Tarih iki büyük devrim gördü. Yığınların yaratıcı ve yıkıcı eylemi kendilerini dahi hayrete düşüren ufuk çizgileri yarattı. Teori eylemin tornasında yeni bir renk ve biçim aldı. Yığınların eylemi çelik miğferli, parlak üniformalı devletle birleşti. Dört başı mamur devlet devrimin yumuşak karnıydı. 20. yüzyılın büyük devrimleri bu yumuşak karında kuluçkalanan devletlû yeni burjuvaziyle yutuldu. Ağacın kurdu ağaçtaydı; kemirgen bürokratik kurtlar devrimin tüm kazanımlarını yedi. Halkın temsiliyetine soyunan, halk adına yöneten, karar veren bu şümullü bürokratik aygıt gün geldi yüzündeki kızıl maskeyi de çıkardı.
Devrim ve sosyalizm umutlarına gölge düştü. Yaratıcı bir mühlet sancakları derleyip toplayıp geri çekildi. Onlar geri çekilince “zamanın ruhu” “modern burjuva insanı” tek ölçü ve sonsuzlukla mühürlü olduğunun çivisini çakmaya çalıştı. “Tarihin sonu geldi” lakırdısı rağbet görmeye başladı. Eski şaraplar yeni şişelere koyularak ikram ediliyordu. Sosyalizmin geri çekilmesinden faydalanıp sahneyi doldurmaya çalışanlar oldu, olacaktı da. Teori krize girdiğinde fosiller tarih mağarasından çıkıp yeni elbiseleriyle arz-ı endam edecekti. Bir söz bir sözün karşısına geçecek; her söz kurtarıcı pırıltılarını taşıdığını iddia edecekti. Araftaydı teori, kendisini yaratanların karşısına dikiliyor ve kendisini yaratanlara yakınlaşıyordu. Nebula misali yeniden yapılanmak zorundaydı ve her yapılanan merhalesinde görülen kopma, dağılma, çatışma, birleşme ve yeniden kopma süreçleriyle yaşıyordu yapılanış sancılarını. Teori bu krizi asli düzeyle aştı.
Ortodoks Marksizm devletli sosyalizm tabelasında ısrarlı. Tarihe karşı üç maymunu oynuyor. Tarihin tüm sorunlarının kaynağını ya iktidar olmanın imtiyazlarıyla beslenen yöneticilerin yönetim hatalarında ya da başı sonu belli olmayan dış mihraklarda arıyorlar. Devrimi iğdiş eden, ona yabancılaşan, onun mezarını kazıyan, ona hep deja-vu hissi uyandıran devleti, devlet sistemini sorgulamıyorlar. Tarihin iki asırlık serüvenini, sosyalist devrim/deneyimleri ve karşı devrimleri, fizik biliminin geldiği aşamayı, bilişim dünyasının resmî sınırları yıktığını, iki asırdır insanlığın geçirdiği toplumsal dönüşümü, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin değişim veçhelerinin üzerinde pek kafa patlattıkları söylenemez. Bir teorinin dine dönüşüp dönüşmediği ya da dinle arasındaki mesafe onun kendini yenileme dinamiklerine bağlıdır. Ortodoks Marksizm tarihin bunca çalkantısına kulaklarını tıkıyor, gözlerine geçmiş yüzyılların formüllerinden mürekkep demir sürgülerini çekiyorlar. Asırların iktidar geleneği ve hırsın, tutkunun, yönetme arzusunun ve iplerin kendi elinde olmasının verdiği huzur devletten vazgeçmeyi güçleştiriyor. Devletli sosyalizm teorisinden kopmak için her şeyden önce bilince yerleşen iktidar anlayışından kurtulmak gerekiyor. Asırların ön kabulleri, yerleşmiş kodlar, kökleri derine salınan aidiyet duyguları, tescillenmiş formüllerin alışılagelen pratiğinin yarattığı alışkanlıklar silsilesi, yeniyi denemenin tekmil mevki, statükoları riske atmasının derin kaygıları eskinin ağından kopmamaya beis olabiliyor. Marx’ın belirttiği üzere: “Bütün