Gelin görün sokaklar kan
Gelin görün
Sokaklar kan
Gelin görün kanı
Sokaklar boyunca akan
Pablo Neruda
Ortadoğu, bazıları için, ilkel sakallı adamları, başörtülü kadınları, çölü ve petrolü çağrıştırır hemen. Bir de oryantalizmin mayaladığı egzotik masalları. 11 Eylül'den, Irak'ın işgal edilmesinden beridir, terör kelimesiyle birlikte anılan lanetli bir coğrafyanın adıdır. Televizyonlardan, gazetelerden evlere taşınan, orayla ilgili görüntüler, çoğunlukla, şiddete tapan tuhaf yaratıklardan sözeder gibidir. Ortadoğu'nun tarihini, yaşadığı acıları silen, her şeyi ilkel halkların barbarca şiddetiyle irtibatlandıran bir dil egemedir çoğu kez.Kimi zaman da, orada/burada yaşayan insanlardan;savaş oyunlarında düşman ya da dost kuvvetler olarak tasnif edilen piyonlarmışcasına sözeden, allame stratejistlerin kirli satırları kaplar kitapçıları.
Neyse ki, az da olsa,bu dile meydan okuyan, ezberi bozan; Ortadoğu'nun dününü ve bugününü, uluslararası “reelpolitiğin” körleştirici tuzaklarına düşmeden cesaretle anlatanlar da var. Gazeteci Robert Fisk'in Medeniyet için Büyük Savaş Ortadoğu'nun Fethi kitabı böyle bir çalışma .
Otuz yıldır gazeteci olarak Ortadoğu’da görev yapan Robert Fisk , Afganistan’dan Cezayir’e uzanan kanlı bir coğrafyanın son otuz yıldır bizzat şahit olduğu tarihini yazıyor kitabında.
Uzun zamadır şahit olup kayda geçirdiği savaşların,işkencelerin, işgallerin,sürgünlerin, kanlı pazarlıkların güncesini sunuyor okura. Toplu mezarlarda, iç savaşlarda, sürgünlerde yitip giden, mezar yerleri bile bilinmeyen, yerinden yurdundan edilen milyonlarca insan unutulmasın, tarihin hafızasına kazınsın diye çabalıyor adeta. Şöyle diyor: Sanırım,sonunda biz gazetecilerin denediği ya da denemesi gereken, tarihin ilk tarafsız tanığı olmaktır. Eğer bir varlık nedenimiz var ise bu, en azından, tarihi olduğu gibi aktarma yeteğimiz olmalıdır ki kimse ‘biz bilmiyorduk’,'bize söylemediler’ diyemesin…”
Sınırları hesapla, cetvelle çizilmiş, petrolün kana bulanarak fışkırtığı Ortadoğu’nun bu gününü, bir karabasan gibi şimdiki zamanı da esir alan, şekillendiren 1. Dünya Savaşının, Ortodoğu’nun kolonizasyonunun tarihine bağlayarak resmediyor Fisk. Irak’taki intihar saldırılarını, tanklara taşlarla direnen Filistinli çocukların çaresizliğini, emperyalist hesapların acımazsızlığını, medeniyet, terör, işgal, kelimelerinin değişen anlamlarını, Müslümanlar arasında yaygınlaşan batı düşmanlığının nedenlerini düşünmeye çağırıyor okuru .
Ortadoğu’nun tarihini, emperyal güçlerin iki yüzlü kıyıcılığının da tarihi olarak okuyor.Medeniyetin” kanlı yüzünü sergiliyor, günahlarının çetelesini tutuyor bir bakıma.Aynı zamanda bağımsızlığını kazanan milli devletlerin kendi halklarına karşı neredeyse yerli kolonyalistlere, kanlı diktatörlüklere dönüşmesinin de öyküsünü anlatıyor. Milliyetçiliğin çıkmazlarıyla yüzleştiriyor okuru. Ulus’un,ulus-devletlerin inşa edilişinin,siyasal sınırların, kurmaca karakterini gösteriyor.1920 lerde sınırların sürekli yeniden çizildiği Lübnan’da yaşayan Nimr Aoun’nun yaşam öyküsünü bunun çarpıcı bir örneği olarak aktarıyor:
Nimr Aoun hayata Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olarak başladı daha sonra Fransız’ların kontrol ettiği Lübnanlıyken, İngiliz’lerin Kontrolü altında Filistinli oldu.Sonra İsrail’den sürülen Filistinli bir mülteciydi ve sonunda, hayatının son döneminde bir kez daha Lübnanlıydı.”
Afganistan’da, Cezayir’de yaşanan iç savaşı, İran-Irak savaşını, İran’da Şahın devrilmesini; sadece emperyalist Batı-mazlum Doğu dikotomisinin yalınkatlığına hapsetmiyor.Aynı zamanda, emperyal güçlerle işbirliğindeki zengin yönetici zümreyle yoksul geniş kesimler arasındaki çelişkilerin; ulus-devlet içerisinde dışlanan, ezilen etnik, dinî gruplarla, merkezî iktidarların çatışmasının; bölge ülkelerinin arasındaki çekişmelerin şekillendirdiği çok daha karmaşık bir resmî gözler önüne seriyor.
