Seçimlere bağımsız aday olarak girilmesi fikrini ilk kez sizin ortaya attığınız söyleniyor hala bu bilgi doğru mu?
Bağımsız adaylar ile seçimlere girilmesi sosyalistler açısından ilk kez ben ve Seyfettin Gürsel tarafından dile getirilmedi. 2002 seçimleri öncesinde de tartışılmıştı. O zaman ben bu tartışmalarda taraf değildim. Fakat o dönemde partili arkadaşlarımız ittifak halinde yüzde 10 barajının rahat rahat aşılacağına inanıyorlardı. Hatta DEHAP’lılar yüzde 15’den az oy almayacaklarını bile düşünüyorlardı. Dolayısıyla bağımsız adaylarla seçime girilmesine gerek olmadığı düşüncesindeydiler.
Yani bu yeni bir fikir değildi?
Pek tabii ki yeni bir fikir değildi. Bu sadece önümüze gelen seçim aritmetiğinin yani seçim yasasının bize empoze ettiği bir konu zaten. 2002 seçimleri öncesinde biraz önce anlattığım gibi partilerde böyle bir özgüven vardı. Birleşiriz böylelikle yüzde 10 barajını çatır çatır aşarız özgüveni vardı. Ama sonuçlara baktığımızda bunun çok gerisinde kaldı. 1999 seçimleri öncesinde de yine böyle bir inanç vardı. Baraj aşılır veyahut baraja yakın bir yüzdeyle oy alınır ve bu bir sonraki seçimlerde hep birlikte aşılır inancı özellikle ÖDP içerisinde vardı. O yüzdende kimse bağımsız adaylarla seçime girelim düşüncesini atmadı, ben de dâhil. Önermemiştim böyle bir şey hatta düşünmemiştim bile. Fakat hem 1999 hem de 2002 seçimlerinde üst üste seçimler öncesindeki iddialarla seçimlerin sonucu arasında ortaya çıkan büyük uçurumları görünce, bu kez bağımsız adaylarla seçime girilmezse, hem DTP’nin hem de sosyalistlerin gene bütünüyle meclis dışında kalacağı yüzde 100 kesin bir veriydi. Nitekim ben 1 Nisan tarihli Radikal’de yayınlanan makalemde bunu dile getirdim. Ama bunun dışında da çeşitli partilerden arkadaşlarla yaptığım görüşmelerde bu sorunun herkesin kafasında var olduğunu görmüştüm. Nitekim DTP’de bu tartışma yaklaşık 6 ay öncesinden başlamıştı bile. Dolayısıyla bu fikrin bana indirgenmesi sadece o bahsettiğimiz makalemde çok açıkça bunu dile getirdiğim içindir.
Geçmişte Çetin Altan’ında bağımsız aday olarak seçimlere girdiğini biliyoruz. Dün ile bugün arasındaki fark nedir?
Evet, doğru söylediğiniz. Aradaki en büyük ve en tartışmasız fark, Çetin Altan’ın 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) bağımsız olarak aday olduğunda Türkiye’de bir seçim barajı yoktu. Tersine 1965 seçimleri Türkiye’deki bizim bilebildiğimiz en demokratik seçimlerdir. Fark barajdır yani.
1 Nisan 2007’de Radikal İki’de yayınlanan “bağımsız sol adaylar Meclise” başlıklı makalenize dair bir okuyucunuz “sol partilerin iflası ve çaresizliğin yansıması” yorumunu yapmış internet sitesinde okumuştum. Ne düşünüyorsunuz bu konuda gerçekten bir iflas mı yaşanıyor?
