Olumsuzun Gücü

“Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir”

Walter Benjamin

Dünyayı değiştirmek mümkün müdür? Bunun mümkünlüğünün sorgulanması ne anlama gelmektedir? Verili olanın cazibesinin ya da “olmak zorunda” olanın cazip olarak nitelenmek zorunda olduğu cehennemin karşısında, alternatifin olabilirliğine inanmanın gerekliliğinden dem vuran ve kudretini alternatifin olanaksızlığından alan tahayyüllerin şansı ne ölçüdedir?

Deneyimlemekte olduğumuz bu “sistematikleştirilmiş dehşetin” ne olduğunun bir analizi Frankfurt Okulu üyelerinden Herbert Marcuse’un Tek Boyutlu İnsan kitabında sunulmuştu. 68 öğrenci hareketlerinin manifestosu haline gelen kitap ileri sanayi toplumunda teknolojinin gelişimiyle paralel olarak yükselen tahakkümü betimliyordu. Marcuse (1968: 20) daha kitabın giriş bölümünde şu iki karşıt varsayım arasında gidip geldiğini ifade ediyordu: “(1) İleri endüstriyel toplum, tasarlanmış bir gelecek için niteliksel değişimi sınırlayacak yetenektedir; (2) bu sınırlamayı kırıp, toplumu yok edecek eğilimler ve güçler vardır.” Fakat ona göre egemen olan birinci eğilimdi. Çünkü bu toplumda baskı ve denetlemenin inanılmaz biçimleri mevcuttur ve insan hayatının en mahrem alanlarını bile kapsamı içersine alan totaliter “sistem” yalnızca mevcut toplumsal işleyişi değil olası işleyiş kalıplarını da belirlemektedir.

Bugün, içerisinde bulunulan yanılsamanın verileriyle tanımlanan özgürlüğün, insani yetilerin aşkınlığından arınmış bir yalan olduğunu görmek zordur. Ayrıca bu özgürlük söylemi tek boyutlu düşünce ve davranış kalıbı için etkili bir motivasyondur. Oysa ki “ileri endüstriyel toplumda, rahat, akla yakın, pürüzsüz, demokratik bir özgürsüzlük hüküm sürer” (Marcuse; 1968: 27). Özgürsüzlüğün akla yatkınlığı ya da akılcılığın akıldışılığı bu baskı rejiminin temel ideolojik karakteridir. Köleliğin çeşitli biçimleri toplumun değişik katmanlarında bulunan insanların yaşantısı içinde ortak bir giz olarak bulunur. Bu bakımdan “tek boyutluluk” kavramı modern insan için söz konusu olan ontolojik dramı ifade eder. Seçimleri ne olursa olsun teknolojik tahakküm çerçevesinde bireyin bu denli edilgin konumlanması esasen onun “seçeneklerin nesnesi” olduğu anlamına gelir. Güvenle sarıldığı mantığının gerçekte mantıkdışı olabileceği fikrinin mantıksızlığına kanaat getirmesidir onu köleleştiren.

Marcuse (1968: 32) gerçek ve yapay ihtiyaçlar arasında bir ayrıma gider. Gerçek ihtiyaçlar hayati olanlar, asgari sosyo-ekonomik gereksinimlerdir. Yapay ihtiyaçlar ise “bireyin kontrolü dışında belirlenen sosyetik içerikli bir fonksiyona sahiptir” ve bireyi baskı altında tutmaya yarayan üretilmiş gereksinimlerdir. Gerçek ve yapay ihtiyaçların kesin sınırlarını çizmek ve bunların ne olduğu konusunda hüküm vermek son kertede bireyin kendi kararıdır. Ancak bugün teknolojik öğeler insanların kişisel alanında işgalci güçler olarak bulunur ve organik duyular bile belirli dış etmenlerin yarattığı çağrışımlara tutsak olabilmektedir. Sözgelimi en basit şekilde kişinin beslenme ihtiyacı ve bundan dolayı yiyecek herhangi bir şeye gereksinim duyması ile kişinin durduk yerde “canının sadece pasta istemesi” ayrı şeylerdir. Belki de sürecin içinden çıkılmaz bir hal alışının nedeni burada yani ekmek ve pasta arasındaki farktadır. Üretilmiş gereksinimler birincil olanları geride bırakmış ve şekilci bir “ethos” yani burjuva ahlakının tutumları kutsanmıştır. Ve artık ekmekle değil pastayla ilgilenen proleterlerden hala bir “devrim” bekleyebilir miyiz?