ölmüş nesillerin gelenekleri yaşayanların akıllarına kâbus gibi çöker.” Geleneğin iki yönü bulunur; tarihe devrini veren devrimci yanı ile tarihin tekerleğine takoz koyan gerici yönü. Neşteri ikincisine vurmadıkça geleneğin enkazı altında çürüyüp yok olmak kaçınılmaz olacaktır. Bunu aşmanın tarihsel-toplumsal koşulları bulunmakta. Tarihsel seyrin bilgi çevrimi ileri hamleleri destekleyecek karakterde. Özgürlük praksisiyle özgürlük ediminin öznesi devrimci eylemde çıkışırken, tarihin çatışmasını ileriye taşıyacak öznelerin geleneğin heyulavari çöken geri formülasyonlarından kurtulması bilincini özgürleştirmesine, bu da devrimci pratikte yüzünü hakikate dönmesi, tarihin toplamındaki hakikatle yüzleşip birleşmesini koşulluyor. Marx’ın, “Doğruluk (hakikat) seni özgürleştirir” vecizesi de bu mecraya çağrıdır. Bu ürettiğimiz bilinç duvarlarından kurtulmayla ilintilidir. Lenin teorik yenilenmenin karşısında duran yoldaşlarına şöyle sesleniyordu: “Ve biz kendi kendimizden korkuyoruz. ‘Sevdiğimiz’, ‘alıştığımız’ kirli gömleğimizden ayrılamıyoruz.” Yeryüzü tiranlarının çitlerini çektiği bu vahşi, sömürücü ve insanı insanın kurdu yap(tır)an sistemin sınırlarında ezilenlere biçilen makûs talihi her defasında yükselen iniltilerle yaşamak istemiyorsak, ikinci bir tercihimizin olanaksız olmadığını bilincimize tarihin dönüştürücü çekiciyle mıhlamamız gerekir. Sosyalist komün dünden daha fazla olanaklı ve tarihin yazgısı olmaya mahkûm.
Birileri tarihin belirli bir yönünün olmadığını iddia edecek. Hay hay! İnsanın beyninin kıvrımlarından çıkan her demokratik fikre saygı duyuyorum. Olanaksızlar masalının perdelerini yırtarak geldik. İktidar her daim sükûneti ve düzeni sever. Ebeveynleri “olanaksız” teorisinin teorik taşlarla döşenip sunulması bu sarih gerçeği değiştirmez.
Felsefe ve bilimde, hatta siyaset biliminde, aşılmış teorileri ısıtıp ısıtıp yinelemek kadar can sıkıcı başka bir durum yoktur. “Tarihin çizgisi belirsizdir.” Teorisi harcıâlem niteliğinde: Tarihin alacakaranlığında, doğadan emek-dil diyalektiğiyle kopan insanın döngüsel, eşgüdümlü, eşit bir yönü bulunmaması tarihin yüzünü ileriye çevirmediğini dıştalamaz. Mezopotamya’nın verimli Hilal bölgesinde sulamalı tarıma geçişinin Avrupa’dan erken olması, Batı Avrupa’da kapitalizm yaşanırken Asya’da feodal-Asyatik iktisadi-toplumsal koşulların yaşanması tarihin mantığıyla açıklanabilecek, tarihin sıralamalı-döngüsel ilerlemediğini gösterir ancak. Tarihin sıralı-döngüsel ilerlemediğiyle tarihin belirli bir yönünün olmaması ayrı olgulardır. Birincisi tarihin zikzaklı, birbirini takip etmeyen, sıçramalı mantığını ifade ederken diğeri insanlık tarihinin uzun serüveninde farklı tarihsel-toplumsal kesitler, farklı nitelikler almakla birlikte yönünün hep ileriye dönük olduğunu yadsımak, tersyüz etmektir. Tarihin belli bir yönünün olmadığını iddia ettiğimizde, tarihin herhangi bir momentinde çizginin geriye, misal kapitalist evreden gerisin geri sıçrayarak avcı-toplayıcı evreye dönüş yapmasına tanık olmak lazım. Tarihin ilerleyişi bunun tersinedir. Tarihte dış nedenler-etkileşimler tarihsel sıçramaları yaratabilirken, tersine kaymalar yaşanmamıştır.
