Son günlerde, hem Kürtler’e yönelik sivil ve askeri şiddetin geçtiğimiz yıllara nazaran yoğunluğunun artması hem de bu şiddetin Türkiye coğrafyasının hemen hemen bütün bölgelerinde görünürlük kazanmasıyla birlikte “Kürt sorunu”, bazı Türkiyelilerin zihinlerini ve vicdanlarını meşgul etmeye başladı. Bazı Türkiyelilerin diyorum, çünkü başka bir kesimin zihinlerini ve vicdanlarını işgal eden Kürt coğrafyasında yaşananlardı. Bazılarınınsa vicdanlarını hiç meşgul etmedi, ama onlar zaten bu yazının konusu değil. Bu yazıda amacım, meseleye olanca soyutluğu içinde “Kürt sorunu” olarak bakan, yani bilinçli veya bilinçsiz, Türkiye’deki sömürgeci egemenlik geleneğinin kendi kavramsallaştırmasının sınırları içinde bakan, ama kendisini Türk/iye devlet geleneğine karşı mesafeli, hatta onun tam karşısında tanımlayan sol liberal ve/veya sosyalist entelektüellerin ve muhaliflerin Kürt coğrafyasında yaşananlarla ilişkilenme biçimlerini analiz etmektir. Beni bu yazıyı yazmaya iten en temel nedenlerden biri ise, son zamanlarda, bazı Kürt olmayan akademisyen ve entelektüellerin tekrar tekrar şiddetin ne kadar kötü olduğuna dair hatırlatma yapmakta duydukları yoğun ihtiyaçtır. Bu noktada düz ve direk sorum şudur: Neden bazı Kürt olmayan entelektüeller, akademisyenler ve sol muhalifler bu tarihsel anda, yani kendi deyimleriyle “iki tarafın da” şiddet kullandığı bu dönemde, şiddetin ne kadar kötü olduğunu bu kadar yakıcı şekilde bize hatırlatma ihtiyacı içine girmişlerdir? Daha “sofistike” sorum ise şudur: Eşitliğin nasıl bir soyutlama olduğuna, soyutlamanın kendisinin bir ideoloji olduğuna, ideolojinin nasıl bir şiddet ürettiğine dair uzun uzun, ince ince yazılar yazabilecek kapasitede olan Marksist entelektüeller ve biraz Marksist terminolojiden anlayan liberal veya post-yapısalcı entelektüeller, nasıl oluyor da bu içinden geçtiğimiz tarihsel, toplumsal anda aniden ve hızlıca “iki taraf” deme ve bu tarafları eşitleme kolaylığına kaçabiliyorlar? Nasıl oluyor da, eşitlik kavramının ta kendisinin burjuva toplumunun bel kemiği olduğunu, eşitlik diye bir şeyin olmayan, olamayacak bir şey olduğu için ideolojik bir güç olduğunu, dolayısıyla eşitlik kavramı kullanarak veya eşitlemeler üzerinden yapılan her analizin nasıl hayatın çatışmaları ve dinamizmi içinde yaşananları görünmez kılma etkisi olduğunu ve bunun nasıl hep ezilenlere şiddet olarak geri döndüğünü unutuyorlar? Bu unutmayı ve onun yol açtığı şiddeti mümkün kılan nedir?
