Tel Abyad'ın İşaretleri

Tel Abyad’ın ‘düşmesi’, Rojava Devrimi karşısındaki Türk-İslamcı hiddetin bu kez ‘devlet refleksi’ adına teyakkuza geçmesine sebep oldu. Öyle görünüyor ki, ‘stratejik derinlik’ bir kez daha Kürtlere toslamıştı. AKP propaganda makinesi, Türkiye’nin Suriye iç savaşının kanlı sahnesinde bu kez doğrudan rol almasına yönelik faaliyetlerinde, Rojava’nın Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgili anlamları olduğunu pek de saklamadı.

Gerçekten de, Rojava’nın Tekfirci terörist çeteleri karşısındaki ilerlemesi, Türk-İslamcılığın Türkiye’ye ilişkin gelecek taahayyüllerini anlamak açısından da ilginç işaretler teşkil ediyor.

Tel Abyad neyin sınırı?

Tel Abyad’ın YPG ve Özgür Suriye Ordusuna bağlı grupların kontrolüne geçmesi, DAEŞ’in (IŞİD) Türkiye sınırındaki mevzilenmesini dar bir alana hapsetti; bu sınırın önemli bir kısmı üzerindeki kontrolünü sona erdirdi. İktidar odaklarının, özellikle AKP’nin buna karşı hiddeti, elbette hem DAEŞ’e dair, hem de Rojava’ya dair tavra şahitlik ediyor.

AKP’nin ve bugün temsil ettiği iktidar blokunun YPG’nin Tel Abyad’daki zaferini ‘PKK’nin ilerleyişi’ ya da ikinci bir Kürdistan devleti tehdidi olarak takdim etmeleri pek samimi görünmüyor. Her halukarda Türkiye’nin sınırlarında Kürdistanlar var ve bu bölgelerde bağımsız, ‘siyasal İslamcı’ olmayan iktidar odakları söz konusu. Türkiye, Barzani’nin KDP’si ile işbirliği yapıyor ve Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık projesine en azından açıkça tepki göstermiyor.

Öte yandan Rojava Toplumsal Sözleşmesi, ulus devlet fikrini baştan reddediyor, yeni bir örgütlenme modeli sunuyor. Hem PYD hem de KCK, devlet kurmakla ilgilenmediklerini beyan ettiler.

Aslında PYD’nin de defalarca önerdiği gibi, PYD ile işbirliği yapma seçeneği de vardı. En azından Tel Abyad’ın düşmesinin ardından bu, ‘stratejik’ olarak çok daha yerinde olurdu; hem uluslararası güçler nezdinde DAEŞ’e destek hesabının kapatılması hem de Türkiye Kürtleriyle sulha varmak açısından. Ama daha sonra tartışacağımız nedenlerle bu Türk-İslam blokunun hayata bakışında, ‘stratejik’ mecrasında ciddi bir kopuş gerektirirdi. AKP ideologluğuna soyunan Etyen Mahçupyan’ın bunu tersinden gündeme getirmesi gayet ironik. Mahçupyan, PYD’nin Türkiye yerine Esat Hükümetiyle işbirliği yaptığını (muhtemelen camiasının yaşadığı fantastik dünyada) ‘tespit’ edip, ardından bunun yanlış hesap olduğunu söyleyecekti.[1] PYD, Suudi-Erdoğan projesine daveti reddederken, bu projenin Suriye ve Rojava’nın geleceği açısından taşıdığı vaadlere de karşı tavır almış olacaktı.

Ama Tel Abyad özelinde su götürmeyen bir hakikat var: Ne Türk-İslam hükümeti ne de kendini devlet olarak gören diğer milliyetçi çevreler, DAEŞ’in Tel Abyad’daki mevcudiyeti sırasında Tel Abyad’ın adını bile zikretmedi. Bir güvenlik meselesi söz konusu değildi. Bu çevrelerin YPG ilerlemesi karşısındaki hiddetini, ‘stratejik’ hareketlenmesini, Kobane’ye dair siyasetlerinden tartmak daha doğru olur.

Türk-İslamcılar, Kobane’de olduğu gibi Tel Abyad’da da DAEŞ’in katliamlarına tepki göstermediler. Örneğin DAEŞ güruhununTel Abyad’da Kürt ihtiyarlarının kafalarını kesmesi bir iddia değil, bizzat DAEŞ tarafından reklamı yapılan ‘ibreti alem’ kollektif cezalandırma eylemlerinden biriydi.