“Tarihin belirli bir yönü yok” hipotezi, bizi, bu zaman ve mekâna hapsettiren, bu gerçekliği tevekkül içinde kabul etmemizi salık veren, kapitalist sömürüyü ve burjuva iktidarı kutsayan; ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emek-sermaye çelişkilerini tavsayıp, bu devranın gaybı gazadan beri böyle gelmiş böyle gideceğine dair idealist anlayışı bilincimize zerk ettiriyor ve bizlere sınıf hegemonyası-devlet ilişkilerinden kopartılarak palyatif iyileştirmelerle sistemi daha düşük iniltilerle değerler manzumesi (demokrasi, insan hakları, yaşanılır çevre...) yörüngesinde simetrik devinimlerle debelenmemiz koşullanıyor. Bu değerler manzumesi “mevzi savaşımı/kazanım” ekseniyle, devrim tarihselliğiyle birleştiğinde anlam kazanır ve bu yönüyle hiç kuşkusuz en ufak hak ve özgürlük mücadelesi önem arz eder ama sistemi yamamakla yetinildiğinde bu tiran saltanatının modern burjuva versiyonunu kollayıp kutsamaktan başka bir icrası olmaz. “Kuşkusuz eleştirinin silahı, silahların eleştirisinin yerini alamıyor”sa; “somut güç, ancak somut güçle yenilebilin”miyorsa ve “teori de, yığınları sarar sarmaz, somut bir güç durumuna” (Marx) gelmiyorsa, tek başına değerler manzumesi kaç değer akçe eder?
“Geçmişi her zaman kendi bıraktığı izlerden tanımaya mahkum”ken (Marc Bloch), tarihin ileriye akan yönünün, farklı zamansallık ve mekânsallıkta nasıl ve ne gibi sosyalist komünler yaratacağını tam teşekkülü bilmiyoruz. Bugün bildiğimiz şudur: 1- tarihin ileriye akan yönü, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emek-sermaye, yöneten-yönetilen... çelişkilerini ve köleliğe-buyurganlığa amade bilinci/kültürü parçalayarak özgürleşmeyi aşağıdan yukarıya komünler sistemiyle inşa edilen Komün Cumhuriyetine doğru gideceği; 2- bu yüzyılın sosyalizmi ve sosyalizme giden yolu 20. yüzyılın devrimlerinden, sosyalist deneyimlerinden ve karşıdevrimlerden öğrenip, sosyalizm mirasının olumlu özelliklerini alıp, halka halka ileriye taşıyacak, olumsuzlukları da devrimci eleştiriyle aşıp devletli sosyalizmi terminolojisinden çıkararak, doğrudan demokrasi yöntemiyle bugünden komünleri inşa edip devletin tüm görevlerini devrimi yapan kitlelere devredecek, bunu yapmadığı yerde diyalektik yaratıcılıkla devleti cüceleştirip kitle inisiyatiflerini/komün iradelerini ortaya çıkaracaktır. Bunların özü aynı olmakla birlikte her yerde biçimi farklı farklı olacak ve tarihin fevkalade gelişme ve fırsatları teoriye yeni zengin katkılar, deneyimler, olanaklar katacaktır.
Birileri buna “teorik ütopya” deyip burun kıvırabilir: Cennete özdeş, çeşmelerinde ab-ı hayat suyunun aktığı, ağaçlarında her nevi meyvenin bulunduğu, yemekten yorulacağın kadar gıdanın bereketinin kesilmediği, insanın ölümsüzlükte miskin miskin yattığı, çelişkinin esamesinin okunmadığı, olumsuzluğun zikredilmediği yaşayan ölülerin ütopyasının resmini çizmiyoruz. Yelkenler fora deyip gemileri ummana sürerek aradığımız bir düş ülkesi de değil bu. Tarihin-toplumun kalp ritimlerinden çıkardığımız, örneklerini dün de bugün de gördüğümüz komünün resmini çiziyoruz.
