Sağlık da hastalık da sosyal olarak inşa edilen ve tarih boyunca kendilerine atfedilen farklı anlamlarla yeniden üretilen kavramlardır. Dolayısıyla Batı tıbbının Antik Yunan’dan Ortaçağ’a, Aydınlanma Dönemi’nden günümüze geçirdiği aşamaları incelemek sadece hastalıkların teşhis ve tedavilerinin, cerrahi prosedürlerin, hastanelerin ve deneysel tıbbın değil, aynı zamanda sağlığa, hastalığa ve medikal tedaviye ilişkin fikirlerin tarihidir.
Eğer ortaya mevcut tıbbi pratiklerle ilgili statükoyu sarsacak bir fikir atılacaksa, öncelikle yerleşik fikirleri doğuran koşulları ve bu fikirlerin tarihini incelemekte yarar var. Bugün tüm endüstrileşmiş ve endüstrileşmekte olan ülkelerde yerleşik bir inançla ve yaygın bir şekilde uygulanan - ortodoks, konvansiyonel, bilimsel gibi sıfatlarla da anılan[1]- Modern Batı Tıbbı biyomedikal modele dayanmaktadır. Biyomedikal tıp yüksek teknoloji, hastane ve ilaç tedavisi odaklı, devlet kontrolünde bir tıptır, bu anlamda “resmi” tıptır. Bu modelin dayandığı düşünsel temellerin anlaşılması, bugün modern okul tıbbı statükosunun yarattığı sorunların anlaşılabilmesi ve bu düşünce tarzına alternatifler geliştirmek açısından önemlidir.
Biyomedikal Model
Modern bilimsel tıbbın kavramsal çerçevesini oluşturan biyomedikal model, Batı’da Aydınlanma sonrası yaşanan felsefi değişimlerin tıptaki yansımasıdır. Metafizik tıptan bilimsel seküler tıbba geçişin yaşandığı bu süreçte fiziksel indirgemecilik ve zihinsel, spirituel/teolojik olanın marjinalize edilmesi söz konusudur. Metodolojisi ampirizme dayanan biyomedikal modelde öznelliği mümkün olduğunca ortadan kaldırmak amaçlandığından, dogmalara ve inançlara değil olgulara dayanıldığı ve tıbbın kanıta dayalı bir doğa bilimi olduğu iddiası hakimdir. Bu pozitivist altyapı, modern tıpta insan bedeninin sadece fiziki bir varlık olarak ele alınmasının en önemli gerekçelerinden birini oluşturmuştur. Biyomedikal modelde sağlık, hastalığın yokluğu olarak tanımlanır. Sadece patoloji, biyokimya ve fizyoloji gibi fiziksel süreçler dikkate alınır. Oysa sağlık, tek başına doğa bilimlerinin araştırma metotlarıyla anlaşılabilecek ve açıklanabilecek bir alan değildir; sağlığın nesnel olduğu kadar, zihinsel, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutları vardır. Biyomedikal model hastalığın bu boyutlarını gözardı ederek sadece fiziksel varlıkla ilgilenir; insanı beden-zihin bütünlüğü içerisinde ele almaz.
Biyomedikal modelde hastalık vücuttaki biyolojik mekanizmalardaki bir bozukluğun ifadesidir ve hekimin görevi bu bozuk mekanizmayı düzeltmek için fiziksel veya kimyasal olarak müdahale etmektir. Bu modelde bilimin araştırma alanı vücut organları ve fonksiyonlarından hücre ve en son molekül düzeyindeki araştırmalara kaydıkça, beden ve zihni bir arada değerlendirecek bütünlükçü bir sağaltım yaklaşımından uzaklaşılmıştır. Hastalık denilen olgu tamamen ya da kısmen yaşam şartları ve yaşama tarzından kaynaklanırken, okul tıbbının önerdiği çözüm tamamen biyomedikaldir. Hastalık pek çok faktörün bir arada bulunmasıyla ortaya çıkarken, bu model tek bir neden veya tedavi üzerinde odaklanır.
