Bir Hayalet Dolaşmakta Üstümüzde

 

Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur/ ‘Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar’ (1) isimli çalışmasının ‘Giriş’inin hemen başında şunları söyler: “Tüm bu çalışma boyunca gösterilmeye çalışılan şu olmuştur: Osmanlı Hükümeti’nin Birinci Dünya Savaşı yılları boyunca Ermenilere karşı politikaları, savaşın getirdiği zorunlu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmamış, bunun çok ötesinde, ‘dert’ olarak tanımlanan Ermeni reform sorununun, Talat Paşa’nın kendi sözleriyle, esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesi amacıyla gündeme getirilmiştir”.

Akçam’ın andığım çalışmasını ayrıcalı ya da özgün kılan, ‘açık-kapalı arşiv’, ‘senin arşivin-benim arşivim’, ‘tarihçiler bir araya gelsin tartışsın’… kayıkçı kavgasına itibar etmeden, sadece ‘apaçık’ olandan yararlanarak meramı ve muradı serimliyor oluşudur: “Bu çalışmanın merkezî tezlerinden birisi, Osmanlı arşiv malzemeleri ile Batı arşiv malzemeleri arasında, bugüne kadar iddia edilenin aksine, bir çelişki olmadığıdır. Değişik arşivler, esas olarak birbirini destekleyen ve tamamlayan bilgilere sahiptir ve aynı tarihî olguları değişik perspektiflerden anlatmaktadırlar”. (2)

Akçam, ‘başa dert’ olan Ermeni sorununun ‘esastan halli’ni, sürecin, ‘Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dâhiliye Nezâreti’ kayıtlarındaki izlerini takip ederek ortaya koyacaktır. (3) Her ne kadar; ‘İstanbul Divan-ı Harb-i Örfî’ yargılamalarına ilişkin dosyalar kayıp, ‘Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı (ATASE) Arşivi getirilen ciddi kısıtlamalarla araştırmacılara hemen hemen kapalı, döneme ait belgeler çalınmış ya da yakılmış, bir kısım telgraf iletileri ve resmi evrak ‘okunduktan sonra yakılması’ kaydı ile işlem görmüş, imha faaliyeti savaştan sonra da sürmüş, bazı belgeler –yapılmakta olanın üstünü örtmek amacıyla- düzmece, hatta, ‘çifte haberleşme’ (tehcirin resmi içeriği ile katliama dönük özel emrin ayrı kanallardan iletilmesi) kurnazlıkları kullanılmış ise de, sadece elde avuçta olanları ile dahi vaziyet açıktır.

Şöyle vurgular, Akçam: “Ana tezim, eldeki mevcut Osmanlı belgelerinin 1915’in üstünü örtmek amacıyla üretilmiş belgeler olarak  değerlendirilmesinin son derece hatalı olduğudur. Aksine, Osmanlı arşiv malzemelerinin Resmî Türk Tezi diye bilinen tezle taban tabana zıt bilgileri ihtiva ettiğini iddia ediyorum”. (4)

Resmi teze yakın duranlar, bize, ‘Ermeni Meselesi’ olarak anılan şeyin, ‘dönemin kendi koşulları içinde’ yaşanmış, etki-tepkiye dayalı ve ‘karşılıklı acılarla örülü’ bir süreç; Osmanlı arşiv belgeleri ise, yaşananların, çözülen ve gerileyen Osmanlı’nın Anadolu’yu ‘homojenleştirme’ temel siyasetinin bir parçası olduğunu söyler: “İttihat ve Terakki, uygulamasına Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Ege bölgesinde başlamak üzere Anadolu’nun, kendi ifadeleri ile ‘gayrı-Türk unsurlarından arındırılması’ doğrultusunda bir plana sahip olmuş ve savaş yıllarında bu planı tüm Anadolu sathına yayarak hayata geçirmiştir”. Söz konusu arındırmanın iki ayağı vardır: “Birincisi, devlet varlığı için ciddi bir tehdit olarak telakki edilen ve vücuttaki tümörler olarak tanımlanan gayrimüslimlerin (esas olarak Hıristiyanların) Anadolu’dan tasfiye edilmesi; ikincisi, Türk olmayan Müslüman toplulukların kültürel asimilasyonları [Türkleştirilmeleri]”. (5)