İnsanı harekete geçiren, bu zamansallık ve mekânsallığın sınırlarını zorlayan, dikte edileni reddeden, özgürleştiren başka bir gelecek tasavvurudur. Bu tasavvurun toplumdan topluma, bireyden bireye farklılık göstermesi kaçınılmaz. Hepsinin ortak yanı bugün dikte edilen zamanın, mekânın dışına çıkıp yeni özgür, eşit ve adil yaşamın düşüdür. Hayal kurmadan tarihi ileriye taşımak devindirici güçten yoksun kalmaktır: Martin Luther King’in “bir hayalim var” imgesini Aparteid rejimine karşı mücadele eden Mandela Güney Afrika’da yurttaşlarının kulaklarına fısıldıyordu. Paris Komünü’nün hayalini Meksika’da Zapatistler gerçekleştirdi... Hayal yaratıcı eylemin anasıdır. Bu hayaller nesnelliğin kıyısına değmiş olması ya da nesnelliğin çok üstünde olması yaratımın pırıltısını ortaya çıkartır. Düşünen insan tasarım yetisiyle doğadaki her olgudan yola çıkarak daha üst olguları tasarlayıp üretir. Hayal bu yaratımın ilk kıvılcımıdır. Bir soyutlama olarak bilinçte canlanıp cisimleşmesidir. Felsefe burada devreye girerek Adrian’ın ipinin görevini üstleniyor. “Felsefe proletaryada (ve ezilenlerde – E.S.) kendi anlaksal (zihinsel) silahlarını buluyor ve düşüncenin yıldırımı kurtuluşun gerçekleşmesinin”[A1] olanaklarını yaratıyor.
Komün, soyutlamanın soyutlaması teorik ütopizmin eseri değil. Komün, tarihin bağrında gün yüzüne çıkan deneyimlerin uğrak yollarından geçerek doğan, kendini bütüne yakın biçimiyle Paris Komünü’nde bulan ve farklı örnekleriyle kendini bugüne taşıyan tarihin ürünüdür. Ezilen sınıfların büyük devrimsel deneyimlerinden korkmadan, onlardan öğrenerek komün teorisi biçimlenmiştir. Kuşkusuz teori bugünkü sınırları içinde de kalmayacaktır. Komün tarihin bir öznesi olarak, ezilen sınıf hareketlerinin deneyimlerinden doğmuştur ve bugün, bu deneyimleri devrimci eleştiriyle ve yeni pratik sergilemelerle ileriye taşımakla karşı karşıyayız. Her deneyim teoriye yeni tuğlalar katarak gelişecektir. Yeni deneyimlerin yarattığı teorik sorulara ve çözümlemelere de açık olmak gerekir.
Komünün Tarihsel Arka Planı
Komünün tarihin bu evresinde, uzun kuluçka sürecinde olgunlaştırılıp günün kucağına bırakılan nurtopu gibi bir çocuk olduğu düşünülmesin. Göbek bağı Antik ve Asyatik zamansallıkta kesildiğinden oldukça katmanlı ve eskidir. İzlekleri tarih çizgisinde mühürlüdür. Eskidir ama yenidir de, kendini bütüne daha yakın, tamamlamaya daha olgun ve doğum lekelerinden kopmaya daha elverişli niteliğiyle 19. ve 20. yüzyılların ve de 21. yüzyılın başlarında farklı coğrafik koordinatlarda gösterip, gelişim mecrasında yoğrulmuştur.
Büyük devrimlerin ve çalkantıların yüzyılı zamanın tik taklarıyla sonuna varıp, 20. yüzyılın büyük devrimleri kapitalist restorasyon evresine girip tek tek açık kapitalizme dönmüşlerdi. Sosyalizm ilk büyük sarsıcı yenilgilerini almış, birilerinin ifadesiyle reel sosyalizm, benim tercih ettiğim ifadeyle devletli sosyalizmin sonu gelmişti. Sosyalizme güvensizlik, ilgisizlik, cazibe yitimiyle yeni arayışlar birbirini izledi. Asyatik sosyoekonomik yapının hüküm sürdüğü ülkelerde bu eksenli arayış daha ağır oldu. Oralarda da kıpırdanmalar baş gösterdi. Bu arayışlar, devletli sosyalizm retoriğinden koparak, sosyalizmin temel prensibinden ayrılmadan teoriye pratik deneyimlerle yeni kazanımlar sağladılar, sağlıyorlar da. Bu arayışlar Güney Amerika’da yoğunlaştığından değerlendirmem de bu kıtanın deneyimleri üzerinde olacaktır. Yerel ve bölgesel ölçeklerde komünün-sosyalizmin yaşandığı bu deneyimler, sosyalizmin politik ve sosyal koşullarını hazırladığından dolayı onları sosyalizme doğru hareketler diye tanımlamak daha doğru olacaktır kanımca.
İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek
20. yüzyılın devletli sosyalizm retoriğinde mesele, verili egemen sınıf iktidarını parçalayıp temsili demokrasiyle proletaryanın (ve emekçilerin) iktidarını tesis etmekti. Teori proleter devletin sönümlenmesi ve meclislerle iktidarı peyderpey kitlelere verme yönelimiyle açımlansa da, temsili demokrasiyle ekonomiyi, siyaseti ve sosyal yaşam ağlarının yönetimini elinde bulunduran parti yöneticileri süreçle bürokratikleşerek, devleti pekiştirip güçlendirmekle ve kitlelerin üzerinde hegemonya aygıtına dönüşerek kapitalizmin yolunu açtı.
Güney Amerika kıtasında, Bolivya’da MST, Brezilya’da MST, Meksika’da Zapatist EZLN, Ekvator’da CONALE yönelimlerinde, halkın devrimci mücadelesi ve örgütlenmesi aşağıdan, doğrudan demokrasi yöntemiyle şekillenip gelişmekte ve yönelim devlet kurmak üzerinde değil. Devletin tüm görevlerini mücadelenin ilk evresinden başlanarak, halk komünlerine devrederek ilerliyor.
Aşağıdan doğrudan demokrasiyle halkın komünlerini yaratarak yaşamı dönüştürme paradigması 21. yüzyılın sosyalizminin modeli olabilecek karakterdedir. Temsili demokraside iktidar merkezli hareket halka rağmen tüm iktidar araçlarını ve gücünü elinde bulundurarak, bürokratikleşerek halka yabancılaşır. Bu temsili demokrasi modelinin ne kendini sönümlendirdiği ne de yönetimi kitlelere devrederek kitlelerin kendi kendini yönetmesini sürdürerek özgürleştirdiği geçen yüzyılın tarihsel deneyimleriyle tescillendi.
21. yüzyılın doğrudan demokrasiyle komünler yaratmak modeli henüz boşluklarını doldurup sınırlılıklarını aşarak evrensel bir boyut kazanmış nitelikte bulunmuyor. Hareketin bugün karşı karşıya kaldığı en yaman sıkıntı, verili burjuva devlet üzerinde kafa yormaması ve sürekliliğini kazanmış devrimci alternatif toplumsal kurular yaratmamasıdır.
Ekvator’da, Ekvator Yerli Halkları Konfederasyonu (CONALE) ve Bolivya’da Topraksız Köylüler Hareketi (MST) burjuva devlet aygıtlarıyla uzun mücadele eriminde geliştiler ve Ekvator’da yerli halklar beş-altı kez neoliberal hükümetleri devirdi ama her defasında devrilen hükümet yerine yenisi ikame edildi. Bolivya’da topraksız kır emekçilerinin mücadelesi Eva Morales liderliğindeki MAS hükümetinin kurulmasını zorladı ama MST durgunluk dönemine girerek hükümeti destekleme ile daha ileri gitmenin arafında kaldı.
Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) liderliğindeki Zapatist Hareket, 1 Ocak 1994 tarihinde Chiapas’ta başlattığı ayaklanma ile Chiapas başta olmak üzere Meksika’nın birçok bölgesinde devletin yönetimini sonlandırıp halkın yönetimini tesis etti. Zapatist Hareket bulunduğu alanlarda komünler oluşturdu, kadın-erkek eşitliğini sağladı, birlikte üretip birliket paylaşma koşullarını yarattı, halka buyruklar yağdıran eski tarzın aksine “halk emreder Zapatist gerilla yapar” mottosunu geliştirdi, bürokratik kastlaşmanın yolunu döşeyen tartışmasız lider ve bürokrasi yerine başlangıçta kolektif liderlik, sonrasında da halkın kendi kendini yönetmesini, komünlerinin yürütmesini sağlayacak ve görevden alınabilecek delegasyon sistemini geliştirdi, aceleciliğe kapılmadan izleyerek ve dinleyerek rehberlik etme perspektifini geliştirerek özgürlük alanının genişletilmesini ve özgürleştirici kazanımların elde edilmesini sağladı ama 2007’den sonra Zapatist Hareket de durgunluk iklimine girerek sınırlandı.
Meksika’da Zapatist Hareket’in tek bir strateji ve taktikle sınırlı kalmasına, “iktidarı alma”yı ve seçimlere girmeyi reddetmesine alternatif olarak yeni bir deneyim kazandıran Oaxaca komünü incelemeye değer bir deneyimdir: 2006 yılının bahar aylarında Meksika devletinin baskıcı, tahakkümcü politikalarına karşı öğretmenler sendikasının 22 No’lu Şubesi’nin greviyle başlayan hareket kısa zamanda halkın katıldığı isyana dönüştü. 14 Haziran 2006’da başlayan grevin isyana dönüşmesiyle Oaxaca halkı, hükümet yetkililerini kentten kovdular. Oaxaca halkı, STK’lar, sendikalar, mahalle birlikleri, yerli örgütleri, barikat komünlerinden APPO’yu (Oaxaca Halk Meclisi) kurdular. APPO doğrudan demokrasiyle katılımcı örgütlenme, mücadele ve özyönetim organlarını kurdu. Kentin yönetimini ele geçirip halk komünlerini tesis ettiler. Bunu yaparlarken devletin saldırılarına karşı direndiler ve devletle, Eric Hobsbawm’ın kavramıyla “isyan yoluyla toplu pazarlık” yaparak “mevzi savaşımı” yöntemini uyguladılar. Komün 25 Kasım 2006’da devletin karşı taarruzuna uğradı. Komün saldırıları püskürtemedi, yenildi ama savaşı hâlâ devam ediyor. Oaxaca Komünü deneyimiyle, ulusal ölçeğe taşınmayan ve verili devlet aygıtına yönelmeyen hareketin sorunlarını ve sınırlılıklarını açığa çıkarttı.
1984’de kurulan Brezilya Tarım İşçileri Hareketi’nin (MST), Brezilya’nın 27 eyaletinin yaklaşık 23’ünde örgütlü olup 1,5 miyon üyesi bulunmakta. Aşağıdan, doğrudan demokrasiyle katılımcı örgütlenme ve mücadele sürecinde, MST, toprak işgalleri, sudan mahrum köylere su edinme hareketleri gibi geniş deneyimlere sahip. MST’nin toprak reformu, parasız konut edinme, su kaynaklarının halka devredilmesi gibi talepleri bulunuyor. Hükümetin görece reformist projeleriyle MST de duraklama evresinde.
Bu deneyimler ışığında, 21. yüzyılın sosyalizm teorisini oluştururken, partiye ve devlete tabi temsili demokrasiyle içkin devletli sosyalizmden kopulması olumluyken; yeni sosyalist teorinin etkin olup alternatif olması ve sosyalizme doğru hareketlerin süreçle birlikte etkisini yitirip sistemin parçası olmaları ve sistemin saldırıları karşısında ezilmemeleri için tarihsel konjonktürde güçler dengesinin aleyhine olduğu evrelerde, yönelimde taviz vermeden, “mevzi savaşımı” doğrultusunda ikili yönetimi de dışlamadan verili devlet iktidarı üzerine sistemli düşünüp, alternatif kurumlar yaratarak, devleti parçalayarak görevlerini halka dağıtmayı stratejik programa koymalıdır. Uzun süreli mücadelede, sosyalist hareketlerin mevzi savaşımıyla kazanımlarını korumak ve sosyalist komünleri yaşamsallaştırıp ileriye taşımalarını sağlamak için kapitalist devlet aygıtını parçalamak zorundadır. Komün ile kapitalist devlet varoluşsal olarak taban tabana zıttır ve sınıfsal çıkarları birbirine terstir.
