Aslında Türkiye pek çok tahammülsüzlük olayı yaşadı. Maraş olaylarından Çorum kadi-amına ve Sivas Katliamı'na kadar... Son olarak Kağıthane'de Ramazan ayında sigara içen iki gencin dövülmesi kendinden olmayana tahammülsüzlüğün boyutunu gösteriyor. Toplumda 'öteki' kavramını nasıl açıklarsınız?
Sanırım bu sorunun cevabı kısmen soruda gizli. “Kendinden olmayan” dediğimizde benden/bizden başka birilerini, diğer deyişle “öteki”ni kastediyoruz. Benim dışımdaki herkes benim için ötekidir. “Biz” diye gördüğüm toplumsal gruplar varsa bu grupların dışındaki gruplar bizim grup için ötekidir. Yani bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de “öteki” hep vardır, var olacaktır. Mesele, ötekinin varlığı değil, ben/biz olarak tanımladığımız şeyle öteki arasındaki sınırların ne kadar katı veya geçişken olduğunda yatıyor. Eğer ben/biz katı/otoriter bir şekilde kurulmuşsa, özgüven yoksunluğu yaşıyorsa, öteki saydıklarıyla arasında hiç bir ortak insani zemin varsaymıyorsa, kendi içindeki öteki konumlarının ya da potansiyellerinin farkında değilse ya da onları inkar etme ihtiyacındaysa, öteki, yani benden/bizden farklı olan, beni/bizi de etkileşim içinde geliştirebilecek bir zenginlik olarak görülmez, onun yerine derinden derine teğelleri zar zor tuttuğu sezinlenen beni/bizi bozacak bir tehdit unsuru olarak görülür. Bu durumda en hafif tepki öteki sayılanla hiç bir anlamlı ilişki kurmamak, onu merak etmemek, ondan ayrı ve uzak durmaktır. Daha ağır bir tepki, ötekini kendimize benzetmeye çalışmak, farklılıklarını inkar etmek, asimile etmeye çalışmaktır. En ağır tepki ise ötekini “tehlikeli düşman” olarak kodlayıp saldırganlaşarak yok etmeye çalışmaktır. Bu tepkilerin hepsi en genel anlamıyla zenofobik eksende yer alırlar. Tehdit algısı ve buna yönelik tepki dozu ağırlaştıkça psikolojik/sembolik şiddetten açık/fiziksel şiddete doğru bir geçiş görülür. Zenofobiyi genel anlamda “öteki korkusu” diye tanımlarsak, Türkiye’de her rengiyle bol miktarda bulunduğunu ve biraz önce bahsettiğim değişik tepki türlerinin hepsiyle her gün karşılaştığımızı, sosyo-politik hayatımızın bu anlamda zenofobik bir cendere içinde eyleştiğini söyleyebilirim. Egemen konumların, bir tehdit olarak algılayıp tahakküm altında tutmak istediği, bunu beceremediğini hissettiği durumlarda da daha açıktan şiddet uyguladıkları çok sayıda mağdur konumu var Türkiye’de. Hepsi kağıt üstünde bu ülkenin eşit yurttaşları olarak kabul ediliyormuş gibi yapılmalarına rağmen, egemen burjuva konumundan emekçilere/yoksullara, egemen Türk konumundan Türk olmadığını ifade edenlere, egemen Sünni İslam konumundan sünni müslüman olmayanlara, egemen İslam konumundan gayrimüslimlere, egemen erkek konumundan kadınlara, egemen ebeveyn konumundan çocuklara, egemen heteroseksüel konumdan eşcinsellere, egemen insan konumundan hayvanlara ve çevreye yönelik açık ya da örtük ayrımcılıklar ve taciz/şiddet gösterileri gündelik hayatımızın maalesef vazgeçilmez bir parçası olmayı sürdürüyor.
Tahammül meselesi üzerine bunları söyledikten sonra şunu da eklemem gerek: Tahammül tabii ki sınırsız bir şey olamaz. Tahammül sınırlarının nereden çekileceği politik ve kültürel bir müdacele konusudur. Varoluşları öteki korkusundan beslenenler, sınırı net ve katı olarak ben/biz ile öteki arasından geçiriyorlar ve ötekine tahammül etmiyorlar. Bunun alternatifi, bu sınırı tahakküm ve sömürü peşinde koşanlarla koşmayanlar arasından geçirmek ve tahammülden saygıya geçişi zorlamaktır. Çünkü tahammül, çok önemli olsa da eninde sonunda kırılgandır, farklı olana yönelik içselleştirilmiş bir saygıyı kapsamaz.
Tabii ki tahammülsüzlüğün boyutu linçe kadar vardı.