Marcuse, Karşıdevrim ve Başkaldırı adlı kitabında gelişmiş kapitalist ülkelerde kapitalist gelişimin en yüksek basamağının aynı zamanda en düşük devrimci potansiyele tekabül ettiği olgusuna dikkat çeker. Marksçı kuramda işçi sınıfını potansiyel olarak devrimci kılan üç niteliği şöyle tasnif eder:

Üretim sürecini yalnızca o durdurabilir

Nüfusun çoğunluğunu oluşturur

Kendi varoluşu bile insan olmanın olumsuzlamasıdır

Marcuse’a göre (1991: 38) “bu üç nitelikten yalnızca birincisi, Amerikan işçi sınıfının proletaryanın çağcıl mirasçısı olarak adlandırılabilecek kesimine, mavi yakalı emekçilere uygulanabilir”.

İleri kapitalist toplumlara ilişkin yorumlarda sık bahsi geçen “işçi sınıfının sistemle bütünleşmesi” olgusunu Marcuse temel üretim güçlerinde yaşanan bir dönüşüme (otomasyon) bağlamaktadır. Hakim teknolojik mantık siyasal vazifesini de en iyi şekilde yerine getirmektedir çünkü üretim ilişkilerinin yapısında mevcut bulunan ideoloji üretici olan-olmayan işleri kaynaştırır, mesleki özerkliği yok eder, tek boyutluluğu kabul ettirir. “Kapitalizmin bundan önceki dönemlerinde proletarya gerçekten yük hayvanı durumundaydı. Yaşamın ihtiyaç ve lükslerini kendi bedeni çalışmalarıyla üretiyor; öte yandan da pislik ve yoksulluk içinde yaşıyordu. Böylece içinde bulunduğu toplumun canlı bir yadsıması durumundaydı. Bunun tersine olarak, teknolojik toplumun ileri bölgelerinde örgütlenmiş işçi bu yadsımayı daha az göze batan biçimde sürdürmekte; toplumun iş kesimindeki diğer insani unsurlar gibi, yönetilen insan yığınlarının meydana getirdiği teknolojik topluluğa katılmaktadır” (Marcuse; 1968: 56).

“İşgücünün gittikçe teknolojinin bütün tasarımının bir parçası haline gelmesine yol açan mekanikleşme, hala yabancılaşmanın odak noktasıydı. Ama acımasızlığı, sertliği ayan beyan ortada olan çalışma ortamlarının tedricen ortadan kalkması, insanın makineye köle olmasının üzerini örtüyordu. Dahası makinenin kendisi de, el emeği ile kafa emeği arasındaki ayrımları silen çok daha kapsamlı teknik organizasyon sistemleri içinde massedilmiş durumdaydı… İşçilerin sömürülme kimliklerini yitirmeleri gibi diyordu Marcuse, kapitalistler ve iş idarecileri de açıkça sömüren sınıf olma kimliklerini yitiriyorlardı” (Giddens; 2000: 228).