Beni bu yazıyı yazmaya iten ikinci temel neden de, yine bu grubun, HDP ve PKK’nin ne yapması gerektiğine dair birbiri ardına yaptıkları açıklamalardır. Bu durumda da sorum şu: Yine ince ince, uzun uzun tarihsel materyalizm üzerine yazılar yazabilecek kapasitede olan bu entelektüeller, nasıl oluyor da, HDP’nin varlığına ve başarasına yol açan tarihsel süreci unutabiliyorlar? Nasıl oluyor da, sol ve halk muhalefeti açısından yenilgiler ve başarısızlıklar tarihiyle dolu bu coğrafyada HDP’nin iğneyle kuyu kazarak ve uzun yıllara dayalı bir mücadele sonucunda oluştuğunu ve bu mücadelede Kürt halkının payını unutuyorlar? Nasıl oluyor da, her politik örgütün bizatihi halk tarafından var ve mümkün kılındığını çok iyi bilen Kürt olmayan bazı entelektüeller ve muhalifler, Kürt Halkı, PKK ve HDP arasındaki toplumsal ilişkiyi göremiyorlar? Nasıl oluyor da Kürt Özgürlük Hareketinin bütün toplumsal hareketlerde olduğu gibi çoklu, dinamik ve dolayısıyla çatışmalı-yaratıcı yapısını kabul etmek istemiyorlar? Bizi durmadan komplocu bir bakışla düşünmeye çeken ırkçı kapitalist toplumsal alanda, nasıl oluyor da komplocu bakışın etkisinin ne olduğunu unutup, “PKK içindeki bir takım güçler”, “HDP içindeki bir takım güçler”le başlayan cümleler kurarak, toplumsal analizi bir yana bırakıp, komplocu düşünme biçiminin yaygınlaşmasına katkı yapıyorlar? Düz ve direk soruyorum: Türkiyeli bazı aydınlar, akademisyenler ve sol muhalifler, ve muhtemelen sağ da, Kürt coğrafyasında kitleler “PKK halktır” diye slogan atarken, neden buna inanmıyor, bu sesi neden duymuyorlar? Neden o sesin ardında başka bir güç (o gücün içinde de başka bir güç) arıyorlar?
Bu soruları cevaplayabilmek için, Türkiyeli bazı Kürt olmayan aydın ve muhaliflerin Türklükle ilişkilerini sorunsallaştırmak/sorgulamak gerekir. Bu cümleyi kurarken, Kürt olmayan biri olarak, kendimi de bu sancılı sorgulama ve sorunsallaştırma sürecinin asla dışında tutamayacağımı da not düşmek isterim. Ama, daha da geriye gidecek olursak, öncelikle Kürt’ün karşısında Türk nedir, kimdir, onu anlamaya çalışmamız gerekiyor. Ne tuhaftır, aslında Türklük nedir üzerine birçok eleştirel akademik metin yazıldı. Türkiye’de Kürt olmak nedir üzerine de birçok eleştirel çalışma yapıldı. Kimlikler, ilişkisel olarak kurulur. Ve, Kürtlük, Türklükle ilişkisi üzerinden, Türk’ün Öteki’si olması üzerinden çokça tartışıldı. Türklük de Batılıyla/Avrupalıyla ilişkisi üzerinden çokça tartışıldı. Ama, Kürdün karşısında Türklük nedir, Kürtlükle ilişkiselliği üzerinden Türk özne nasıl kurulur, Kürtlüğün tahayyül biçimleri Türklerde nasıl bir duygusal ihtiyacı giderir, pek tartışılmadı. Bu tartışmanın yapılmamış olması zaten Türk-Kürt ilişkisine dair başlı başına çok şey anlatıyor.
Türk, belki de her şeyden önce, “orada bir köy var uzakta gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” şarkısına inanarak büyüyendir. Yani uzaktaki, gitmediği, görmediği köye dair hak ve sahiplik iddia edebilendir. Kimi Türk, o köy “bizim” köyümüz olduğu için, uzaktaki o köye gidip orada yaşayanlara “burası benim, sen çık git buradan” diyebilir, kimi Türk de, o uzaktaki köydekilere, acıyıp yardım etmek isteyebilir, onları içinde bulundukları sefaletten kurtarmak isteyebilir, “eğitmek”, “aydınlatmak” isteyebilir, vs. vs. Çünkü, içinde insanlar yaşayan o köy onun köyüdür. O köyde yaşayan köylüler de, onun köylüleridir. Köyle birlikte, sanki neredeyse köylülere de sahip olduğunu hisseder. O “uzak” köye ve köylülere dair bin bir çeşit duygu taşır ve o duyguyu da kamusal olarak anons etmekte bir beis görmez. Çünkü, o köyün kendisinin olduğuna inanmıştır; Türk ayrıcalıklıdır, sahiptir. Ayrıcalıktan vazgeçmek kolay değildir. Hele de bir yanın Batı karşısında eziklik duygusuyla kuşatılmışsa, ayrıcalıktan vazgeçmek daha da zordur.