Örgütlenme ve Mücadelenin Doğrudan Demokrasiyle, Özyönetim Organlarıyla İcra Edilip Siyasi Sistemin Köklü Sorgulanması
20. yüzyılın devletli-iktidar özlü sosyalizm retoriğinde, “seçkin devrimci” çekirdeğin etrafında örülen öncü/önder partiyle tepeden belirlenen siyaset paradigmasının parametreleri temsili demokrasiyle kitlelere taşınıyor ve kitlelerin bu politikalara katılımı propagandayla teşvik ediliyordu. Parti belirleyen, kitleler belirlenen konumdaydı. Bu partilerin illegal ya da legal olması özü değiştirmiyordu. İllegalde şekillenme yukarıdan aşağıya burjuva hukuku geçerliyken, ne yazık ki legal partiler de öz itibarıyla bundan farksız değildi. Kongreler kapalı kapılar ardında belirlenen siyaset paradigmasını ve yürütme listelerini onaylamanın ötesine geçmiyordu. Tepeden inmeci bu örgütlenme ve mücadele modeli, kitleleri politikanın ve kendi kaderini tayin etme hakkının tasarrufundan uzaklaştırarak sözün ve eylemin öznesi olmaktan koparıyor, kitleleri daima bir kurtarıcılar grubuna kelimenin en dar anlamıyla kendisinden yetkin liderlere/iktidar aygıtına muhtaç bıraktırıyor, yöneten-yönetilen çelişkisini daimi kıldırtıyor, burjuva özel mülkiyet dünyasının ruhlara empoze ettiği erk kültürünü yeniden ve yeniden üretiyor, kitlelere, burjuva partilerde olduğu üzere biçilip dikilen siyaset empoze edilip entegre olmaları sağlanıyordu.
Sorun partinin tarihsel devrimci dönüştürücü rolünde değil. Parti aygıtının içeriklendirilmesinde, ona verilen nitelik ve biçimdedir. Parti aygıtı, sınıflar var olduğu ve örgütlenme bir ihtiyaç olarak kaldığı müddetçe var olacaktır.
İktidar dokulu, kitleleri yöneten ve onları kendine tabi kıldırtan, kitlelerin politika sahnesine söz ve eylemleriyle katılma kanallarını açmayan parti modelinin kitlelerin kölelikten kurtulup özgürleşmesinin dinamosu olamayacağını geçmiş yüzyılın deneyimleri bize gösterdi.
21. yüzyılın sosyalizm teorisinin gelişim dinamiklerini yaratan pratiklerde örgütleme ve mücadele metodolojisi doğrudan demokrasidir. Parti yaşayan bir hücre olarak kitlelerin içinde, Zapatistlerin belirttiği “halk emreder biz yaparız” ya da “biz siziz” anlayışıyla; ekonomik, siyasal ve sosyal çelişkilerde kitlelerin her alanda sorunları birlikte tartıştığı, proje ürettiği, karar aldığı ve uyguladığı bu yaklaşımda, parti yön veren, çelişkileri gösteren, dinleyen ve rehberlik eden niteliktedir.
Doğrudan demokraside kitleler çelişkilerini birçok boyutuyla ele almaktalar. Etraflıca bu çelişkilerini değerlendirerek derinlikli kavranması ve tartışılması seyrinde toplumsal bilinç geliştirip katalizör görevini görürler. Konular ve sorunların çözümü aceleye getirilmediğinden, tartışma turlarına geniş kesimler katılmaya çalışılır, her evrede bilinç bir tuğla daha yükseltirken, konuların arka planı, küresel ve aktüel boyutları açığa çıkartılıp içselleştirilmeye çalışılır ve proje üretme-karar alma evrelerinde politikanın üretilip icra edileceği alanda herkes katılım göstererek kararlar konsesüs ilkesiyle alınır. Böylelikle kitlelerin özneleşerek özgürleşmesi önündeki bilinç bariyerleri kaldırılacak ve kitleler kendileri dışında kurtarıcılar arayıp medet ummadan yaşamlarının öznesi durumuna geleceklerdir.