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, bütün çıplaklığıyla ifade etmişti: AKP hükümeti veya medyası, DAEŞ 2014’te 300 bin Kürd'ü hedef adığında ve yerinden ettiğinde DAEŞ’i etnik temizlikle suçlamamış, bu konuda herhangi bir endişe dile getirmemişti. Ancak DAEŞ Suriye’deki en büyük yenilgisini tecrübe ettiğinde Türk-İslamcı iktidar bloğu teyakkuza geçecekti. AKP, TSK’yi sınır bölgesinde DAEŞ’in kontrolü altındaki Cerablus’a ‘müdahale’ etmeye zorlarken asıl hedefin YPG ve müttefikleri olduğu saklanmayacaktı.

Tel Abyad’da özgün olan tek konu gerçekten de sınırla ilgiliydi ama bütün mesele bu değildi. YPG’nin Cerablus’u da IŞİD çetelerinin elinden alması mümkün hale gelmişti ve bu durumda Suriye’de durum tamamen değişebilir. Bariz olan şuydu: Bu, Türkiye ile DAEŞ arasındaki teması ortadan kaldıracak, Suudi-Türk koalisyonunun Suriye’deki yeni mühendislik projesine vekalet eden Jayş el-Fatah (Fetih Ordusu, JF) istikametindeki trafiği de tehdit altına sokacaktı.

Asıl mesele Rojava Devrimi

AKP medyası/trolleri, hiddetlerinin arkasındaki maksadı ‘etnik temizlik’ gibi iddialarla maskeleseler de, Tel Abyad’dan Türkiye’ye kaçan sivillerin önemli bir kısmı Tel Abyad’a döndü. Bir iç savaş ortamında elbette etnik/mezhepsel hesaplaşmaların, yer kapma mücadelelerinin ve insani sonuçlarının daima bir ihtimal olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ihtimal ortadan kalkmamış olmakla birlikte, YPG’nin DAEŞ’e karşı hem Özgür Suriye Ordusu hem de Arap ve Türkmen aşiretleri ve örgütleriyle birlikte hareket ettiği biliniyor.[2]

YPG, Tel Abyad’a girdikten sonra ilk iş olarak Arap, Kürt, Türkmen ve Ermeniler’den müştekil bir asayiş teşkilatı oluşturdu ve yerel hükümetin de Tel Abyad’ın etnik kompozisyonunu yansıtacağını açıkladı. Rojava’da azınlıkların yerel hükümete ortak olduğunu ve Halk Savunma Güçleri'nde temsil edildiğini düşünecek olursak, bu gayet ikna edici bir vaad. YPG hakimiyeti, örneğin kadınların Suriye’de ve Rojava’da daha önce sahip olmadıkları bir konuma gelmesine neden oldu.

Belki de problem bu vaadde,[3] yani Rojava’da gelişmekte olan ve Mezopotamya’daki mevcut ulusdevlet anlayışlarına alternatif teşkil eden durumdur. Kobane’nin düşmesinin beklendiği sırada Mahçupyan Rojava ile asıl meselenin ne olduğunu az çok söylemişti: Rojava, ‘modernist ve sol Kürt hareketlerinin de başarısı olacak ve Barzani'nin sağ modeli altında ezilme duygusuna son verecekti. Rojava Öcalan'ın öğretisi doğrultusunda inşa edilmişti ve Kürtlerin anlam dünyasında tüm dünyaya avangard bir model olarak sunulmaktaydı. Rojava'nın ayakta kalması ve yaşaması bu nedenle büyük bir psikolojik öneme de sahipti.’[4]

Rojava Devrimi karşısındaki haleti ruhiyeyi anlamak için PYD’nin uygulamaya koyduğu Toplumsal Sözleşme'ye bakmak lazım: ‘Biz, Afrin, Cezire ve Kobane’nin Demokratik Özerk Bölgelerinin halkı, Kürt, Arap, Süryani, Arami, Türkmen, Ermeni ve Çeçenlerin Konfederasyonu’ diye başlıyor Sözleşme. Rojava’nın ayrı bir devlet olma tasavvuru bir yana, ulus-devlet fikri reddediliyor. 12. Madde, ‘Özerk Bölgelerin Suriye’nin bütünsel bir parçası’ olduğu, ‘Gelecekte Suriye için ademi merkeziyetçi federal hükümet sistemine model teşkil edeceği’ ilan ediliyor.