Marcuse’a göre (1968: 17) bugün burjuvazi ile proletarya yine temel sınıfları meydana getirse de “kapitalist gelişim, bu iki sınıfın yapısını ve işleyişini öylesine değiştirmiştir ki, artık bunlar tarihsel değişimin birer öğesi olmaktan çıkmışlardır”. Bugün ileri endüstriyel toplumlarda kapitalist teşebbüslere işçinin de katılması, borsa ve hisse senedi satışlarıyla düşük gelirli sınıfların da sermayeye ortak edilmesi, sendikaların devlet ve işverenle uzlaşma eğilimi gibi olgular, proletaryanın devrimci potansiyelinin yok olduğunun yani bir parçası durumuna geldiği tek boyutlu toplumun kaderini paylaşmakta olduğunun göstergeleri olarak kabul edilmektedir.

Son derece “akılcı” temeller üzerine yükselen ileri endüstriyel toplumda refah seviyesinin yükselmesi “özgürlüğün kullanım değerinin düşüklüğünü” beraberinde getirir. İsraf üretimiyle artan işveriminin giderek çoğalan bir artık-ürün yaratması ve bunun dağıtılması sonucunda hayat standardının yükselmesi, boyunduruk altındaki bilincin karşı çıkış temelini anlamsızlaştırır. “Karşıtların, tek boyutlu siyasal davranış için yan yana getirilmelerindeki ussal ve maddesel temel işte budur. Bu temel üzerinde, toplumun içindeki aşırı siyasal güçler engellenir ve niteliksel değişim ancak dış etkenle olanak kazanır. Soyut özgürlük kavramları uğruna, Refah Devletinin reddi, hiç akla yakın değildir” (Marcuse; 1968: 85). Üstelik “Refah Devleti” küresel güvenlik gibi bir çeşit paranoyak ilke etrafında örgütlenmiştir ve sürekli bir seferberlik ilanı ile savunma hissiyatında tuttuğu toplumu homojenleştirme çabasındadır. Bütünleştirici tahayyül olarak düşmanın varlığını yani sürekli bir tehdidi barışın temel şartı olarak kabul ettirmektedir.

Tarihin gelmiş geçmiş en büyük yüksekten atmalarının bireysel bilinç tarafından nasıl böylesine kolay kabul edildiğinin yanıtını şu ana kadar kısmen vermiş bulunmaktayız. Ancak yine de tek boyutlu toplumun anlam dünyasının dolaysız dilinin ekinliğine kısaca değinmemiz gerekebilir. Burada Orwell’ın yenikonuşuna benzer bir ifade politikası söz konusudur. “Bu dil, karşısındakilere bozulmuş ve kısaltılmış anlamı, gelişimi engellenmiş içeriği ve sunulanı sunulduğu biçim içinde almayı kabul ettirecek kalıplarla konuşur” (Marcuse; 1968: 133). İpnotize edici niteliğiyle yarattığı uyumculuk sayesinde bireyin koşullara hapsolmuşluğunu olumlu bir yüceltmeyle birlikte ifade eder. Bağlı olduğu nesnelerin bir uzantısı olarak tanımlanan modern insan burada siyasal erkin komutasına yenik düşer. Aynı ölçüde onun ifade yeteneği de aynı kısıtlanmışlığın bağımlısıdır.

Verili gerçekliğin ve olguların siyasal baskısının karşısına alternatif tasarımlar çıkarmak felsefenin boyun borcudur. Ancak bugün olumsuz tasarımların olumlu düşünce tarafından öğütülmesinin paralelinde hakim ideoloji bir şekilde “doğal” bir hakikat olarak yansıtılır. Bir “insan doğası” söylemi etrafında verili gerçekliğin dehşeti neredeyse ekolojik dengenin gereği olarak gösterilir. Araçsal akıl doğanın araçsallaşmasını “doğal” kabul eder ve evrensel amaçlar (yani başka araçlar) için doğayı sömürü teknolojisinin hizmetine sunar. Teknik rasyonalite çerçevesinde “doğaya kapitalistçe davranma” meşru kılınmıştır. Doğayı bir araca indirgeyen mantık özel mülkiyeti de “doğal” kabul eder.