Sonuç şudur: “1914 yılı sayımlarına göre 17.5 milyon civarında olduğu tahmin edilen Anadolu nüfusu öylesine harmanlanmıştır ki, bu nüfusun üçte birine yakını[na] ya yer değiştir[t]ilmiş ya yurt dışına zorla sürgün edilmiş ya da imha edilmiş[lerdir]”. (6)

Bu yazının amacı, Akçam’ın söz konusu tezi (Osmanlı arşiv malzemelerinin ‘Resmî Türk Tezi’ diye bilinen tezle taban tabana zıt bilgileri ihtiva ettiği tezini) çalışması boyunca nasıl işlediğini ayrıntıları ile ortaya koymak değil (aşağıda künyesi verildiğine göre, dileyen alır okur; merakını giderir ya da itirazını dile getirir); unutturulmak ya da bastırılmak istenen geçmişin, bugüne, yansıyışının (‘tekinsizlikler’/Sigmund Freud) ya da ‘musallat’ oluşunun (Jacques Derrida) altını çizmektir.

Hakikat’ arayışının iki temel unsuru vardır: ‘Doğruluk’ ve ‘içtenlik’. İçtenlik, bugüne musallat olan, günümüzü tedirgin ve tekinsiz kılan bir şeyin (‘hakikat’ mümessili bir hayaletin üzerimizde dolaşmakta) olduğunu teslim ve o şeyi anlama isteği olarak arayışa katılır. Öylesi bir samimiyettir ki, tarihe yüksüzce bakma ve verileri anlamlandırma çabasına davet eder bizi. Bilgi olarak doğru, etik olarak ‘doğruluk’la buluşur o sayede (‘Özgürleşmeyi arkasına alan, bir kendini yeniden kurma/yaratma anlamında [‘varoluş estetiği’ olarak] ‘ethos’/ Michel Foucault). Bir başka deyişle, içtenlikle verili kendimizle ‘yüzleşir’, hakikati sahiplenip tasalludundan kurtulur, ‘kendilik’ alanımızı müreffeh kılarız. Peki, bizde ne olmakta?

Daha uzağına gitmeyelim; hatırlayacaksınız, 100. yıl münasebeti ile ‘Ermeni Soykırımı’ tasarısını onaylayan Avrupa Parlamentosu, üyelerinin ezici çoğunluğu ile, ‘1915 olayları’nı, bir ‘soykırım’ olarak kabul etmiş ve T. C.’ye de, geçmişle ‘yüzleşerek’ olanı ‘tanıma’ çağrısında bulunmuştu. Tasarının kabul edilmesine tepki gösteren ‘Başbakan Yardımcısı’ Yalçın Akdoğan –bize mahsus olanı karşıya yansıtmak millî maharet ve cevvalliğimizden ilhamla-, “Goygoyculuk yaparak ciddi konular ele alınamaz” ayarını vermişti AP’ye.

 

Karanlıkta bir başına bir odada bırakılsa tir tir titreyecekmiş (ya da, şahsi korkularını savuşturmak için ürkütücü bir çehre takınmış) izlenimi veren Akdoğan’ı hey heyli Yalçınlığına yükselten koltuk belliydi. O koltukta oturanın ‘millî inkâr savunusu’ anadiliyle, “Bu konuda parlamentolarda alınan kararlar bizim için yok hükmündedir,” (ya da, ‘bir kulağımızdan girer ötekinden çıkar’ –‘vız gelir tırıs gider’) yollu hey heylenmesi, ilgili âlemdeki mümessilimiz ‘Avrupa Birliği Daimi Temsilcisi’ tarafından ilgilisine (‘Sensin soykırımcı’ ya da ‘Soykırımcı babandır’ edası ile) nakledilmişti: ‘Kararını tanimayrum!’