Belki de en önemlisi bütün bu çelişkileri, tüm emperyal çıkarları örten bir kılıfa dönüşen, “medeniyetler savaşı”, teröre karşı mücadele” diskurunu da söküyor Fisk; onun gizlemeye çalıştığını faş ediyor. Medeniyetler çatışmasından dem vururken, türdeş varsayılan Müslüman halklar arasında var olan farklılıkları, görmezden gelinen ve savaşa kadar giden zıtlaşmaları gözler önüne seriyor.İran-Irak savaşını, Suriye’de yaşanan Hama katliamını, Lübnan iç savaşını hatırlatıyor.Körfez krallıklarından, Cezayir’e ,yönetici elitlerle sokak arasındaki derin uçuruma dikkat çekiyor.
11 Eylülü anlamak için Afganistan’a, Sabra Şatila’ya,İsrail’in işgal ettiği Gazze’ye ,ABD’nin İsrail’e verdiği silahların seri numaralarına bakmak gerektiğini vurguluyor.
19. yüzyıldan kalan Cezayir’le ilgili Fransız kartpostallarının görsel ideolojisini deşifre ederken;oryantalizmin zihinlerde nasıl kökleştiğini de gösteriyor. Yerlilerin ya görünmediği ya da nadiren kenara iliştirildiği manzaralardan ibaret bir Cezayir resmeden kolonyalizmin zihniyetini açığa vuruyor:
“Kamera objektiflerinin yan tarafında, genellikle oturan ya da ayakta duran sakallı ya da başörtülü Cezayirliler, çoğunlukla uzakta görünen camiler ya da palmiye ağaçları gibi sahnenin romantik bir parçasıdırlar.”
Ortadoğu’nun siyasal tarihi üzerine olduğu kadar gazetecilik etiğiyle de ilgili bir kitap Büyük Savaş. Hem de dünyada ve Türkiye’de çoğu gazetecinin ancak yüzleri kızararak okuyabileceği kadar gazetecilik etiğiyle ilgili. Onun için olsa gerek kitapta pek az rastlanan övgüleri yürekli meslektaşlarına layık görmüş Fisk. Gazetecinin görevini, Gazze’de yaşayan İsrailli gazeteci arkadaşı Amira Hass’ın sözleriyle tanımlıyor.”Bizim işimiz iktidarı ve iktidar merkezlerini takip/kontrol (monitor) etmektir.” Bir taraftan güncel gelişmeleri izlerken ,yaşananların medyaya yansıyış biçimini, kelimelerle kurulan hegemonyayı,bu dilin zulmün meşrulaştırılmasındaki işlevini de mercek altına alıyor .İran’la savaşı sırasında Batı medyasının övgülerine mazhar olan Saddam’ın nasıl teröriste dönüştüğünü, İsrailli işgalcilerin ustalıkla “yerleşimciye” çevrilerek işgalin nasıl görünmez kılınmaya çalışıldığını, körfez savaşı sırasında, generallerin ağzı olmaya gönüllüğü pek çok embedded gazetecinin, savaşı haberleştirirken kullandıkları coşkulu dilin pervasızlığını örneklerle aktarırken, eşsiz bir medya eleştirisi yapıyor. İran-Irak savaşı sırasında Amerikalılar tarafından düşürülen bir İran yolcu uçağının haberinin yayımlanmaması üzerine Times’dan istifa edişi, medyanın işleyisinin içyüzünü açığa çıkarıyor.
1915’te katledilen Ermenilerin 1. Körfez savaşında Irak’ta seğreltilmiş uranyum içeren mermiler yüzünden kansere yakalanan Iraklı çocukların, Cenin’de öldürülen Filistinlilerin yaşadıklarını anlatırken insanın boğazını düğümleyen bir acıyı; Cezayir iç savaşında Radikal İslamcıların ve devletin katliamlarını anlatırken ürperten bir korkuyu; Saddam’dan kaçan Kürtlerin dramını yazarken kahredici bir çaressizliği okura hissettirmeyi başarıyor. Türkiye’den sınırdışı edilişi sırasında yaşadıkları okuyucunun yüzüne acı bir tebessüm iliştiriyor.
Savaş sırasında bir idam kararını infaz etmediğini söyleyen babasının kişisel tarihine bile şüpheyle yaklaşan, anlattıklarını doğrulatmak için askerî arşivlere dalan, gerçeğe tutkulu bir gazeteci Fisk. Pasaportunu taşıdığı devletin, omzu kalabalık genarallerin, çalıştığı gazete patronlarının, hatta editörlerin çıkarlarının, tercihlerinin esiri olmayan, sadece insan yaşamının değerine inanan bir gazetecinin kitabı Büyük Savaş. İşte onun için, kitabı okuyup bitirdiğinizde,kapakta asılı duran -yazarın babasının 1. Dünya Savaşı’nda gösterdiği “kahramanlıklardan” dolayı aldığı- madalyanın illustrasyonu, bambaşka, ironik bir içerik ediniyor.
Fisk, savaş cephelerinde, sokaklarda, Filistinli mülteci kamplarında akıtılan kanı, okuyucuyu ürpertecek kadar ayrıntısıyla tasvir ederken, aslında herkesi, Ortadoğu’da yaşanan zulme, savaşlara, işgallere karşı çıkmaya çağırıyor.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, arkadaşı Edward Said’in ölümü üzerine Independent’da yazdığı makalede, onun için “nadir kuş “ nitelemesini kullanıyordu Fisk. Bu sıfatı kendisi de fazlasıyla hak ediyor bana kalırsa.
Robert Fisk. The Great War For Civilization-The Conquest of Middle East Revised edition published by: Harper Perannial 2006 1368 sayfa.