Tek boyutlu düşünce, kabul edilmiş gerçekliğin karşısında tanımlanabilecek bir ikinci boyutun olanaksız olduğu noktadadır. Burada olumlama, önermelerin tartışmasız kabulü veya reddi ile düşüncenin gerçekliğe nispeten alaycılığını yok eden bir indirgemeyle gerçeküstü yaklaşımları işlevsizliğe sevk eder. Bu anlamıyla bilim, eleştirel düşünceyi katleden bir siyasal etmendir. Doğaya hükmetmek onun temel gayesidir ve bu amaçla doğal olanın teknik rasyonalite çerçevesinde algılanmasından zevk duyar. Böylelikle kendi içinde teknolojikleşen yani teknik amaçlarla bütünleşen bilimsel metot tarafsızlığını ilan etse de mevcut sistemi olumlayıcı bir niteliktedir. Bilimsellik ortaya çıkan her önermeye bir önkoşul olarak sunulduğunda eleştirel akıl huysuz bir sümkürme görünümünü alır. Düşünce ile gerçeklik arasındaki gerginlik ortadan kalkar. Modern dünyada bilimin dogmaları insan zihnini yeni bir cennet krallığı vaadiyle kandıran yeni bir kilisenin dogmalarından farksızdır. Bu tek yönlü anlaşma, bu bilinç hapishanesi, bu hakikat iddiası; büyünün bazı ilkel kabilelerde yarattığı kabusu andırır: Görünmeyen şiddet.

İleri kapitalist toplumlarda hakim ideolojik örüntüler mantığın simgesi durumuna gelmiştir ve bu mantık çerçevesindeki bir karşı çıkış eşit ölçüde “mantıksız” olacaktır. “Tek boyutlu toplumun totaliter eğilimleri, geleneksel protesto araçlarını ve yollarını etkisiz ve hatta, halk egemenliği yalanını sürdürmeleri bakımından tehlikeli kılar. Bu yalanın, doğru yönleri vardır; eskiden toplumsal değişimin mayası olan halk, toplumsal birliğin mayası olmaya yükselmiştir” (Marcuse; 1968: 326). İşte bu birlik sayesinde esasen bir karşıtlığı ifade eden “devlet” ve “toplum” kavramları bile özdeş kılınmış, ezilenlerin statükoyu savunması iktidardan daha hararetli bir hal almıştır. Burada eski bir evrim yasası işler gibidir: İçerisinde yaşadığı koşullara uyum sağlayabilen türler hayatta kalır. “Tek boyutluluk” modern bireyin edilgin niteliğinin farkında olmaksızın sahte bir etkinlikle yaptığı seçimlerde somutlaşmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz “ontolojik dram” bu bağlamda modern insanın iradesini reddeden bir nesne konumunda “mutlu” olabilmesini ifade eder. Yapay tüketim ahlakı, yenilmiş başkaldırı mantığı, sorgulanamayan bilimsel önermeler, kitle kültürü bunun temel göstergeleridir.

Kapitalizmin ilk dönemlerinde niceliksel değeriyle yani saat başına uygulanan ortalama emek miktarıyla birlikte anlaşılan insan bedeni bugün otomasyonun gelişmesiyle tüketim kapasitesi olarak tanımlanır hale geldi. Piyasa ekonomisinin ve ona bağlı toplumsal yaşamın içersinde bireyin kendisini tanımlama olanağı ancak belirli nesnelerin bir uzantısı olarak mümkündür. İnsanın bir diğer insandan farkının tükettiklerinin farkıyla özdeş olduğu bir evrende birey hem bir meta hem de müşteri, hem özne hem de nesne konumlarının özdeşleştiği “tek boyutlu” insanı ifade eder. Ona yönelecek gerçek bir “ne” sorusu bu gizi açığa vuracaktır. Değişim değeri toplumunun herhangi bir nesnesine yönelen “ne” sorusunun tek bir yanıtı olabilir: “Şey.”

