklı kısa veya orta vadeli hedeflere ulaşmaya çalışan, çok bileşenli bir yapıyla ilişkili olduğunu hatırlamamız gerek. Ve “çok bileşenli bir yapı” derken de kastım sadece AKP, MHP ve diğer ufak ortaklardan müteşekkil “Cumhur İttifakı” değil. Onlar var, ama mesela Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve onun ailesi de bu yapının bileşenlerinden, Beştepe’deki danışmanları da. İstihbarat ve güvenlik bürokrasisi de bu yapının bileşenlerinden, dışişleri ve bazı adalet bürokratları, hâkim ve savcılar da. Bu yapıyla ticari ilişkileri olan savunma sanayicilerini, müteahhitleri, diğer iş ve çıkar çevrelerini ve daha kim bilir, hangi kişi, kurum ve yapıları da bu listeye ekleyebiliriz herhalde.  

Bu şekilde muğlak ifadeler kullanmamın temel sebebi şeffaflığın bu çok bileşenli yapının en belirgin özelliklerinden biri olmaması. Tam aksine bu yapının temel taşlarından birinin “kol kırılır, yen içinde” kalır şiarı olması daha muhtemel.  Dolayısıyla bu yapıyla ilgili olarak açık kaynaklara yansımış bilgilerden hareketle kesinlik sınırları içinde bundan daha fazlasını söyleyebilecek bir durumda değilim.

Ancak böylesi çok bileşenli, içinde farklı çıkar odaklarını barındıran, bu odakların arasında çatışmaların yaşanabildiği bir yapının “yekpare bir bütünlük” içinde hareket ettiği, dolayısıyla birbiriyle çelişkili iki süreci eş zamanlı olarak yürütmesinin ardında, bu çelişkiyi açıklayacak, bizim göremediğimiz, bilemediğimiz sinsi bir hesap olduğu varsayımını terazinin bir kefesine koyuyorum.

“Dışarıdan” görülen çelişkilerin, “içerideki” bazı öncelik farklılıklarını yansıttığı, bu farklılıkların bir bütünlük görüntüsü altında bugüne kadar getirilebildiği, ancak mızrağın artık çuvala sığmadığı bir noktaya çok yaklaştığımız, hatta oraya vardığımız varsayımını da terazinin diğer kefesine.

Ve benim zihnimde terazinin ikinci kefesine koyduğum varsayım daha ağır basıyor. Karşı karşıya olduğumuz şey, yarılmış bir bilinçle hareket eden, kafası karışık bir siyasi iradeymiş gibi geliyor bana. Dışarıdan AKP-MHP çatlağı gibi görünen şeyin, adına devlet de denen çok bileşenli kara kutunun içindeki çekişmelerden dışarı sızan ışık huzmeleri olması, daha makul bir olasılık sanki…

Ve buradan bakınca “çözüm süreci” muhalif kamuoyuna kurulmuş bir tuzak biçiminde değil, içinde yaşadığımız fiili olağanüstü hâl karanlığında parıldayan bir umut ışığı olarak görünüyor gözüme. Politik gücün şiddete, demokrasinin otoriterliğe, olağanüstülüğün olağanlığa dönüşme ihtimalini gündemde, canlı tutan bir fırsat olarak görüyorum, çözüm sürecinin varlığını. Keşke CHP ile DEM‘in tabanları politik güçlerini birleştirebilseler, “demokratik toplum” hedefine, el ele, birlikte yürüyebilseler diye geçiriyorum içimden.  Keşke CHP ile DEM’in tepe kadroları, o çok bileşenli yapının içindeki çekişmelerden olağanlaşma adına yararlanabilecek feraseti gösterebilseler, bu amaçla birbirleriyle iş birliği yapabilseler diyorum, kendi kendime. Ve yine aynı kadrolar kendi tabanlarını birbirlerine yakınlaştırabilecek, geçtiğimiz günlerde Selahattin Demirtaş’ın önerdiği cinsten, “naif” hamleler yapabilseler diye de düşünüyorum.

Umarım bir düşünce suçu işlemiyorumdur.