Rojava Toplumsal Sözleşmesi, azınlık haklarını mesele etmekle (made 23), toplumsal cinsiyet ayrımcılığını yasaklamakla kalmıyor, bunu kamusal kurumların görevi olarak belirliyor (madde 28).

Rojava’da DAEŞ tehlikesi kadar bu anlayışın hayata geçirilmesi için ciddi çabaların da halkları, kadın ve erkekleri seferber ettiğini görmek lazım.[5] Mesele burada.

Bir ihtimal daha var

Hem şimdi JF çatısında cepheleşen ‘Cihatçı’ silahlı gruplar hem de DAEŞ ise başka bir alternatife işaret ediyor.

Mesele JF/DAEŞ ile YPG arasında taraf seçmek meselesi değil, kendiliğinden tarafgirliklerin neye işaret ettiği meselesi.

Türk-İslamcılığın gecikmiş emperyal tasavvuru açısından iyi bir örnek, Pakistan’ın Afganistan’a dışarıdan müdahalesi olabilir. Afganistan halkının mülteci kampları halkına dönüştürülmesi, ABD ve Pakistan istihbaratı açısından sadece Afganistan’ı değil, Pakistan’ı dönüştürmek, neo-İslamcı söylem etrafında Pakistan ordusunun/istihbaratının iktidarını istikrara kavuşturmak açısından da fırsat olarak görülmüştü.

Mülteci kamplarında ve Pakistan’ın her yerinde hızla yayılacak olan medreselerde yetiştirilen silahlı ‘mücahit’ grupları, sadece Afganistan’da değil, Pakistan’da ve (post) Sovyetler Birliği’nde de ‘komünizm’e karşı mücadele edecekti. Mültecilere yönelik faaliyetler etrafında Pakistanlı sağ/İslamcı örgütler de güçlendirilecek ve teçhiz edilecekti.

Siyasal İslam'dan bir nefret ideolojisi çıktı; DAEŞ gibi, tekfirci bir dünya görüşü etrafında seferber edilen Taliban absürde varan dini dayatmalarının yanı  sıra etnik temizlik, kadın kırımı ve tecavüzle de şan kazanacaktı.

Pakistan’da ise bu nefret gruplarının yarattığı korku, İslami referansları olan muhalefetin bile tedhişe maruz kalması sonucunda ordu ve istihbaratın (‘derin devlet’in) neo-İslamcı amaçlarına aykırı politika yapmak da ilelebet imkansız hale gelecekti. (Zira Mevdudi’nin İslam devleti projesi hegemonyasını inşa edememiş, seküler/sol rakiplerini bastıramamıştı.)

Bugün Pakistan’da seküler kesime veya insan hakları savunucularına satırla saldıran örgütler (ya da madem daha iyi anlaşılıyor: ‘kırmızı çizgileri’ ya da ‘manevi hassasiyetleri’ olan gençlik grupları) bu hesapların ürünü. Bu saldırılar da ‘faili meçhul’…

Elbette bu gruplar DAEŞ’den önemli farklılılıklar taşıyorlar ve Türk-İslamcılar da (küçük gruplar dışında) DAEŞ’le özdeşleştirilemez. Fakat Türkiye’de kendini İslamcı olarak tanımlayan pek çoklarının önce Gezi sırasındaki linççi ve ardından Kobane protestoları sırasındaki Hizbullah yanlısı tavrı, Kobane ve Tel Abyad’da DAEŞ’den yana (belki de pek düşünmeden) tavır almaları, Türkiye’de Türk-İslamcıların önemli bir yol ayrımlına geldiğine işaret ediyor. En iyimser hesapla…

AKP ve DAEŞ, kuşkusuz Ortadoğu’nun geleceğine dair eninde sonunda çatışması gereken tasavvurlara sahipler. Siyasal İslamcılığın geldiği nokta bakımından akrabalıkları ve belirli ölçüde sempatileri de paylaştılar Bu yazının kapsamına uygun bir mesele değil, ama ‘Kobane düştü düşecek’ beyanının ima ettiği şeylerden biri, bu derin/uzak akrabalığın ifadesiydi, bizden olanların ötekilere karşı mücadelesindeki tarafgirliğin ağızdan kaçırılmasıydı.