Yüzde 10 barajı çok büyük bir baraj. Bunun yanı sıra seçim yasasında başka partilerle ittifak yapma yasağı da var biliyorsunuz. Yani partiler kendilerini fesih etmeden birlikte seçime giremiyorlar bir de üzerine yüzde 10 barajı eklendiğinde çok büyük bir engel oluşuyor. Hatta zaten bu seçim yasasındaki ittifak yasağı gibi bir durum olmasaydı,. 2002’de yaşanan o saçma sapan ittifak tartışmaları olmayacaktı. DEHAP ile birlikte girilen dönemlerde mesela. Dolayısıyla yüzde 10 barajı gibi çok ciddi bir engelin, sadece sol partilerin değil, güçlü merkez partilerin bile bazen aşamadığı bir barajı aşmanın yollarının aranmasından başka bir şey değil bu çaba. Bakın 1999’da CHP, 2002’de MHP, DYP, ANAP aşamadı. Yüzde 25 oy oranlarını görmüş partilerin bile aşamadığı bir baraj bu. Hiçbir zaman yüzde 10’a yaklaşamamış bir Sol, bunu dikkate almadan yeniden seçim yarışına girse, olduğundan çok daha küçük gözükmeye mahkumdu. Zaten seçmenler oyum boşa gitmesin diye kazanabilme ihtimali olanlara veriyor. Dolayısıyla kazanmaya dönük bir tercih sunmak gerekiyordu. Bunu görmek gerekir. Yani seçim barajı ve partilerin seçim için ittifak yapma yasağı ortada dururken solun bunu dikkate almadan ayrı ayrı partilerle seçime girmesi Sol’u olduğundan da zayıf göstermesine neden oluyor. Ve bundan da en büyük rantı da CHP ve DSP yemektedir. O yüzden bağımsız adaylarla seçime girilmesinin partilerin iflası veya çaresizliğin yansıması olarak göremeyiz ama bu da başka bir tartışmadır.
Ahmet İnsel’in siyasi yaşamı ne zaman başlar biz bunu hiç bilmiyoruz bu konuda bizi bilgilendirir misiniz biraz?
Ben öğrencilikten itibaren siyasetle uğraştım. Öğrenciyken Fransa’daydım. Ve orada öğrenci sendikalarına üye oldum. Oradaki Türkiyeli Örgenciler Derneği’nde aktif olarak bulundum. Hatta dernek yönetim başkanlığı ve yönetim kurulu üyelikleri yaptım. Diğer taraftan Fransa Öğrenci Sendikası içerisinde bulundum. Daha sonra öğretim üyesi olduğum zaman Öğretim Elemanları Sendikaları’nda çalıştım.
Bunlar sanırım yurtdışındaki siyasi yaşamınızı ifade ediyor. Türkiye’ye neler yaptınız?
Siyasal faaliyet olarak algılanmaması gerekir ama Birikim Dergisi’nin içinde hep yer aldım. Türkiye’de aktif parti üyeliğim ÖDP’yle başladı.
Kaç yılıydı bu tam olarak ÖDP’nin kuruluş zamanında var mıydınız?
Hayır yoktum. Tam hatırlamıyorum 1997 veya 1998 olması lazım.
Hâlâ üye misiniz ÖDP’ye?
Aktif olarak üye değilim. İstifa ettiğimi sanıyordum. Sonra bana söyledikleri için biliyorum, istifam işleme konmamış.
Neden istifa ettiniz?
Sanırım 2001-2002 dönemi olması lazımdı. Gerekçem kongrede yaşananlardı. Delege olarak katılmıştım. Ve kongrede bir dizi arkadaşın çok fazla cemaat bağlantılarıyla hareket ettiklerini gördüm. Ve orada bir dizi kişinin, hani Diyarbakır’daki bir taksicinin yine bir meşhur lafı vardır. Resmi görüşüyle hakiki görüşü arasında bir fark olurmuş. Bende katıldığım ÖDP kongresinde çok açık bir şekilde gördüm bunu.
Tam olarak net bir açıklama olmadı bu söyledikleriniz?
O kongrede esas olarak Avrupa Birliği konuşuluyordu. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı konusunda ÖDP’nin ne tavır alması gerektiği üzerine odaklanılmıştı o kongrede. Ben ve azınlıkta olan arkadaşlar ÖDP’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği konusunda daha aktif ve daha açık bir sosyal Avrupa modeli üzerinden üyeliğini desteklemesinin Türkiye’deki toplumsal hareketliliği kucaklaması açısından daha uygun olduğunu düşünüyorduk. Buna karşılıklı Avrupa Birliğinin bütünüyle bir emperyalist güç olarak görülmesinin bununla hiçbir ilişki kurulmaması gerektiğini savunan arkadaşlar vardı. Ve bir de AB’ye ne evet ne de hayır diye bir grup arkadaşımız vardı.