Ol ahvalde, az –lafın gelişi– sola, Kılıçdaroğlulu CHP’ye dönüp baktığımızda ise “1915 yılında, gerek Ermenilerin gerek Müslümanların hafızasında büyük bir travmaya neden olan trajedi, büyük bir felaket yaşanmıştır”ı üretmekle meşgul olduğunu görüyorduk (‘fail’le ‘mağdur’u aynılaştıran o tuhaf dille ve sanırsın ki, bir büyük doğal âfetten söz edilmekte!). Hatta, millî muavenet hassasiyeti ile kılıcını çekmiş olan Kılıçdaroğlu Kemal Bey, durmamış, ‘nankör’ Papa Francis’in ‘talihsiz’ açıklamalarına da hamle etmişti: “Papa Francis’in açıklamaları ve Avrupa Parlamentosu’nun ‘Ermeni Soykırımı’nı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin tanımasına ilişkin tavsiye kararı, iki toplumun barışmasına hizmet etmeyen siyasi tavırlar olması itibarıyla kabul edilemez” (!).

Nihayetinde; ‘Türklük temelli millî mutabakat’ (AKP’si, MHP’si, CHP’si ile) AP’nin kararına tepki bildirisinin altına imzasını çakmış; bir tek, öteki olagelmişlerin ‘Halkların Demokratik Partisi’ metni imzalamayarak ötekiliğinde ısrar göstermiş idi. (7) Gayri Müslim/Hıristiyan ve bizden binlerce yıl daha buralı olanların soyunu kıran, yerinden yurdundan eden zihniyete dayalı ‘kurucu’ mutabakat, henüz daha ‘halledilememiş’ boyutta sorun olanların başını çektiği bir başka ‘farklılığın’ duvarına tosluyor; mutabakatın ne menem bir şey olduğu duvardan gelen sesle fark ediliyordu. (8)

Şimdi de, anılan ‘farklılığın’ nerelerden beslendiğine bir bakalım. Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir isimli ‘sözlü tarih’ çalışmalarında, Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, 1915’te, üç sancak ve onlara bağlı kazaları ile bir vilayet ve Osmanlı’nın Doğu’daki en önemli idari merkezi olan Diyarbekir’de olanları anlamaya çalışıyorlar –Osmanlı’nın sığındığı (Müslümanlık takviyeli) İttihatçı ‘Türklük’ damarının yörede nasıl attığını ve Kürtlerin aynı damara akışını. (9) 

Diyarbekir’in, 1914 rakamlarına göre, –sadece vilayet sınırları dahilinde 50-60 bin Ermeni yaşamaktadır. Diyarbekir havalisinde gerçekleştirilen Ermeni katliamı, hem o vakte dek birlikte yaşanılan Ermeniler’e, hem de Suriye’deki Deyr-i Zor’a doğru yola çıkarılmış kafilelere yöneliktir. Yörede, soykırım, 1915 Nisan-Eylül arasında tamamlanmış; Harput, Erzurum ve Erzincan hattından gelip Diyarbekir güzergâhından geçmek zorunda kalan kafilelerin çoğu vilayet sınırından sağ çıkma olanağı bulamamıştır.

Diyarbekir katliam şebekesinin başında, -Talât Paşa ile irtibatı dahilinde- Vali Dr Reşit (İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından, Dağıstanlı Çerkes Reşit) vardır. Soykırımı halk indinde meşrulaştırıp halkı Hıristiyanlar’a karşı kışkırtacak ve katliama katılacak ‘milis’ güçlerini tedarik ederek Dr. Reşit’le birlikte ölüm şebekesini işletecek ana unsur Diyarbekir’in Müslüman eşrafıdır. Soykırım şebekesinin ikinci önemli damarı ise, merkezle işbirliği hâlindeki taşra hiyerarşisidir: Kabaca; beyler (‘mîr’, ‘beg’ -1915’e gelinceye, güçleri azalmıştır), ağalar, aşiret reisleri, şeyhler.

Aşağıda andığım yazımdan alıntılayacak olursam: “Evet; merkezi ve siyasi bir kararla, Osmanlı Devleti, müessir teşkilatı ile, Ermeni tebaasının soyunu kırmış, tüm zenginliklerini (en irilerine devlet, daha az irilerine bürokrasi ile işbirliği içinde taşra hiyerarşisi el koymak suretiyle) gasp etmiş; sıradan halk da, gerek (paramiliter; ‘bejik’, ‘eskerên bejik’, ‘cendirmeyên bejik’ adı ile anılan ve jandarma teşkilatı gözetiminde iş gören –bir anlamda, bugünkü ‘korucu’ muadili) ‘milis’ güçlerine katılmak, gerekse de, bizzat komşuyu talan ve  katletmek yoluyla hem dünyalığını, hem de Cennetliğini (üç gâvur ölüsü hacılığa, yedisi Cennet yoluna tahvil olmaktadır) tedarik cihetine gitmiştir”. (10)