19. yüzyıl ortalarında uygulanmaya başlanan biyomedikal modelin 21. yüzyılda vardığı noktalardan birisi de tıptaki aşırı uzmanlaşmadır. Uzmanlık alanları arttıkça hekimler bedeni oluşturan parçalar ve sistemler hakkında daha fazla bilgiyle donatılıyor, ancak buna paralel olarak bedenin bütünü, parçaların ve sistemlerin birbirleriyle ilişkisi hakkındaki bilgileri azalıyor. Tıpta artan uzmanlaşma aynı zamanda hastanın birkaç uzman tarafından değerlendirilmesini gerekli gördüğünden, kişinin bütünsel varlığıyla ilgilenmek mümkün olmamaktadır. Bu, insan bedenini öyle bir parçalamadır ki öncelikle beden zihinden ve çevresinden koparılmıştır, sonra da fiziksel beden onlarca parçaya bölünmüştür. Biyomedikal model sadece bedeni parçalara ayırmakla kalmaz, hastalıkları, bunları teşhis yöntemlerini ve tedavileri de kompartmanlara ayırır. Bu süreçte, hekimliğin zanaat boyutu da tasfiye edilmiş, hekim bedenin belli bir bölümünden sorumlu bir teknisyene dönüştürülmüştür.
ABD’li kardiyolog Dr.Alejandro Junger modern tıbbın insanın biyolojik varlığının giderek daha da küçük parçalarını inceleme alanı olarak belirleyen mikro teknolojilere odaklanmasının, insan varlığının büyük resmini görmeyi engellediğini belirtiyor. Dr.Junger’e göre, bu organ bazlı mikro bakış açısı, tıpta giderek artan “süper uzmanlaşma”, daha yeni tıbbi teknolojiler geliştirmek ve daha çok ilaç tüketimi modern zaman hastalıklarının iyileştirilmesine katkı sağlayamaz. Toplumda maddi ve manevi olarak büyük zarara yol açan bu sağlık sorunları, Dr.Junger’in de belirttiği gibi, büyük resmi görmemizi sağlayacak olan, insanın fiziksel ve zihinsel bütünlüğünü dikkate alan bütünsel (holistik) bir bakış açısı geliştirerek çözülebilir. Dr.Jeremy Swayne de aynı şekilde, modern okul tıbbının biyomedikal modelinin ve tarih boyunca biriktirdiği tüm kazanımlarının çok önemli olduğunu, ancak biyolojik iyileşme süreçlerine odaklanan bu modelin bütünsel sağlık yaklaşımıyla desteklenmesi gerektiğini savunuyor.
Modern okul tıbbının günümüzde geldiği noktada, herkes potansiyel olarak hastadır, çünkü herkesin modern tıbbın ileri tetkik-tanı teknolojileriyle saptanabilen ve medikal endüstri çarklarının dönebilmesini sağlamak için mutlaka “tedavisi gereken bir hastalık” olarak tanımlanacak kendine özgü bir risk faktörü profili vardır. Herhangi bir şikayetle doktora gitmeniz, medikal tanının hekim tarafından yorumuyla hasta ilan edilip ömür boyu ilaçlara mahkum edilmeniz tehlikesini içerir. Bu model, insan yaşamını tıplaştırarak öngörülebilir ve kontrol edilebilir bir sistem yaratmaya çalışır. [2]
Yaşamın tıplaştırılması [3]
En genel tanımıyla tıplaştırma, çoğunlukla sosyal içerikli problemleri veya insanın yaşam döngüsüne ait doğal süreçleri (gebelik, doğum, menopoz, yaşlılık gibi) tıbbi sorunlar olarak değerlendirip bunları tıbbi müdahale gerektiren durumlar olarak tanımlamaktır.[4] Yaşamın tıplaştırılması, tüm bu sosyal ve doğal olaylar üzerinde medikal otoriteyi güçlendirir. Bu otorite ve yargı yetkisi, tek başına doktora veya hastaneye ait değildir; otorite ilaç şirketleri, devlet bürokrasisi, araştırma görevlileri gibi değişik aktörlerle paylaşılır. Bu anlamda karşımızda ciddi bir şekilde örgütlenmiş bir tıp oligarşisi söz konusudur. Sağlıkta mesleki tekelciliğin ve bilimciliğin eleştirisini yapan Ivan Illich, yaşamın tıplaştırılması sürecinde hastanelere, ilaç tedavisine ve uzmanlaşmış bir sağlık ekibine dayanan profesyonel sağlık sistemlerini 3 nedenden dolayı hasta edici bulur: Klinik zararları verdiği yarardan fazla olduğu, toplumu sağlıksız kılan koşullarla savaşmak yerine bunların üzerini örttüğü ve kişinin kendi kendini iyileştirme ve çevresini biçimlendirme gücünü elinden aldığı için. Hasta olup yardıma ve ilgiye ihtiyacı olan insanın en çok ihtiyaç duyacağı şey “güvenilir” bir otoritenin kendisine yol göstermesidir. Bu anlamda modern okul tıbbı, yarattığı kontrol sistemiyle insanların güvenlik ihtiyacına cevap vermektedir.