Peki o zaman bir de şöyle sorayım. AB’ “evet” “hayır” ve “havet” diyen üç görüş var ama sonuçta ÖDP içerisinde yer bulabiliyorlar. İstifa sonuç getirici bir yöntem miydi? Kaçış olmuyor mu sizin yaptığınız?
Hayır, ama tam o zamandan itibaren artık ÖDP’nin belkemiğini oluşturan çevrenin AB konusunda çok fazla hamle yapma yapabileceğini, yenilik noktasında gerekeni yapabilecek kapasiteleri olmadığına kanaat getirdim.
ÖDP’nin mi?
Evet, ÖDP’nin ama o haliyle ÖDP’nin. Ondan sonra da üyesi olduğum Şişli ilçe teşkilatı fesih edildi. Öyle kaldı ondan sonra da organik bir ilişkim olmadı ÖDP’ye. Bir anlamda sönümlenmek de diyebilirim.
Türkiye’de ya hiçbir şey değişmiyor ya da çok yavaş bir değişim-dönüşüm söz konusu. Gerçek dönüşümü sağlayacak olan Türkiye’nin kendi iç dinamikleri yeterli mi sizce?
70 milyon gibi bir nüfusa sahip bir ülkede değişim veyahut değişim-dönüşüm hatta değişmeme dinamikleri herhalde tek bir çevreye indirgenemez. Çok farklı değişme dinamikleri vardır ve onların çatışması büyük ölçüde yaşanır. Türkiye’de en önemli değişme dinamiği ekonomik planda görünüyor. Bazen çok vahşi bir kapitalist iktisat yapısı gibi görünse de Türkiye kapitalist bir iktisat yapısını gittikçe oturtmaya başladı diyebilirim. Bu giderek daha hızlılaşıyor.
Bu Türkiye’nin geliştiğini mi gösteren bir durum yoksa kapitalist bir dünyaya daha çok entegre olmak olarak mı görmeliyiz?
Entegrasyondan bağımsız bir durum bu anlattığım. Kapitalizm illa bir sisteme entegre olmakla açıklanamaz. Bizim ülkemizdeki Sol, Türkiye’deki sermaye birikimi, yurtdışındaki sermaye ilişkileriyle birleşmezse veya bağlantısı olmazsa sanki kapitalistleşme olmayacakmış gibi bir iddiaya sahipti. Hatta biliyorsunuz üçüncü yol teorisi de buradan kendine yol açtı. Biz hala bu hayali büyütüp var olan dört dörtlük bir kapitalist büyüme modelini görmemekte ısrar ediyoruz. Evet, böyle bir büyüme söz konusu bu büyüyen sermaye birikiminin yabancı sermayeyle ilişkisi ve ona entegre olması ise ayrı bir konu. Yani bizim ülkemizdeki sermaye birikimi entegre olmasa bile sonuçta kapitalizmi ifade eder. Bunu çok iyi açıklamak gerekiyor. Çünkü aksi şu noktaya geliyor, ‘benim burjuvam iyidir milli olduğu için yabancı burjuvazi kötüdür milli olmadığı için” gibi saf milliyetçiliğin ifadelerine götürür bizi. Asıl olarak şunu söylemek istiyorum Türkiye’de bir değişim dinamiği var. Ama bu iktisadi alanda ağır basıyor. Kültürel ve siyasal alanda ise değişime direnç ağır basıyor. Zaten bütün sıkıntı burada. Kültürel ve siyasal planda olmamakla beraber iktisadi planda ve iktisadi kıstaslara göre sermaye sahibi olarak değerlendireceğimiz sınıf yani bir burjuvazi giderek toplumu bir iktisadi dönüşüme ve değişime -ama bu iyi olur kötü olur- doğru itiyor. Bir tarafıyla itiyor bir tarafıyla çekiyor. Bu bir değişim. Diğer taraftan bir sosyal değişim var. Köy ve kır ağırlıklı bir nüfustan kent ağırlıklı bir nüfusa hızlı bir biçimde geçtik. Ama maalesef Türkiye’de sol işte tam da tarif ettiğim bu değişimin içerisinde bir rol oynayamıyor ve kırdan kente gelen topluluklarla da bağlantısını bir türlü kuramıyor. Kenarda kalıyor.
