Kürtlerle ilgili zihnimdeki en uzak anı köyümüzdeki 70-80 yıllık evin dolap kapağındaki işlemeleri sorduğumda anamın “O işlemeler bu evde daha önce yaşayan Erzincan’dan sürülen Kürtlerden kalma” sözüdür. Anam onlardan acılı ama gururlu insanlar olarak söz eder ve eklerdi: “Ali Rıza bey pek konuşmazdı ama karısı sürekli ölen oğlu için ağlardı”. Kütahya Lisesi Parasız yatılı pansiyonuna doğudan gelen öğrencileri saymazsam ‘Kürtler’ gerçeği karşılaşmam 12 Eylül öncesinde üniversite yıllarında oldu. Yakınlık duyduğum “siyaset” doğu bölgesini ‘sömürge’ olarak niteliyordu ama işin doğrusu ben daha çok Ahmet Arif şiirleriyle kurduğum ilişkiden etkileniyordum. Karacadağ’ı, Hamravat suyunu, Diyarbekir Kalesini, Dağlara gelen baharı, Gözlerinden öperim demenin duruluğunu ve daha bir çok duyguyu ondan öğrendim. O zaman olduğu gibi, şimdi de Ahmet Arif benim için Bedri Rahmi ve Cahit Külebi gibi şairlerden daha güçlü bir Anadolu şairidir ve bu nedenle Ahmet Arif tam da bugünün şairidir. Çünkü zaman tam da “Nasıl severim bir bilsen/Köroğluyu/Karayılan'ı/Meçhul Asker'i.../Sonra Pir Sultan’ı ve Bedrettin’i” dizelerini onun kadar içtenlikli söylemenin zamanıdır. Mehmet Emin Ayhan ve hepimizin biraz korktuğu iri yarı “Apocu” Kamil ve şimdi Varto belediye başkanı olan Demir Çelik ile aynı yurtta kaldım. Mehmet Emin Ayhan’ı daha çok yere dokunur gibi yürüyüşü ve efendiliği ile hatırlıyorum ve sonra işte onu doktor olarak çalıştığı Silvan’da öldürdüler.
Zorunlu hizmetimi Adıyaman’da yaptım. Oraya benden önce gelen hekimlerin zorunlu hizmete olan tepkilerini milliyetçilikle birleştirerek “Kürt” kelimesini küfür gibi kullanmalarını ve bundan irkildiğimi hatırlıyorum. Belki biraz onlara duyduğum tepkiden, ama esas olarak içimdeki “O” romanı kişisinin imgesel gücüyle 2,5 yıl var gücümle çalıştım orada. Ankara’ya gelince Türk Tabipleri Birliği içinde Silvanlı olduğunu bildiğimiz Dr. Selim Ölçer’le çalıştık ama onun Kürtlüğü ile hiç ilgilenmedik biz. Arkadaşımızdı bizim; bunun ötesi onun için de bizim için de anlamlı değildi. 1990’lı yılların ilk yarısında başta Dr. Mahmut Ortakaya olmak üzere Kürt kökenli arkadaşlarımızın önerisi ile “Özgürlükten ve Sağlıktan Tasarruf Edilemez” sözünü Türk Tabipler Birliği’nin temel sloganı yaptık ve onlar sayesinde giderek tırmanan milliyetçi rüzgara rağmen demokrat ve hümanist kalabildik. Sonraki yıllarda çabalarımızı çatışma ortamı ve yoksulluğun çocuk sağlığı üzerine etkilerine dikkat çekmeye harcadık. Bir diyabet kampında 12 yıllık şeker hastası Kulp’lu Metin’i dinleyince haberlere yansımayan acılara tanıklık ettik. Metin şimdi yaşadığı ve pek sevmediği Diyarbakır'a bilinen nedenlerle köyü boşaltıldığı için gelmişti. Köydeki yaşamından özlemle söz ediyor ve Köyümde çok mutluydum; koyunları otlatır, kırlarda dolaşırdım, köydeyken kan şekerlerim iyi giderdi. Şimdi Diyarbakır'dayım ve kendimi çok zorda hissediyorum diyordu. Biraz da Metin gibi çocuklara destek olabilmek için şeker hastası çocuklara yönelik insülin destek birimleri açtık, bölgedeki çocukların katıldığı diyabet kampları düzenledik. Bu çalışmalar sırasında “Sizleri ve bu projeye katkıda bulunanları, herkesin “bölgenin sorunlarıyla” uğraşmayı takıntı haline getirdiği bir dönemde “insanların sorunlarıyla” uğraştığınız için kutlamak istiyorum” sözlerini duyunca doğru yolda olduğumuzu düşündük.
Benim için son yılların en sevindirici haberi Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2003 sonuçlarına göre 1993-1998 döneminde binde 60’dan 62’ye yükselen bebek ölüm hızının, 1998-2003 döneminde binde 41’e düşmesiydi. Çünkü bu veriler barışın doğudaki binlerce bebek ve çocuğun yaşamının kurtulmasında en önemli rolü oynadığını gösteriyordu. 12 Kasım 2004 günü Mardin’li Uğur toplam 13 mermiyle öldürüldüğünde ve daha sonra iki yüzlü açıklamalar ile ölümünün üstü örtülmek istendiğinde sevincim gölgelense de, gelecek yıllarda doğu bölgesindeki binlerce çocuğun yaşamını kurtaracak olan çatışmalardan uzak bir ortam sağlanmasını en çok çocuklar adına talep etmeye devam etmeliyiz diye düşündüm hep.
Ülkemizde her türden aykırı sesi linç etmek için tetikte bekleyen milliyetçiliğin yanında,son olarak Leyla Zana’nın gazetelere yansıyan sözlerinde olduğu gibi milliyetçiliğe çanak tutan söz ve tutumların da çok önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Hiç kuşku yok ki Leyla Zana’nın bir politikacı olarak istediğini söyleme özgürlüğü olduğunu savunmalıyız ama öte yandan hepimizin en temel görevinin barış kültürü için çalışmak olduğunu unutmamalıyız. Barış kültürü için her şeyden önce Jon Berger’in anlattığı gibi bir barış diline ihtiyaç var: “Şiirler, anlatı olduklarında bile, öykülere benzemez. Bütün öyküler zafer ya da yenilgiyle sonuçlanan meydan savaşları hakkındadır. Sonuç ortaya çıkacağına yakın her şey o sona doğru harekete geçer. Oysa şiirler sonuca aldırmaksızın, bir yandan yaralılara bakar, bir yandan da korkunç ya da galip olan tarafın yabanıl konuşmalarına kulak vererek aşarlar savaş alanlarını. Bir çeşit barıştır sundukları”.
Bu ülkede adaletli bir barışa en çok Kürtlerin ihtiyacı var ve ben kahredici bir boğazlaşmayı ülkemiz için kader sayan milliyetçiliğe onların çabaları ile direnebileceğimizi, barış dilinin yaratılmasında onların katkılarının çok önemli olduğunu söylemek istiyorum bir kez daha. Bu nedenle yukarıdaki satırların yaşamı uzunca bir süredir Kürtlerle kesişen birisinin onlara yazdığı öznel bir barış mektubu olarak okunmasını diliyorum.