Çelik ve Dinç’in çalışması, bize, Kürtlerin, 1915’e ilişkin ilk elden tanıklıklara tanıklıklarını,  kuşaktan kuşağa aktarılmış hafıza kayıtlarını taşıyor. Hafızanın dile gelişi gösteriyor ki, Kürtler, geçmişle yüzleşme, geçmişin güne yansıyan ve geleceğe açılımı ketleyen tekinsizliğinden kurtulma eğilimindedir. ‘Batı’da, daha ziyade ‘entelektüel’ tartışmaların konusu olan ‘Ermeni Soykırımı’, Kürt siyasi coğrafyasında, -tarihsel derinliği bağlamında- ‘insan’ı merkezine alan bir değer kazanmıştır. 

Şu tespit önemli ve anlamlıdır: “Kürtlerin özgürlük mücadelesinde edindikleri deneyim, ideolojik güçlenme ve karşı hafıza oluşturma çabası; bu bireylerin ve grupların 1915 gibi önemli tarihsel kırılma anları üzerine yeniden düşünmelerini sağlıyor. Kürtlerin 1925’teki Şeyh Said isyanı ile başlayan direniş ve mağduriyetleri ile 1915’te Ermenilerin başına gelen felaket arasında bir süreklilik  kuruyor ve her iki halkın yaşadığı mağduriyetler üzerinden bir empati geliştiriyorlar”. (11)

Evet; geçmişte insan(lığ)a karşı işlenmiş suçla, suçu işleyenin (‘fail’in) soyuna sopuna ‘aidiyet’ dolayısıyla yüzleşmek kolay –heves edilir- şey değildir. Zira, aidiyet, ‘benliksel’ yapı taşıdır ve o taşı ‘suç’la ilişkilendirmek suretiyle yerinden oynatmak zor ve sancılıdır. Ne var ki, geçmişin yüklerini sırtlanmak da kolay değildir –yenilenerek/serpilip gelişerek ileriye doğru yol almayı engeller.

Kürtlerin konumu ilginçtir. Geçmişte ‘fail’le/‘devlet’le işbirliği içinde olup ‘fiil’e/suça iştirak etmiş ve Ermeni halkına (soykırım düzeyinde) mağduriyet yaşatmışlardır. Ancak, ‘Kırım’ın bir on yıl sonrasından başlayarak, ‘fail’in/‘devlet’in mağdur edici fiilinin muhatabı kendileri olacaktır. Dolayısıyla; Kürtler, yakın tarih içinde ‘fail/devlet’ karşısında yaşadıkları mağduriyeti anlatabilmek ve o anlatı üzerine (‘Türkiyelilik’ ölçeğinde, demokratik/özgürlükçü, farklılıkların eşitliğine dayalı) bir gelecek inşa sürecini ivmelendirebilmek için, daha önceki faille ortaklıklarının yükünden arınmak (yüzleşip hesaplaşmak) zorundadırlar. (12)

‘7 Haziran Genel Seçimleri’nin en temel ve belirleyici sonucu, Halkların Demokratik Partisi’nin, 12 Eylül Rejimi’nin Kürtlerin -Meclis’te temsilinin- önünü kesmek için –bilhassa– koyduğu ‘baraj’ı aşması oldu. Ortaya çıkan sonuç, Kürtlerin, -anayasal engeli aşarak- ‘parti’ düzeyinde temsil hakkı kazanmalarının da ötesinde idi. Zira, HDP, ‘Türkiyelileşme’ hattında ilerlemiş, o ilerleyişi, ‘farklılıkların eşitliği’ temelinde, ‘Yeni (bir) Yaşam’ vaadi ile de buluşturmuştu. 12 Eylül’le birlikte otuz küsur yıldır mürüvveti sürdürülen, ‘Türklük/Müslümanlık’ temelinde yeniden tahkim edilmiş (‘Türk-İslam Sentezi’!) ‘Cumhuriyet’ için büyük bir tehditti bu.