Rolünü oynayamayan bir Sol’dan bahsediyosunuz AB ile olan ilişkilerde de yine rolünü oynayamıyor mu Türkiye Sol’u?
Evet, özgüven eksikliği var. Zaten bu bağımsız adaylık konusunu tartıştığımızda, artık solun bir alanda bir başarıya imza atması gerekir dedik. Bu sadece “işte başardık” diyerek dışarıda kasıntı bir halde dolaşmak için değil özgüven eksikliğini yavaş yavaş telafi etmek, onu tamir etmek için gerekli. Ve Türkiyede solun 12 Eylül rejiminin getirdiği büyük yıkımla beraber artık bunu atlatabilmesi gerekir. Evet 12 eylül darbesi çok büyük bir yıkım oldu. En büyük sorumluluk 12 eylül cuntasında, o darbeyi yapanlarda 12 eylülün yarattığı ve bütün topluma ülkeyi hapishane eden kurumlarda diyebiliriz. Ama üzerinden 27 yıl geçti. Hala 12 Eylül rejiminin yaptığını eleştirerek bütün suçu ona atarak bugünkü durumumuzu izah edemeyiz.
Türkiye Sol’u uzun bir süredir kendini bu zemin üzerinden mi var ediyor yani?
Mağduriyet psikolojisinden mi diye soruyorsunuz sanırım. Tam olarak buradan var ediyor diyemeyiz ama biraz tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar mevzuna benziyor. Bence 12 Eylül’den bugüne başka başarılar elde edilmiş olsaydı belki bugün 12 Eylül bahanesi ikinci plana düşecekti. Veyahut 12 Eylül ile ilgili başka şeyler talep edilebilecekti. Bunu özgüven eksikliği olarak değerlendiriyorum ben. Hâlbuki bu özgüven eksikliğini de en az duyması gereken kesim olması gerekiyor Sol. Ki geçtiğimiz bahar bunun en bariz örneğini yaşadım en azından dışarıdan da olsa gördüm. ÖDP’nin bağımsız adaylık konusunda seçimler öncesi yaşadığı tüm tartışmalar da bunun en bariz örneğidir. Bundan kurtulmamız gerekir. Birlikte bir şeyler yaratabilmemiz lazım.
Nasıl olacak bu peki?
Bunun yöntemleri bulundu daha önceleri. Bağımsız aday girişimi bunun güzel bir örneğidir bence. Belirli bölgelerde sol partilerin aday gösterdiği isimleri Meclise seçtirmek için bir eylem yapsınlar bir şey başarsınlar ve o başarıların üzerinden bakardık diye düşünüyorum bir yöntem olarak. Nitekim son seçimlerde gördük bunun yansımasını. Ufuk Uras’ın kampanyasını sadece ÖDP’liler yapmadı. DTP’liler yaptı. Başka siyasi partililer de yaptı. Veya hiç bugüne kadar partili bir siyaset yapmayan binlerce insan yaptı. Şimdi bu çalışmalara katılmış insanlar bambaşka bir şey yapmış olmanın haklı gururunu yaşıyorlar ve farklı bir beraber olma biçimi öğrendik diyorlar. Zaten sorun da burada. Bir şeylere bir yerlerden bu şekilde başlamak. Ve bu hayali başarılar peşinde koşmak anlamına gelmiyor toplumda beklenen somut bir isteğin hayata geçirilmesini bizim sağlamamız gerekiyor. Önümüzde yerel seçimler var göreceğiz bakalım neler yapılacak?