Bu nesneler cehenneminin bir olumsuzlaması olarak estetiğe sığınılır. Verili gerçekliğin karşısında oluşturulabilecek alternatif ancak estetikte oluşur. Tekniğin olanaklarıyla yeniden üretilerek piyasa ilişkilerine girmesine rağmen bu sürecin yan etkisi sanata geçici bir özerklik sağlar. Sanat, mevcut olanın karşısında başka bir dünyanın varolabileceğinin ifadesini sunar. “Sanatın özgürleştirici mesajı toplumun şu anki eleştirisini aştığı gibi özgürleşmenin şu an ulaşılabilir hedeflerini de aşar” (Marcuse; 1991: 94). Ancak sınıflı toplumun bir eseri olarak kitlelerin oluşması sanata seçkinci bir nitelik kazandırmıştır. Bu bağlamda bir “özgürleşme imgesi” olarak sanatın kısmi ifadesinin geniş halk tabanında devrimci potansiyeli canlandırması olası gözükmemektedir.

Marcuse’a göre özgürlüğü elde etmek bireysel bir çıkışla değil toplumsal bir dönüşümle gerçekleşebilir. Ancak yine de; “kendilerini özgürleştirme gücüne sahip olan insanlar, aynı bireyler olsalar da, bugün statükoyu yeniden üreten insanlar olmayacaklardır. İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları gerektiği doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun, onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur” (Marcuse; 1991: 45).

Karmaşık yaşamının sadeliğini fark edemese de modern insan için bu nesneler cehenneminden kaçış umudu olarak, bir “gerçek seçim”, bir acı, bir farkındalık olarak “varoluş” her zaman yalanlara direnmeye devam edecektir. Fakat önceden aydınlatılmış aklın gölgesine düşen görüntüler hissedilebilirliğini yitirdiğinden, bu insani kaygı da “kendinde” birey için yeni umutlar doğurmaz. Koşulları tartışmanın yersizliğine kanaat ederek koca bir dünyayı karşısına alan entelektüel bir farkındalık boyutuna ermedikçe insan olabilirlikler içersinde kaybolmaya mahkûmdur. Nesnelerin içine batmış yaşamda beliren alışkanlıklardan vazgeçiş, bu mucizevî “varoluş” haricinde rastlantısaldır. Olanak; ancak ve ancak mutlak dikkatsizlik durumunda açığa çıkar. Bunun dışında bireysel düşünceler ve edimler en ahlaki durumlarda bile çıkarcı kaygılardan muaf değildir. Farkındalık ise; tüm bu dalavere içersinde ipleriyle savaşan kuklanın mücadelesidir.

Şimdi başlangıçtaki soruyu yanıtlayabiliriz: Evet, dünyayı değiştirmek mümkündür. Ve bunun mümkünlüğünün sorgulanması her zaman için bunun mümkün olmadığı sonucunu verecektir. Özgür bir dünyaya erişmek tarihin doğal seyrinden beklenemeyecek bir iştir. Bunun için mevcut dünyanın bir nesnesi olmaktan vazgeçiş ve bu düzenin mutlak inkârı gerekmektedir. “Kurtuluş, kölelik bilincine varmaya bağlıdır” (Marcuse; 1968: 34). Bu “umutsuz umut”, bu “çaresiz çağrı” olumsuzlamanın yıkıcı gücüdür.

Kaynakça

Giddens, Anthony (2000) Siyaset Sosyoloji ve Toplumsal Teori, çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.

Goldmann, Lucien (2006) “Marcuse’yi Anlamak”, Frankfurt Okulu içinde, çev: Emre Bağce, Doğu Batı Yayınları, Ankara.

Löwy, Michael (1999) Dünyayı Değiştirmek Üzerine, çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Marcuse, Herbert (1991) Karşıdevrim ve Başkaldırı, çev: Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ara Yayıncılık, İstanbul.

Marcuse, Herbert (1968) Tek Boyutlu İnsan, çev: Seçkin Çağan, May Yayınları, İstanbul.