Geçtiğimiz yaz dünyanın pek çok bölgesinde gibi Türkiye'de de oldukça zor geçti. Haber bültenlerinin ana gündem maddelerinden en önemlisi barajların doluluk oranı ve yapılan su kesintileri ve mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıkları idi. 2007 yazını başkent Ankara'da geçiren vatandaşlar küresel iklim değişiğinin gözle görülür etkilerinin bedelini, susuzlukla boğuşarak ve Melih Gökçek'in “Ankaralılar'ın bir süre tatile çıkması” gibi “çözümleyici” önerilerini dinleyerek, ödediler . Fakat bunca sıkıntı, ne yazık ki yalnız Ankara'nın susuz kalması veya Melih Gökçek vb. yerel yöneticilerin aczi ile sınırlı değil, tüm dünyanın ortak sorunlarından belki de en önemlisi ile karşı karşıyayız. Moğollar'ın güzel şarkılarında söyledikleri gibi tüm dünyayı felakete sürükleyen bu gidişata karşı “BiRŞeY YaPMaLı ”...
Durum önemini anlamak açısından şu iki habere kısaca göz atmakta yarar var: Ekim ayında Kenya'nın başkenti Nairobi'de yayımlanan, Birleşmiş Milletler tarafından 390 uzmana hazırlatılan BM iklim değişikliği raporunda kısaca, ihtiyaçların hiç bu kadar acil, zamanın ise hiç bu kadar uygun olmadığına işaret edildi ve gerek bugünkü, gerekse bundan sonraki nesillerin baki kalabilmesi için hemen harekete geçmenin elzem ve zaruri olduğu belirtildi . * İklim değişikliği konusunda dünyayı ilk defa uyaran Dr. James Hansen'in görüşleri ise durumun vehametini açıkça gösteriyor: “İklim sisteminin eşik noktasında, uçurumun kenarında duruyoruz. Bu eşiğin ötesinde kurtuluş yoktur.”
Üzerine akademik tezler, bilimsel raporlar hazırlanan “Küresel Isınma” belasını tüm yönleri ile ele almak bu mütevazı yazının amacını aşsa da, kısaca neye karşı bir şey yapmamız gerektiğini anlamak açısından elimizden geldiğince konu üzerine odaklanmakta yarar var. İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutularak, dünya üzerinde kalıyor . Son yıllarda başta karbondioksit olmak üzere metan ve diazot monoksit gazlarının atmosferdeki yığılması artış gösteriyor. Dünyanın en gelişmiş 8 ülkesi zehirli gaz salınımında her zaman olduğu gibi başı çekiyor. En çok salınım yapan ülkeler ABD, Kanada ve Japonya. G8’leri; İspanya, Ukrayna ve Polonya izliyor. Türkiye ise 2004’te atmosfere bıraktığı 294 milyon ton karbondioksitle, ikinci gurubun hemen arkasında yer alıyor . Öte yandan Türkiye atmosferi kirletmek konusunda arayı büyük bir hızla kapatıyor. Zira raporlara göre; Türkiye 1990-2004 yılları arasında yüzde 72.6’lık bir artış kaydetti ve karbondioksit gazı salınımında dünyada en hızlı artış kaydeden, ülke durumuna geldi .
8 Aralık 2007 “İklim Değişikliğine Karşı Küresel Eylem Günü'nde” dünyanın yaklaşık yüz kentinde insanlar “küresel ısınma” başta olmak üzere, çevre sorunlarına dikkat çekmek ve Bali'de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İklim toplantılarına bu şekilde müdahil olmak üzere sokaktaydılar . Bu eylemlerin Türkiye ayağı da İstanbul'da binlerce insanın katılımı ile gerçekleşti .
İstanbul'da gerçekleştirilen eylemin, nükleer enerji yerine yenilenebilir enerji kaynakları olan güneş ve rüzgarın enerji kaynağı olarak kullanılması, çevreyi korumak için gerekli önlemlerin alınması gibi temel talepler yanında ana talebi, Amerika dışında Kyoto Anlaşmasını imzalamayan tek ülke olma “onurunu” taşıyan Türkiye'nin de Kyoto Antlaşmasını imzalayarak, sorumluluklarını yerine getirmesi idi.
Kyoto Antlaşması “atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamak” amacı ile 1995 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanmış ilk iklim anlaşması. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa salınım ticareti yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir . Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylere düşürmelerini gerekli kılmaktadır .