2002’de kuruduktan sonra iki dönemdir seçimleri kazanan bir AKP gerçeği var karşımızda. AKP’yi başarılı buluyor musunuz?
Yani sosyalist partiler için seçim kazanmak başarılı olmak için tek kriter değildir. Ama AKP gibi pragmatik bir liberal muhafazakar parti için en önemli olan seçimi kazanmak ve iktidar olmaktır. Bu anlamda bakıldığı zaman da AKP şu an Türkiye’de var olan partiler arasında en başarılı olanıdır diyebilirim. Elbette büyük bir başarıdır bu.
Türkiye solu 22 Temmuz sınavından sınıfı geçti mi?
Ufuk Uras’ın ve Akın Birdal’ın seçilmesiyle DTP’lilerin seçilmesiyle 2002 seçimleriyle de kıyasladığımızda sınıfı geçti diyebilirim. Ortak bir çalışmayla bunu yaptıkları için binlerce farklı insanın da oyunu kazanabilmişlerdir ve böyle bir seçim başarısıdır. Mesela 2002’deki oy oranlarına baktığımızda daha az oy aldılar ama daha az oy almanın ötesinde başka bir birlikteliği bir başka örgütlenmeyi bir başka varoluşu ortaya koyup hiç olmazsa bir iki yerde bunun başarısını gerçekleştirildi. Gerçi İzmir’de Mersin’de bunu başaramadılar ama hiç yoktan İstanbul’da başarıldı. Aslında daha büyük bir başarı olması da mümkündü. Eğer birçok arkadaşımız bağımsız adaylık çalışmalarını siyasi partileri yok etmek gibi bir kumpas olarak görmeseydi böyle algılayıp da savunma bataryalarını çalıştırmasalardı Sol çok daha geniş bir biçimde seçimlere girerdi. Veya seçimler Temmuz ayında değil de Kasım da olsaydı önümüzde seçimlere hazırlanabilecek bir zaman dilimi de olabilecekti.
Seçimler sonrası bir makalenizde “kaldı ki Baskın Oran’a savunduğu fikirlerden dolayı seçmenimiz oy vermezdi” diyen Doğan Erbaş’tan gerekçelerini açıklamasını istemiştiniz. Bu anlamda bir cevap alabildiniz mi?
Doğan Erbaş’tan gelmedi ama DTP yönetimi bu konuda hata yaptıklarını yayınladıkları bir özeleştiri yazısıyla cevapladı. Bu aslında Türkiye’deki siyasal geleneklere bakıldığında DTP’nin böyle bir özeleştiri yapması cesur bir adımdı bence. Olması gerekende böyle cesurluk derecesindeki bir hareketi yapabilmek.
O zaman DTP’nin bu açıklaması sizi tatmin etti diyebilir miyiz?
Evet çünkü o açıklamadan sonra Doğan Erbaş’ın yaptığı ve söyledikleri biraz daha özel duruma düşmüş oldu.
5 Ağustos tarihli makalenizde ise solun bazı kesimlerine ilişkin olarak “emekliliklerinin başlangıç zamanı geldi”, “nostalji kulübü”, “keşişhane”, “sol cemaatçilik” gibi kavramları kullanmışsınız biraz sert olduğunu düşündünüz mü hiç?