Öte yandan DAEŞ mensubu bir terör eylemcisinin HDP’nin mitingine bombalı saldırı düzenlenmesi, AKP rejiminde kolluk güçlerinin ‘ihmalleri’ sayesinde gerçekleşebiliyordu; Reyhanlı’da da olduğu gibi. AKP trolleri, Diyarbakır mitingindeki ölümler karşısında sevinç ifade etmekle kalmıyor, bunu Kobane gösterileri sırasında henüz aydınlığa kavuşturulmamış koşullarda öldürülen bir Hüda-Par’lı gencin, Yasin Börü’nün intikamı olarak görüyor (‘Onlar Yasin kadar ölemezler’).[6] Ya da IŞİD’in Kobane saldırısında IŞİD’e değil, YPG’ye katliam suçlaması yapıyorlardı (defaatle ve ibretle bkz. Yeni Şafak).

Türk-İslam blokunun Filistin ‘hasasiyeti’ de DAEŞ (ve Nusra Cephesi) söz konusu olduğunda nihayete erecekti. Mayıs ayında DAEŞ ve JF müttefiki Nusra Cephesi Filistinlilerin yoğun yaşam bölgesi olan Yarmuk mülteci kampına saldırdıklarında, AKP medyasında tek bir haber çıkmadı. Suriye’de Filistinli gruplar, Filistinli mültecileri DAEŞ ve Nusra’ya karşı müdafaa etmekte yalnızlar. Nusra Cephesi, Filistinli mültecilere saldırırken Suudi-Türkiye koalisyonu tarafından ikmal ediliyordu. Filistinlilere insani yardım götüren tek kaynak Suriye hükümetiydi; nitekim kuşatmadan kaçabilen Filistinliler Suriye hükümetinin kontrolü altındaki bölgelere sığınacaktı. BM Genel Sekreteri, Haziran ayında Güvenlik Konseyine sunduğu raporunda, Yarmuk’ta sivillerin korumasız ve temel ihtiyaçları açısından yoksun durumda olduğunu, 2013’ten beri rapor edilen insani facianın devam etmekte olduğunu belirtiyordu.

Türk-İslam blokunun Suriye’ye ilişkin siyasal seçimleri ve insani bedelleri bir yana, AKP ve DAEŞ’in yollarının nihayet ayrıldığı da kesin. AKP liderliği ve medyasının DAEŞ’e karşı öfkesi, insanlıkdışı eylemlerinden değil, DAEŞ’in Suudi Arabistan-Türkiye (AKP) koalisyonunun desteklediği gruplarla çatışmalarından kaynaklanıyor.[7] Başka bir deyişle DAEŞ, artık AKP rejiminin Suriye ve Ortadoğu ile ilgili tasavvurlarına köstek hale gelmiş bulunuyor.

DAEŞ ve PYD’yi aynı paranteze almak

Tel Abyad sonrasında AKP liderliği ve medyası, bir adım daha ileri giderek Baas rejimi ile DAEŞ ve PYD arasında işbirliği iddiasını sistematik olarak gündeme getirmeye başladı.[8] Kendi deyimleriyle, bu bir algı operasyonu. Kitlesel propaganda konusundaki düzeylerini ve akrabalıklarını gösteren pek çok emare var: her nasılsa onlar biliyorlar ve ‘istihbarat kaynakları’ndan seçtikleri bilgi kırıntılarını kullanarak hikayeyi yeniden yazıyorlar.[9]

Örneğin Haseke’deki hükümet ve DAEŞ arasında ve PYD etrafında birleşen gruplarla DAEŞ arasındaki çatışmalar asla bahis konusu olmayacak ve DAEŞ’in Suudi-AKP destekli gruplarlar arasındaki Halep rekabeti üzerinden hikaye yazılacaktır.[10]

Aslına bakılırsa çatışma bölgelerindeki gözlemciler, Haseke ve civarında yaşayan Suriyelilerin DAEŞ karşısında hükümet ve PYD arasında stratejik bir işbirliğine umut bağladıklarını bildiriyorlar (örneğin Amuda’da). Fakat bunun pek mümkün görünmediğini de not ediyorlar. Zira Baas rejimi ile PYD’nin Suriye’nin geleceğine dair tasavvurları farklı. Baas rejimi açısından da, AKP rejimi açısından olduğu gibi, Rojava’nın bastırılması gerekiyor. Aradaki fark şu ki, Baas rejimi açısından Rojava meselesi geleceğe bırakılabilir, ama AKP ve Türk-İslamcı rejim açısından Suriye’deki en acil ve belirleyici meseleyi teşkil ediyor.