Linç, bu değindiğim tepki spektrumunun en uç noktası. Aşırı tehdit algısı, yoğun düşmanlaştırma, linç ve benzeri yok etme eylemleriyle sonuçlanabiliyor. Linç, evet, uç bir nokta ama yine de bu tepki spektrumunun bir parçası ve genel sosyo-politik iklimin bir sonucu. Sadece bir kaç “kendini bilmez”in istisnai marifeti değil. “Kendini bilmez” insanlar her zaman her yerde olabilir, marifet sosyo-politik yapının, toplumun “kendini bilmez” insanları “kendilerini bilir” hale getirebilmesi, “kendini bilmezliğe” prim vermemesidir. Bu konudaki son örnek geçen Pazartesi günü Hrant Dink suikastı sanıklarının yargılandığı davada yaşandı. Sanıkları getiren resmi cezaevi aracının önüne bir takım “kendini bilmezler,” öteki korkusunu ve bundan kaynaklanan saldırganlığı en iyi özetleyen sloganı, “ya sev ya terket”i bir etiket olarak yapıştırmışlardı. Basın farkedince skandal oldu. Çok manidar bir skandaldır bu. Bu küçük gibi görünen olayda aslında Türkiye Devleti’nin hali çok iyi özetlenmektedir. Birileri Hrant Dink’i katletmiş ve yargılanırken, bu devletin Adalet Bakanlığı’na bağlı resmi cezaevi aracına böyle bir etiket yapıştırılabilmektedir. Küstahlığın, meydan okumanın, pervasızlığın düzeyini görüyoruz burada. Kimin eli kimin cebinde bellidir. Daha önce de benzer sayısız örnek yaşanmıştır. Katili kahraman sayabilen, linçci kalabalıkları “milliyetçi hassasiyet sahibi vatandaşlar” olarak değerlendiren, suça suç diyemeyen çok sayıda üst düzey devlet memurunun olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Demokratik kültürü ve kurumları yerleşmiş başka bir ülkede, böylesine hassas ve önemli bir davada bu tür etiket skandalı yaşansa, sorumlular (sadece etiketi oraya yapıştıranlar değil, o cezaevi aracının bakımından, denetiminden sorumlu olan “ihmalkar” görevliler bir kaç kademe halinde) anında cezalandırılır ve iş Adalet Bakanı’nın manevi/etik sorululuğu nedeniyle istifasına dek uzanabilirdi. Burada ise bildik bir “soruşturma açacağız” kuruluğu dışında bir açıklama duyamadık. Bu tür olaylar ve sonrasında devletin yaptıkları ve yapmadıkları önemli birer mesajdır. Ve şimdiye kadar bu mesajlar ne yazık ki hep katilleri, linçcileri, katil ve linçci adaylarını, ırkçıları ve genel olarak öteki korkusundan beslenenleri cesaretlendirmiştir, en azından caydırıcı bir nitelik taşımamıştır.
Sizce bu süreç ne zaman başladı? Geçmişle kıyas yaparsanız şayet şiddet eylemlerinin arttığını söyleyebilir misiniz?
Şimdi bir kere bu şiddeti de içeren ötekine tahammülsüzlük/saygısızlık damarı Türkiye için hiç de yeni bir damar değil. Öteden beri şu ya da bu düzeyde ve formda varolan şişkin bir damar söz konusu olan. Yeni olan, muhtemelen, modernleşme, kentleşme, neoliberalleşme ve AB sürecinde çok kısmi de olsa bir miktar demokratikleşme gibi süreçler sonucunda devlet ve toplum düzeyinde geleneksel iktidar alışkanlıklarının değişime zorlanması ve bu geleneksel yapıların yerine konacak kurumsal ve kültürel mekanizmaların henüz pek devreye girememiş oluşuna bağlı olarak savunmacı bir şiddet artışı. Kadınlara yönelik şiddetten örnek vereyim: Türkiye’de eskiden beri kadına yönelik şiddet yaygındı. Kocalar karılarını döverdi, namus cinayetleri işlenirdi, vb. Şimdi yeni olan ise eskiye göre bu tür muamelelere karşı çıkan, sesini yükselten, boşanmak isteyen, erkek sözüne illa da itaat etmeyen kadınların giderek fazlalaşması. Koca zulmüne eskiye göre daha çok “hayır” diyor kadınlar. Başka bir yenilik de, mesela, dayak atan kocanın evden uzaklaştırılmasına imkan tanıyan yasal düzenlemeler yapıldı. Bütün bunlar sınırlı da olsa gayet olumlu gelişmeler, ancak kültürel ve kurumsal değişiklikleri somut durumlarda kadınların güvenliğini ön planda tutup taşıyacak mikro mekanizmalar ve bu değişikliklere uyum sağlayabilecek bir resmi görevli profili henüz yok. O yüzden kadınlar evet daha bilinçli, dayağa daha çok “hayır” diyor, hatta yeni yasal düzenlemelere dayanarak daha çok şikayette bulunuyor, ama çoğu durumda gerek ekonomik, gerekse de mekanizma ve personel zihniyeti yetersizlikleri nedeniyle bu şikayetçi olan kadınların güvenliği sağlanamıyor ve saldırganlık dozu iyice yükselmiş koca tekrar devreye girebiliyor ve gazetelerde kocaları tarafından katledilmiş kadın haberlerini daha çok okumaya başlıyoruz. Benzer bir durum, başka “öteki” kategorileri için de söz konusu. Örneğin Kürtler, Ermeniler eskiye göre daha çok ses çıkardıklarında, geleneksel iktidar şemasında kendilerine biçilen konumları sorgulamaya başladıklarında ve belli hak taleplerinde bulunduklarında onlara yönelik sembolik ve açıktan şiddetin arttığına tanık oluyoruz.
Birgün, 6.10.2007