Bazı yerlerde sert olmakta yarar var gibi geliyor. Çünkü bir şeyleri şöyle bir sallamak gerekiyor. Bizim biraz önce söylediğimiz mağduriyet ve kuşatılmışlık hissi içerisinde alışkanlıklarımızı yıllardır sürdürebilme reflekslerimiz çok yüksek. Örneğin bu yazıyı yazdığımda bilmiyordum ama o günlerde başka bir sol dergilerde –ismini söylemeye bile gerek yok- 1970’lerde nasıl banka soygunu yapıldığını detaylı biçimde ve bir efsane havasında sanki devrimci mücadelenin iftihar meselesi olarak genç kuşaklara anlatan yazılar gördüm. Bizim artık biraz iki binli yıllarda yaşamamız lazım. 1960-70’lerin sol mobilizasyon geleneğiyle beraber oluşmuş dünyamızı aşmamız lazım. Benim duyduğum kadarıyla “emekli” lafına birçok kişi alınmış. Emekli lafını elbette bir sosyal sigorta kurumuna bağlı bir insan olarak o makalede kullanmadım fakat bir kuşağın devrinin kapanmasının zamanının geldiğine çok fazlasıyla inanıyorum. Bakın bugün hala Türkiye sosyalist hareketinin önderleri konumundaki insanlar, Türkiye’de kendileri siyasete girdiklerinde kendilerinin önünde önder olarak kimse yer almıyordu. Mahir Çayan yirmili yaşlarındaydı. Deniz Gezmiş de. Ve onlar üstlerinde kimseyi tanımlayamıyorlardı. Bu iyi veya yanlış da olabilir. Bazı açılardan çok erken de olabilir kalkıp 22 yaşındaki gençlerin yeni bir örgüt kurup arkasından binlerce insanı taşıyıp götürmesini hayal edemiyoruz. O dönemdeki konjonktür buna el vermiş.
Burada biraz eksiğiniz var sanırım. Mahir Çayan’ın TİP içerisinde devrimci mücadele yürüttüğü zaman önünde Sadun Aren, Behice Boran gibi işçi sınıfının birçok önderi yok muydu?
Ama kendilerinin kurdukları örgütlülüklerin içerisinde böyle şeyler yok. Bir gençlik hareketi olarak zaten kendisini tanımlamış durumda. Türkiye’de bir devrin kapanması ve bunun kuşaklara devredilmesi lazım. Artık yeni kuşakların giderek daha fazla sosyalist hareket içerisinde ön planda bulunması lazım. Ama hala büyük ölçüde 1970 başlarının teşkilat önder figürlerinin belirleyiciliği hakim. Onların o dönemdeki hikâyelerinin aralarındaki tartışmaların hatta aralarındaki bireysel çekememezliklerin Türkiye Sosyalist Hareketinde belirleyici olmasına herhalde artık gerek yok.
Ahmet İnsel’in emekliliği için ne olması gerekir?
Birilerinin talep etmesi lazım sadece. Ayrıva ben hareket önderi falan değilim ve öyle bir iddiam da yok.
Bağımsız Sol Adaylık tartışmalarının başladığı dönemde herkesin katılımına açık toplantılar yapılıyordu. Röportaj yaptığım iki kişi “birkaç toplantı yapıldıktan sonra kapalı kulislerde belirlenen hazır isimlerle toplantılara gelindiği” iddiasında bulundular bunun için ne diyeceksiniz?
Tabi bu iddia kısmen doğrudur çünkü seçim bizim için beklenenden erken oldu. Demokratik kurallara dayalı tabandaki insanların oluşturduğu aday belirleme süreçleri çok uzun süreçlerdir. Yani bu yaklaşık 1 yıl hatta bir buçuk yıl ister. Böyle olmadı. Seçim erken seçim olduğu için ve seçime bağımsız olarak girelim mi girmeyelim mi gibi bazı arkadaşların kararsızlıklarıyla bekleyerek geçirildiği için bu iş Mayıs’ın ortasında hızlandı. Zaten kısa zamanda Temmuz’un 22’sinde seçim tarihi netleşmişti. Pek zamanımız yoktu açıkçası. Bu anlamdaki eleştiriler doğru. İstediğimiz ve arzuladığımız gibi bir işleyişin olması için zaman gerekirdi. Bakın şimdi önümüzde yerel seçimler var eğer böyle demokratik aday belirleme mekanizmaları kurulması isteniyorsa şimdiden başlanması lazım adayların belirlenmesine. Kalkıp da yerel seçimlere bir ay kala yine böyle bir birliktelik için yan yana gelinirse adayları tabii ki yine dar bir grup belirler. Şöyle bir durumu da görmeliyiz doğrudan demokrasi sadece küçük nüfus gruplarıyla ortaya konulabilir. Nüfus grupları büyüdüğü zaman biraz temsili demokrasinin mekanizmaları devreye giriyor. Amerika’da başkan adayını belirlemek için Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti bir buçuk sene evvelden eyalet eyalet aday belirleme kongreleri yapıyorlar. Bu seçimlerde hem zaman kaybı hem tecrübesizlik nedeniyle, hiç yapılmamış bir deneyim olması nedeniyle bazı emrivakiler elbette oldu.