PYD’nin ya da daha genel olarak Suriye Kürtlerinin Baas rejimi ile tarihi de bahis konusu değil. Aslında 2011 öncesinde Suriye Kürtlerine yönelik Baas uygulamaları, Türkiye’nin 1990’larında yapılanlardan sadece bir nebze daha az şiddetliydi. Baas rejimi Kürtleri Türkiye’den hicret ettikleri gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkardı, ecnebi statüsü verdi.

Tam da bugün Türk-İslam rejiminin ‘Kürt kuşağı’ oluşuyor diye feryadu figan ettiği topraklar, 1973 ve izleyen yıllarda bir ‘Arap kuşağı’ oluşturmaya yönelik Baas siyasetine sahne oldu. Baas rejimi, ‘milli olmayan unsurlar’ın topraklarına Arapları yerleştirecek, mülkiyetini onlara transfer edecekti.

Suriye’nin Kürt meselesi, Başer Esat döneminde de çok farklı olmayacaktı. Kürt partilerine mensup ya da Newroz kutlamalarına katılan binlerce Kürt işkenceye maruz kaldı, gözaltında öldü. Çocukluğunda işkence görmüş olan o Kürt çocuklarının bazıları şimdi PYD mensubu.

Aslında iç savaşın başlamasının ardından Baas rejimi, Kürtlere vatandaşlıklarını iade ederek ve özerklik vaadiyle Kürtlerle işbirliği için bir kapı aralamıştı. Bu dönemde Rojava Kürtleri kararsız kaldı; ne Türkiye’yle ne de Suriye rejimiyle esaslı bir işbirliğine girmeyerek farklı bir yol seçti. Özgür Suriye Ordusu ve diğer ABD/AKP projelerinin ölü doğmasında bunun da rolü oldu. Buradan kalan öfkeler de söz konusu.

Rojava Kürtlerinin Türkiye’nin içinde olduğu projelere güvenmemesi, elbette Türk-İslamcı zihniyet dünyasında onları Baas rejimiyle aynı tarafa koyacaktı. 1990’larında Türkiye Kürtlerine, ya PKK’den ya bizden yanasınız, bizden yana değilseniz bedeline katlanırsınız denmesinde olduğu gibi.

Rojava, Mahçupyan’ın hayıflanmış olduğu gibi, kendi projesi oldu. PYD, Rojava’yı örneğin bir liderlik kültü etrafında değil, Suriye’nin ve Suriye halklarının geleceğine dair bir tahayyül etrafında seferber etti, Rojava tarihine bu istikamette bir ivme verdi.

Bu elbette bastırılabilir, ama potansiyelini ve Türk-İslamcı proje açısından teşkil ettiği tehdidi takdir etmek lazım. Bir açıdan, Rojava tecrübesi, Ortadoğu’da karizmatik ve şiddet tekeline dayalı liderliğin siyasal istikrarın ve hükümet olmanın tek teminatı olduğu yönündeki tarihsel mitten ciddi bir sapma. Aynı zamanda, Ortadoğu’da dine, daha doğrusu din adına konuşma iddiasında olanlarla simbiyotik bir ilişki kurmadan iktidat olunamayacağı miti açısından da… Saddam Hüseyin de, Esat ailesi de, kendilerinden önceki Ortadoğu liderleri ve şimdi Erdoğan veya Maliki gibi, iktidarlarını bu gelenekler üzerine kurmuşlardı. Hem Batılı hem de Ortadoğulu ideologlar, İslamlaşmış coğrafyanın modernist tarihi boyunca liderlik ve dinin seferber edilmesi olmadan Ortadoğu’da istikrar ve iç barışın temin edilemeyeceğini iddia ettiler. Bu, Şarkiyatçılığın ve ondan beslenen siyasal İslamcılığın (din adına konuşma tekeli üzerinden yapılan modern siyasetin) son kalelerinden biri. Rojava devrimi, Suriye’ye dayatılan kaderlere karşı olduğu kadar bu kurucu mitlere de meydan okuyor.