Türklük kendisine ait olmayana dair hak iddia etmekle, çeşitli duygusal yatırımlara girmekle ve uzak köylere dair fikir beyan etmekle başlayabilir diyebiliriz. Türkiye coğrafyası içindeki sömürgeci egemenliğin şekillendirdiği Kürt tahayyülü karşısındaki Türk, gitmediği görmediği, görse bile orada yaşamak istemeyeceği diyarlara dair fikir beyan edebilme hakkı olandır, oralara dair neredeyse doğuştan bir bilgiye sahip olduğuna inanabilendir. Peki neden böyledir? Bu bilmişlik hissi nereden gelir?
Bilgiyle iktidar arasındaki ilişkiyi, bilginin nasıl bir iktidar alanı açtığını biliyoruz. İktidar kurmak ve iktidarı kollamak için bilgi gerekir. Bunu da en iyi sömürgeci idareciler bilir. Antropoloji disiplininin ve bölge çalışmaları bölümlerinin (örneğin, Ortadoğu Çalışmaları, Asya Çalışmaları, Latin Amerika Çalışmaları) ortaya çıkışı, bu bölümlere ayrılan muazzam fonlar hep sömürgeci yönetme ve bilme arzusuyla ilgilidir. Sömürgeciler, bir coğrafyayı ve o coğrafyadaki halkı bilmeden yönetemezler. Ama, hep yabancı oldukları için de, hiç bir zaman tam bilemezler, o ayrı. Yine de, sömürgeci, yabancı toprakları gereğinden fazla bilen, ya da bilmeye çalışandır. O topraklara dair yalan yanlış bilgi üreten, o toprakların tarihini kendisiyle başlatan, yabancı toprakların merkezine kendisi koyan/koymaya çalışandır.
Bilme ve iktidar ilişkisi, öznellik alanına da taşınan bir ilişkidir. Franz Fanon, sömürgeci iktidarın toplumun içinde yaşayan bireylere dışsal bir şey olmadığını, aksine bedenimizin, aklımızın ve duygumuzun içine girdiğini, bizim var olma biçimimizi şekillendirdiğini ve duygusal varlığımızın sınırlarını çizdiğini vurgular. Bunu şöyle de okuyabiliriz: İktidar ya da iktidarın çeşitli veçheleri öznenin içinde asimile olur, onun bir parçası haline gelir. Kürt olmayan, Kürt coğrafyasında yaşamayı deneyimlememiş, hayatının hiç bir evresinde Kürt bir çocuk, Kürt bir genç, Kürt bir kadın, Kürt bir erkek olarak yaşamamış insanların o coğrafyada verilen toplumsal mücadeleye dair, daha çok ve daha iyi fikir ve bilgi sahibiymişçesine konuşmaları, yazmaları bana iktidarın sahip olduğu bilgiyi ve bu (bilgili) iktidarın Türk öznenin içinde nasıl asimile olduğunu düşündürtüyor; devlet ve onu eleştiren aydın ve muhalif arasındaki bilgi-iktidar düzlemindeki benzerliği düşündürtüyor. Biri, iktidarı için bilmek istiyor, bilgi topluyor, bilgi üretiyor. Bilgisi, iktidarını devam ettirme arzusundan geliyor. Peki, diğerinin bilgisi nereden geliyor? Fikri nereden geliyor? Kürtlerin ne yapması gerektiğini nereden biliyor? Kürt coğrafyasında ve Türkiye’nin diğer kısımlarında, Kürt olarak doğan ve yaşayan, Kürt Özgürlük Hareketinin kurucusu ve devam ettiricisi olan, çok sevilen HDP’nin bu kadar başarılı olmasında inanılmaz bir emeği olan Kürtler neden onlar kadar iyi bilemiyor?
Burada durup, uzunca düşünelim...
Bu coğrafyada Kürt olmak üzerine çokça yazıldı. O yazılan metinler, neden Kürtlerin bilemeyeceğinin varsayıldığının cevabını çok iyi verir. O yüzden, şimdi, burada Kürtlerin Türk’ün karşısında nasıl tahayyül edildiğini sıralamak içimden gelmiyor. Ne acıklı ki, bu zaten hepimizde hali hazırda olan bir bilgi. Ben bugün şunu soruyorum: Neden bazı Kürt olmayan entelektüeller ve sosyalistler, kendilerinin bilebileceğini var sayıyor? Bu kibirli varsayım nereden geliyor? Nasıl oluyor da, Kürt coğrafyasında, o içinde yaşamadıkları uzak diyarda, silahların ne zaman susması gerektiğini daha iyi bildiklerini sanıyorlar? Bu inancı var ve mümkün kılan ne?