Baskın hoca konuşmalarında ve bazı makalelerinde “yeni bir hareketten” bahsediyor hatta “hareketimiz” gibi kelimeler kullanıyor Ahmet İnsel bu yeni oluşumun neresinde duruyor?
Çatı partisi tartışmaları da çıktı seçimlerin akabinde bunun erken olduğu kanısındayım. Hemen bir siyasal oluşuma girmenin yanlış olduğu kanısındayım. Şu anda klasik siyasal örgütlenme geleneklerinin ötesine gidebilecek arayışların çok sınırlı izlerini görebildiğimiz bir yerdeyiz. Şimdi kalkıp da “seçime girdik Ufuk Uras seçildi Baskın Oran seçilemedi ama hatırı sayılır oy aldı” falan gibi cümlelerden hareket ederek hemen paldur küldür bir hareket kuralım anlayışına saplanmak bir anlamda safdillilik olur ya da kendini aldatmak olur. Yeni oluşum daha çok yeni bir zihniyetle olur. Ve bu hemen beş kişiyi toplayıp bir örgüt kurmakla olmaz. Yeni oluşum Türkiye’de alternatif ve geleceğe güvenle bakan bir toplum projesi içinde, insanların bir araya gelip somut bir şeyler yaparak ilişkilerini pekiştirmesiyle olur. Ve bunun bir aydın hareketi veyahut bir gençlik hareketi gibi algılanmasını aşabilecek, toplumun çeşitli katmanlarından buna katılımı sağlayacak eylemlerin genişletilmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Yeni oluşum böyle bir arayışın ürünü olabilir.
Bu anlamda Ufuk Uras ile görüşüyor musunuz?
Seçimden bugüne kadar fırsat olmadı göremedim kendisini. Ama yeni oluşum fikrini sadece ben değil birçok kişi farklı yanlarıyla dile getiriyor. Zaten böyle olursa yeni bir oluşum olur. Yoksa bir kişi düğmeye bassın bu da yeni oluşum olsun diyerek olmaz. Böyle bir şeyi beklemek de zaten saçma olur. Yeni oluşumlar arayışı bunun somut pratiklerde denenmesi ve bunun sosyalist hareket olarak yeni oluşumundan bahsediyorum.
Yeni oluşturulması düşünülen solun, eskisinden hangi anlamda farklı olması gerekiyor sizce?
Örneğin solun ben çok fazla kendini iktisat mantığı içerisine hapsederek aslında bütünüyle sermaye süreci birikiminin bir tür esiri olduğu kanısındayım. Dolayısıyla Türkiye’deki toplumsal tahayyülde alternatif bir tahayyül yaratma olanağını da kaybettiği kanısındayım. Sol iktisadi gelişmelerin aslında sahte gelişmeler olduğunu söyleyerek bir muhalefet yaptığını zannediyor bugün. Aslında Türkiye toplumunun büyük bölümü de bunun sahte bir gelişme değil bir tür değişme olduğunu görüyor. Fakat biz bunun sahte bir gelişme olduğunu anlatmak derdinden bunun bir gelişme olduğunu fakat bizim istediğimiz bir gelişme olmadığını anlatamıyoruz. Haliyle bu sahtedir demek işin kolay tarafı. Hâlbuki Türkiye’de bir gelişme olduğu açık. Gayri safi milli hâsıla artıyor, refah seviyesi artıyor bütün bunlar oluyor, Ama refah seviyesi arttığı için bizim istediğimiz, arzuladığımız bir Türkiye toplumu olmuyor tabi. Olmuyor ama bizim refah seviyesi artmasına rağmen niçin bu Türkiye toplumunu bizim tasarladığımız önerdiğimiz eşitlikçi özgürlükçü bir Türkiye toplumu olmadığını anlatmamız lazım. Diğer türlü inandırıcı olamıyoruz. Çünkü insanlar sonuç olarak Adalet ve Kalkınma Partisinin söylediğinin daha inandırıcı olduğunu düşünüyorlar, daha doğru olduğunu kabul ediyorlar. İktisat ideolojisinin esiri olmuş bir sol olarak kalırsak o zaman iktisat ideolojisinin marjinal kalmış bir muhalif grubu olmaya devam ederiz.