Türk-İslamcı iktidar bloku açısından Rojava devrimini bastırmak, dünya-tarihsel bir ehemmiyet taşıyor. Şİmdi Rojava Devrimi, Türk-İslamcılığın bir türlü yakalayamadığı, yakaladığını sandığı anda kaybettiği hegemonya hülyasına karşı global bir komplonun eseri olarak görülüyor. DAEŞ’in taktikleri, uluslararası siyaset ve Türkiye’nin bağımlılık ilişkileri açısından Rojava’ya kast eden bu maksadı zora koşuyor.[11] DAEŞ’in PYD’ye yönelen hiddetten pay alması da aynı hikayenin gidişatından kaynaklanıyor.


[1] "Kürtler de Yanıldı", 5 Ekim 2014, http://www.aksam.com.tr/yazarlar/etyen-mahcupyan/kurtler-de-yanildi-c2/haber-343529. Mahçupyan’ın bu yazıyı yazdığı tarihte, DAEŞ’in Kürtlere ‘dersini verdiği’ gibi bir havada olduğu görülüyor; temel mesele, Rojava Kürtlerinin Suriye’ye dair partisinin çizgisini kabul etmemesi, Türk-İslamcı hükümetin desteklediği ‘Cihatçı’ gruplara karşı silahlı direnişe geçmeyi tercih etmesidir. Mahçupyan’ın Hindistan hakkında ahkam kesen bir İngiliz lordu havasında PYD’ye haddini bildirmesinde gecikmiş bir Osmanlı emperyalizmi kendini ele veriyor.

[2] Örneğin YPG’nin Arap müttefiki Burkan El Fırat, etnik temizlik iddialarının IŞİD propagandası olduğunu ilan etti. (Toz-duman arasında hangi propagandaya kulak verdiniz sizle ilgili bir işarettir.) Bu konularda yetkin bir tahlil için bkz. Fehim Taştekin, ‘Kürt Kuşağı Mümkün mü?’ 21 Haziran 2015, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/kurt_kusagi_mumkun_mu-1382883.

[3] Fehim Taştekin de bir yazısında buna değinecekti: ‘Bu Kimin Savaşı?’, 30 Haziran 2015, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/bu_kimin_savasi-1387931.

[5] Evangelos Aretaios, The Rojava Revolution, 15 Mart 2015, https://www.opendemocracy.net/arab-awakening/evangelos-aretaios/rojava-revolution.

[6] Kobane gösterileri sırasında öldürülen Barış Dalmış ve Ümit Kurt, Yasin Börü ile aynı yaştaydı. Yasin Börü ile aynı ‘mahalle’den olmadıkları için onlar yok hükmünde. İkisinin de öldürülmesine dair soruşturma bile açılamıyor. Devlet adına konuşanlar, Ümit Kurt’un silahlı olduğunu iddia ettiler ama bu iddiayı kanıtlamaları için de soruşturma yapılması gerekirdi. Kobane gösterilerine dair bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi davası olmadıkça gerçeklerin bilinmesi pek mümkün görünmüyor. Ama farklı mahallelerin farklı hikayeleri var elbet. Aradaki bir fark, bir mahalle bazı kurbanları şehit ilan ederken bazılarını yok sayacak, diğer mahalle cinayetlerin soruşturulması ve gerçeklerin açığa çıkması için sonuna kadar mücadele edecektir. Alın size bir ‘90lar hikayesi’ daha… Egemenlik hikayesi, kurbanlar üzerinden yazılan bir hikayedir.