Tehdidi büyüten, ‘barış ve çözüm’ süreci olmuştu –masaların devrilişi, karanlık güçlerin (‘Ergenekoncu’ zihniyetin) devreye girişi, umudun savaşa bağlanışı ondandı. Savaşın, -‘şahsi’ siyasi hırsların/kaygıların da üstünü örtecek denli- ‘millî mutabakat’ ruhu içinde geniş bir çevre tarafından sahiplenilişi de ondan.

Akçam, andığım çalışmasında şöyle diyordu: “Ermenilere karşı uygulanan politika kendi başına, salt onlara karşı gündeme getirilmiş değildi ve Anadolu’nun etnik-dinsel yapısının yeniden düzenlenmesi olarak tanımlanabilecek daha genel bir politikanın bir parçası olarak uygulanmaya konmuştu”. (13)

Dayattıkları ‘reform’ talepleri ile başa ‘dert’ olan Ermeniler, yarattıkları sorunlarla birlikte ‘tamamen’ ve ‘esastan’ halledilmişlerdi. ‘Milli mutabakat’ın belirleyiciliğini tasfiye edecek, yeni bir ‘toplumsal sözleşme’ ve ‘demokratik bir cumhuriyet’ talebi ile yükselen dalga nasıl halledilecekti peki?

Hıristiyanları sürdük ya da kırdık. Müslümanlıkları üzerinden çözündüremediğimiz Kürtler ve ‘farklılıkların eşitliği’ temelinde ‘Kürt Siyasi/Özgürlük Hareketi’ ile ‘barış-demokrasi-özgürlük-eşitlik’ mücadelesinde buluşanlar ne olacak peki?

“Türkiye’nin tarihle yüzleşmeye bu denli tepki göstermesi ve öfke duyması tutumunda ürkütücü olan yan, böyle bir tavrın ciddi bir ‘tekrarlama potansiyeli’ ihtiva etmesidir,” der, Taner Akçam. (14)

Tarihi tekerrürden alıkoyacak, siyasi, ahlaki, vicdani bir inisiyatiftedir umut. (15)

Evet; ‘bir hayalet dolaşmakta üstümüzde’, şu zıvanadan çıkmış zamanda. Hayırlara… 

         


1. Taner Akçam, İletişim Y., 2008.

2. A.g.y., s. 12-13.

3. Akçam, bu çalışmada ayrıntılı olarak kullanmıyor olsa da –‘Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ dışındaki- ‘Osmanlı-Türk’  kaynaklarını şöyle sıralar: 1. Takvim-i Vekayi’de yayımlandıkları kadarıyla 1919-21 yıllarında ‘İstanbul Divan-ı Harb-i Örfî’de gerçekleştirilen İttihat ve Terakki merkez ve yerel yöneticileri aleyhine açılan davalara ilişkin belgeler, 2. 1918-22 arası İstanbul basını, 3. Kudüs Patrikhane Arşivleri (24 Kasım 1918’de kurulan ‘Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’na ait bazı belgeleri ihtiva etmektedir), 4. 1918 Kasım’ında Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından savaş dönemi hükümetinin suçlarını araştırmak üzere kurulmuş olan komisyonun tutanakları, 5. Döneme dair Meclis-i Mebusan tutanakları, 6. Yayımlanmış (ve yayımlanması beklenen) anı metinleri (hatırat).

4. A.g.y., s. 35.

5. A.g.y., s. 37.

6. A.g.y., s. 38.

7. İbretlik bir örnek de şu: Hrant’ın katline uzanan yolun hazırlayıcı ekibinden Rauf Denktaş (“Ermeni Soykırımı uluslararası bir yalandır” şiarı ile Avrupa ve Türkiye’de Ermeni düşmanlığını örgütlemek amacıyla kurulan Ergenekoncu ‘Talat Paşa Komitesi Yürütme Kurulu Başkanı’, T. C. Devleti’nin resmi tezlerinin yılmaz savunucusu, Kıbrıs’ın yerlisi olarak bir tek ‘Kıbrıs Eşeği’ni tanıyan zat) öldüğünde hemen ‘ulusal yas’ ilan edilmiş ve Hrant’ın katlini aydınlatmayı namus borcu bildiğini ifade etmiş olan (ama cenaze törenine katılmayan) tüm devlet erkânı, Denktaş’ın cenazesi ardında –sımsıkı- saf tutmuştu. Hrant’ı ölüme götüren 301’in arkasında –sıkı sıkıya- durmayı marifet bellemiş –elbet cenazesinde yer almayan- Deniz Baykal’lı (hani, ihtiyaç hâlinde, Saraylı’ya yetişiveren ‘devlet’in adamı Baykal!) CHP de Denktaş’ın cenazesine koşturmuş ve anılan ‘erkân’la ‘milli mutabakat’ safına dahil oluvermişti. (Olayın daha kapsamlı anlatımı için, bkz., 1915: Ermeni Soykırımı/ Hasan Cemal, Everest Y., 2012.)