Karl Marx’ın “şimdiye kadar filozoflar dünyayı yorumladı, aslında önemli olan onu değiştirmektir” diye bir sözü var biliyorsunuz. Ahmet İnsel bu sözdeki yorumlayanlar cephesinde mi yoksa değiştirenler cephesinde mi yer alıyor?
Birincisi Ahmet İnsel filozof değil. İkincisi dönüştürmek isterim. Ama dönüştürür müyüm dönüştüremez miyim şahsi ve bireysel olarak kendine böyle atıflarda bulunmak biraz kendimin ne olduğunu bilmemek anlamına gelir. Hep birlikte dönüştürmek hep birlikte toplumu bir sosyalist özgürlükçü eşitlikçi ufuk yönünde dönüştürme projesinde bir kişi, binlerce onbinlerce hatta milyonlarca kişi içinde olmak isterim. Bunu ancak zaman tanımlar zaten. Bunu on sene yirmi sene sonra geriye dönüp baktığımızda ancak görebiliriz. Yaptığımız şeyler hep beraber yapabildiğimiz şeyler anlamlıydı, dönüştü dönüşmedi veya tam tersi etki yaptı daha geriye gitmesine yol açtı gibi bir bilânçoyu çıkaracağız. Ama şimdi sürecin kendi içindeyken buna dair bir şey söylemek eksik kalır. Bu tür değerlendirmeler tarihsel değerlendirmelerdir ve genellikle de insanlar emekli olduktan sonra tarihsel değerlendirmelere maruz kalırlar.
Mecliste Ahmet Türk ile Devlet Bahçeli’nin tokalaşması gibi bir enstantanesi yaşandı hatırlarsanız sizin yorumunuz nedir bu görüntülere dair?
Ben Ahmet Türk’ün doğru yaptığına inanıyorum. Çünkü insanların tokalaşmaları onların siyasi mücadelelerinin bittiği anlamına gelmiyor. Meclis çatısı altında bir araya toplanan insanların ne alt ne üst konumda, Türkiye’de bir tokalaşma geleneği diye bir şey varsa buna uygun davranmalarında garip olan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Tokalaşmalarında ben bir sakınca veya görmüyorum. Eğer eşit insanlar olduklarını kabul ediyorsak bunun böyle olması gerekiyor. Asıl ben olmaması gerekenin bütün basının Türkiye toplumunun tüm demokratlarının isyan etmesi gereken olgunun Genelkurmay Başkanlığı’nın verdiği resepsiyona DTP üyelerini ve Ufuk Uras’ı çağırmamış olmasını gösterebilirim. Genelkurmay Başkanının böyle bir ayrımcılık yapma hem yetkisi yoktur hem de böyle bir davranışı sergilemeye hiçbir şekilde hakkı yoktur. Davete çağrılanların gitmeme diye bir hakları vardır ama genelkurmayın çağırmama gibi bir ayrımcılık hakkı yoktur. 549 milletvekili arasında herhangi bir ayrımcılık yapmak yetki alanlarında değildir. Davet vermezsiniz buna hiç kimse bir şey demez ama davetin ona veya buna yapılması genelkurmayın çok açık ayrımcılık fiilinde bulunduğunu gösterir. Bölücülük yaptığını gösterir.
9 Eylül 2007’de Birgün gazetesinde yayımlanan röportajın düzeltili, tam versiyonudur.