Kendi bedeninin sorumluluğunu alabilmek
Sağlık, siyasetin en saldırgan ve bedenimize direkt etkileri olan bir alan olmasına rağmen Türkiye’de sağlık siyaseti en az konuşulan, üzerine en az kafa yorulan alanlardan. Bu durum sağlık, hastalık ve tıp konularının belli bir uzmanlık alanının tekelinde, biz “sivillerin” anlamadığı farklı bir terminolojisi olan ve tıbbi formasyonu olmayanların bu konularda söz söylemeye yetkisi olmadığı ön kabulüne dayanıyor.
Demokratik çoğulcu toplumun gereklerinden birisi, kendisine önerilen sağlık seçeneklerini sorgulayabiliyor yetenekte olmasıdır. Ancak burada zorunlu gördüğüm sorgulama, ülkemizde sağlığın sorunları denince ilk akla gelen hastane, ilaç ve doktora erişimin kolaylaştırılması, daha çok hastane ve daha çok tıbbi teknoloji gibi genelgeçer ve popüler siyasete ilişkin sağlık sorunları değil, sağlıktan ve hastalıktan kastedilenin ne olduğu ve optimum sağlığın nasıl sağlanacağına ilişkin bir tartışmadır. Hem düşünsel alanda hem de pratikte bütünsel ve ekolojik bir sağlık anlayışı kazanmak, toplum olarak birtakım ezberlerin bozulmasından geçiyor. Öncelikli soru hastalığın adını koymaktan ve nasıl seyrettiğinden ziyade, neden oluştuğu ve nasıl önlenebileceği olmalıdır. İkinci planda, oluşmuş hastalıkların sağaltımında beden-zihin bağlantısını dikkate almadan bedeni bir makineye indirgeyen biyomedikal model eleştirilmelidir. Tıp mesleğinden olmayan kişilerin de hem kendi bedenleri hakkında hem de yerleşik sağlık ve sağaltım yaklaşımları hakkında eleştirel bir bakış açısı geliştirip söz söylemeye ve denetim gücünü kullanmaya başlamasıyla sağlık alanında daha aktif ve demokratik bir kamuoyu yaratılabilir.
[1] Kolonyal dönemde bir sömürgeleştirme aracı olarak da görülen Modern Batı Tıbbı, kolonyal tıp, devlet tıbbı, beyaz adamın tıbbı (white man’s medicine) gibi isimlerle de adlandırılmıştır.
[2] Mahatma Gandhi devlet destekli biyomedikal tıbbı ilk eleştirenlerdendir. Batı tıbbının, kolonyal gücün Hindistan’daki en önemli sosyal kontrol aracı olduğunu, bu tıbbın sadece endüstriyel kapitalizmin hasta ettiği insanları iyileştirdiğini ve etik dışı, sömürücü olduğunu savunur.
[3] Tıplaştırma teorisi (medicalization) 1970’lerde Irving Zola, Peter Conrad ve Ivan Illich tarafından geliştirildi ve o zamandan beri tarih, antropoloji, sosyoloji, medikal emperyalizm, medikal sosyoloji ve feminizmle ilgili çalışmalara konu edilerek sosyal bilimler literatüründe temel bir kavram haline geldi.
[4] Örneğin gebeliğin kadının kendisinin yönettiği kişisel bir alan olmaktan çıkarılıp tıbbi bir alan olarak tanımlanır olması ve bu süreçte kadınların kendi bedenlerine güvenlerini kaybetmeleri, profesyonellere bağımlı hale gelmeleri ve yersiz endişeler kazanmaları gebeliğin tıplaştırılmasına bağlanmıştır. (Morgan, 1998; Oakley, 1984).