8. Hepimizi ‘milli mutabakat’a dahil eden ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’, daha en başında, “Türk Vatanı ve Milletlinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devleti’nin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” olarak takdim eder kendisini. “[Ö]lümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda” temellenir sözleşme. ‘Türk Milleti’, ‘Türk milli menfaatleri’, ‘Türk varlığı’, ‘Türklüğün tarihi ve manevi değerleri’, ‘Atatürk milliyetçiliği’, ‘Türk evlatları’… diye sürer gider ‘mukaddime’. Değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif (dahi) edilemeyecek fasıldan olmak üzere anılanlar pekiştirilir de. Nihayetinde iş tatlıya (m. 66’ya) bağlanır: “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür”.

9. İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları, Ocak 2015. (Çalışma ile ilgili daha geniş bir yazımı, Áh!’lar Cumhuriyeti’ başlığı altında, Varlık dergisinin Ağustos 2015 sayısında bulabilirsiniz.)

10. Kürtlerin, 1891’de Sultan II. Abdülhamit tarafından kurulan ‘Hamidiye Alayları’nda yer aldıklarını da not edelim. Janet Klein, Hamidiye Alayları/İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri isimli çalışmasında (İletişim Y., İkinci Basım, 2013), “Hamidiye örgütlenmesi Osmanlı sonrası devletlerin liderlerinin kendi iç tehditleriyle baş etmek üzere oluşturdukları sonraki Kürt aşiret milisleri için model ve emsal işlevi görecekti,” der.

11. A.g.y., s. 374.

12. Burada, tarihin kendilerine kazandırdığı ‘farkındalık’ imkânı ile, Kürtlerin (ve, Kürt Siyasi Hareketi’nin), -915’teki faille işbirliğinden öte- demokratik ve özgürlükçü bir ‘Yarın’ın inşaında ‘ivmelendirici’ temel unsur (ve Türkler için de bir şans) olduğunu vurgulamaya çalıştığımı belirtmek isterim. Ve bereket, söz konusu farkındalıkla, Abdullah  Öcalan’ın ilk Newroz (2013) mektubundaki, “Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı, bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda, fetih, inkâr, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur,” tespitinden farklı bir yerdeyiz bugün.

13. Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, s. 11.

14. A.g.y., s. 329.

15. Söz konusu inisiyatifin tesisinde, PKK’nin tek yanlı ateşkesi yeniden kurup koruyacak ve Tayyip Erdoğan’ın ‘millî mutabakat’ı kışkırtan ‘derin’ savaş dilini yalnız bırakacak bir siyasi ehliyet göstermesi, tüm barış güçlerinin eylem birliği ve dayanışması kaçınılmaz önemdedir.  Halkların Demokratik Partisi ve onunla duyarlık birliği içinde hareket eden sol demokrat/özgürlükçü güçler, Cumhuriyet’in kaderinin belirlendiği/belirleneceği bir süreçten geçildiğinin farkında. Kargaşanın ipine tutunmaya, muhatabını şiddete ayartmaya ve şiddet içinde takdim edip itibarsızlaştırmaya soyunan hâkim siyaset karşısında barış ve demokrasi mücadelesinin merkezini tutmak kaçınılmaz. Tabii, bıçak sırtından nereye yol alınacağını belirleyecek olası güçlerden biri de CHP –ne kadar, ‘millî mutabakat’ parantezinden dışarı çıkacak? Millî mutabakatın derinlere uzanan –siyasi/ideolojik- ipini kararlılık ve istikrarla ne zaman koyverecek? Kadim akrabalık ilişkilerinden arınabilecek, ‘halk’ın partisi olabilecek mi?