Bu inancı var ve mümkün kılan, içselleştirilmiş, ruhlara işlemiş Türk devlet iktidarıdır; Kürtler sayesinde hissedilen Türklüğün ayrıcalığıdır. Bu coğrafyada, hayali Kürt aynasından yansıyan görüntüsüne inanmış Türk, özellikle de cinsel ve sınıfsal ayrıcalıklara sahip olanı, deneyimlemeye gerek kalmadan daha iyi bildiğine inanabilendir. Deneyimi olmadan, uzak coğrafyalara dair fikri ve bilgisi olabilendir. Kürtlüğün karşısında tahayyül edilen Türklüğe dönüp bak(a)mamış/mesafe al(a)mamış Türk entelektüeli ise en iyi bildiğine inanan/inanmış olandır. Türklüğün getirdiği ayrıcalıkları ve sınıfsal ayrıcalıkları sayesinde hem uzak hem de yakın diyarlardaki ezilenlerin, yoksulların, mağdurların ne olduğunu, ne yapması gerektiğini en iyi bildiğini sanan, böylece hem uzaktaki hem yakındaki halka uzak ve yabancı olandır; kendini onların üzerinde görendir, halk olmadığını sanmaktan nerdeyse bedensel bir haz alandır. Sömürgecilik dünyanın her yerinde bu tarz bir öznellik üretir. Benzer bir şekilde Fransız da Cezayir için en iyi olanı bilir, onun için duygulanır, onun için üzülür, onun için sevinir; İngiliz de Hindistan için. Ne çok İngiliz entelektüeli vardır, iki haftalığına gittiği Hindistan’a dair koca koca kitaplar yazan.
Fanon, sömürgeleştirilenin ilk öğrendiği şey, yerini bilmektir der; belirli sınırların dışına çıkmamaktır. Sömürgeleştirilen, yoksuldur, mazlumdur, sessizdir, ezilmiştir ve öyle kalmalıdır. Sömürgeleştirilen, hem kendisine şiddet uygulanandır, hem de acınan, yardım edilmek istenendir. Sömürgeleştirilen, cahil, mazlum ve ezilmiş olduğu için, sömürgeci ülkenin esas vatandaşları, zeki, eğitimli, mağrur ve yardımseverdir. Fanon’a göre sömürgeleştirilenin silahlı mücadelesi, sömürgeleştirilene egemen tarafından açılan yeri, ona uygun görülen öznelliği parçalar. Bugün Kürtler parçalanıp, öldürülürken, coğrafyaları kelimenin birçok anlamıyla yangın yerine dönmüşken, olanı iki tarafın savaşı olarak görmek, ses çıkaran, kendini savunan Kürtlere “silahı bırak, şiddet iyi değildir” demek çok bilmişliktir. Bu ülkede, uzunca bir süredir, şiddetin ne olduğunu, ne yaptığını, ne anlama geldiğini en iyi Kürt coğrafyasında yaşayanlar biliyor. Deneyimleriyle, ruhlarıyla, bedenleriyle biliyorlar...
Barış silahların susmasıyla gelmeyecek... Barış, çok kitap okumuş, ama hiç bir zaman “kendime güvenimin ne kadarını Türkiye’deki Kürt tahayyülüne borçluyum?” diye kendisine sormak aklına gelmemiş Türk entelektüeli ve solcularının, Kürtlere ne yapmaları gerektiğini söylemeleriyle de gelmeyecek. Barış için Türk entelektüeli ve solcusunun bir işlevi olacaksa eğer, Türklükten ve cinsel ve sınıfsal ayrıcalıklardan gelen kibrin farkına varılması ve bundan utanç duyulması başlangıç için önemli bir adım olacak. Bu kibirli Kürt tahayyüllüyle, Türkiye’deki egemen Kürt tahayyülü arasındaki benzerliğin farkına varılmadığı sürece Kürtlere yönelik çok cepheli şiddetin bir parçası olmaya devam edilecek.