[7] Üstad Yasin Aktay, DAEŞ hakkındaki hayıflanmalarını şöyle açıklayacaktı: ‘IŞİD'inse ortaya çıktığı saatten itibaren büyüme ve güçlenme hızı arkasında büyük bir aklın ve yönetimin olduğunu gösteriyordu. Ancak yaptığı hiç bir şey iddia ettiği gibi ne İslam'la ne de kendine çalışan bir devletin aklıyla bağdaşmıyordu. İçinden çıktığını söylediği el-Kaide'yi yok ederek veya onu kendine tabi kılmaya çalışarak işe başladı. Muhalefet saflarında ortaya çıktığı halde şu ana kadar Esad rejimine karşı hiç bir kayda değer mücadelesi olmadı. Aksine bütün mücadelesi Esad'ın muhalifleriyle, bilhassa ÖSO'ya karşı gerçekleşti.’ ‘Tezgahın Kod Adı: İŞİD’ 20 Haziran 2015, http://www.yenisafak.com/yazarlar/yasinaktay/tezgahin-kod-adi-isid-2014541. Aktay, DAEŞ’in kendini ‘şeytanlaştırması’nda bile Türkiye’ye ve AKP’nin Ortadoğu projesine karşı bir tezgah görüyor. Daha sonra DAEŞ’in Mısır’daki eylemlerini de Müslüman Kardeşler’e karşı bir tezgah olarak görecekti. Bütün bunların arkasında Büyük Akıl var.

[8] AKP’nin harikalar diyarında şimdi ‘DAEŞ/PYD’ terimi yaratıldı. (AKP’nin sağduyusu M. Esayan da ‘PKK/HDP’ icadını yapıştırarak gönüllere taht kurmuş olmalı). Şimdilerde Suriye uzmanı da olduğunu idrak etmeye başladığımız (biraz ani olduğunu takdir edersiniz) Y. Aktay, ‘PYD/Baas/DAEŞ işbirliği’nin bilinen bir gerçek olduğunu büyük bir alçak gönüllülükle (mucit hissesini umumla paylaşması bakımından) bize hatırlatmakta. Elbette bunu söylerken Irak Baas partisi liderlerlei ile isitihbarat ve askeri kadrolarının DAEŞ kumandasındaki mühim yerlerini zinhar bahis mevzuu etmeyecektir. Zira hala DAEŞ karşıtlığına ısınıyor.

[9] 1990larda TRT ekranlarında ‘derin devlet’in katliamlarının aslında PKK eylemleri olduğunu tekrar tekrar ispat eden Ertürk Yöndem ya da insan hakları savunucularına karşı Haçlı seferi yürüten Hürriyet Gazetesi, yalan söylediklerini, bir propaganda aygıtının parçaları olduklarını biliyorlardı. Gezi’den beri yalanla gerçeğin, kurmaca ile olgunun yer değiştirdiği, bu yer değiştirmenin siyasal bir tercih olduğu AKP dünyasında, aslında bütün bu fantazilere inanıldığına dair tereddüde mahal kalmadı. Yalan ve nefret fantazilerinin kamusal alanı böylesine kuşatması, Hannah Arendt’in totaliter siyasete yönelik tahlillerini akla getiriyor. Arendt, totaliter hareketlerin kitlesel propaganda gayretlerinde gerçeklik ilkesinin yerini tutarlılık (ya da ‘ısrar’ da diyebiliriz) ilkesinin aldığını söyler. Bu, ‘propaganda bilimcileri’nin, insan zihninin gerçeklikten kaçıp tutarlı bir kurmacaya sığınma ihtiyacı oluğu cihetindeki sözde-bilimsel bir kanaatine dayanır. Bir yerde şöyle der: ‘Totaliter hareketler, iktidarı ele geçirmezden ve dokrinleri uyarınca bir dünya inşa etmezden evvel, insan zihnininin ihtiyaçlarına hakikatin kendisinden daha fala yeterli olan bir yalancı tutarlılık dünyası inşa ederler’ (Origins of Totalitarianism, 353). Fakat AKP NSİP’ten ziyade Soğuk Savaş anti-komünizminin ve 12 Eylül rejiminin mirasçısıdır. Bütün güvenlik rejimlerinin ve neoliberal rejimlerin potansiyeli olması ölçüsünde totalitarizmin mirasçısıdır.

[10] Suriye Ordusunun da kendi stratejisi ve öncelikleri var elbette. Bkz. Mohammed El-Khatieb, ‘Esad güçleri İslam Devleti’ne yardım mı ediyor?’21 Haziran 2015, http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2015/06/syria-aleppo-regime-army-assad-support-isis-marea-tlalin.html.

[11] Yine Y. Aktay, Tezgahın Kod Adı: IŞİD’ 20 Haziran 2015; ‘Daeş’le Savaştan Üretilen Kirli Meşruiyet’, 6 Temmuz 2015, http://www.yenisafak.com/yazarlar/yasinaktay/daesle-savastan-uretilen-kirli-mesruiyet-2015883