Her ne kadar Türkiye çevre bakanları ve bürokratları düzeyinde Kyoto'yu imzalamamasını kalkınma, finans, enerji politikaları vb. kavramlarla açıklamaya çalışıp, insanlığa ve doğaya karşı bu sorumluluğunu yerine getirmekten kaçsa da, gerçekler bu beyanları yalanlıyor . Bu gerçekler için hep birlikte Türkiye Yeşilleri grubundan Dr. Ümit Şahin' e kulak verelim:
...Kriter olarak OECD üyesi olmak var. Türkiye de OECD ülkesi olduğu için otomatik olarak bu ülkeler içersine girmiştir. Türkiye 1992’de imzalanan iklim sözleşmesini imzalamadığı için, Kyoto’ya taraf olmaktan kaçmıştır. Çevre Bakanı Osman Pepe’nin söylediği gibi, Türkiye masum değildir. Türkiye o kadar yanlış politikalar izledi ki, masum olmayan tarafa düştü. 1990’dan sonraki dönemde dünyada sera gazlarını en fazla üreten ülke oldu. Rekor kırdı. Bir hesaba göre yüzde yüz on arttırmıştır, ki bu süre içinde Batı ülkeleri içersinde en fazla artıran yüzde on, on beş artırmıştır ...
Küresel ısınmanın ve iklim değişikliklerinin tüm dünyada buzulların erimesinden, sıcaklık artışlarına, bazı canlı türlerinin yok oluşundan, artan doğa felaketlerinden, su kaynaklarının kurumasına bugünden görünen pek çok tehlikesi var. Öyle gözüküyor ki bu süreci durdurmak açısından Kyoto Anlaşması tek başına yeterli değil. Türkiye açısından, küresel iklim değişikliği sadece bu yaz özellikle Ankara ve İstanbul'da yaşadığımız susuzluk ile de kısıtlı değil, Akşehir gölünden ve bihaber olduğumuz nice su kaynağından sonra en son Tuz Gölü de kurudu. Böylece dünyanın ilk toplu flamingo mezarlığına sahip olma “onurunu da” yaşadığımızı kanıtlayan fotoğraflar dehşete düşürücü ..
Türkiye'yi yıllardır yönetenler, çok sevdikleri milliyetçilik yarışında, bu vatanı ne kadar sevdiklerini, bir çakıl taşını bile kimseye vermeyeceklerini, bu cennet vatanın eşsiz olduğunu, herşeyin vatan için olduğunu, Mustafa Kemal'in “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sözünü vb. papağan gibi tekrarlasalar da; konu gerçekten üzerinde yaşadığımız yer olan toprağa, içtiğimiz suya, soluduğumuz havaya... doğaya geldiğinde işin rengi değişiyor, dolayısı ile vatan olarak addettikleri toprakla kurdukları ilişki sadece “zahiri” düzeyde kalıyor. Tersine sahici bir ilişki kurulmuş olsaydı, Van Gölü'nün 3 katı büyüklüğünde su kaynaklarımız yok olurken ve/veya her yıl Kıbrıs kadar ekilebilir toprak erozyonla kaybolurken sus(a)mazlardı . Yönetenler açısından doğa şimdilik bir teferruat... Meclis çatısı altındaki partilerden sadece bir tanesinin, ÖDP'nin bu konularda söyleyecek sözünün olması ise gerçekten düşündürücü bir diğer nokta .
Tekrar dünyamıza dönelim ve şu sorular üzerine düşünelim: Ne oldu da bir anda dünyamız ısınmaya başladı, bunca sera gazı nereden çıkıverdi, bin yıllardır süregiden yaşantımız neden 20. yüz yılda tehlikeye girdi??? Tüm bu sorulara kısa bir cevap vermek görüldüğü kadar zor değil zannımca, insanlığın geleceğini tehdit eden bu süreci yaşamamıza; doğayı araçsallaştıran, kar hırsı temel itici kuvveti olan, üretim için sürekli ve sonsuz bir tüketime ihtiyaç duyan, insanı kendi var oluşuna ve doğaya yabancılaştıran, demokratik katılım süreçlerinin gelişimini önleyen, sürekli eşitsizlikler yaratan kapitalist sistemin sebep olduğu aşikar ve dahi bu sistemi hergün ve hergün yeniden üreten bizlerin ...
Peki bu noktada “biz” olarak ifade ettiğimiz insanlığın küresel ısınma konusunda eşit sorumluluğu mu var? Gerçekten gündelik yaşamımızda yapacağımız ufak değişikliklerle bu beladan kurtulmamız mümkün mü? Bu soruların cevabını vermeden öncelikle şu üç habere bakalım:
“Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Genel Sekreteri Jacques Diouf, Dünya Gıda Günü dolayısıyla FAO’nun Roma’daki genel merkezinde düzenlenen törende yaptığı konuşmada, “Gezegenimiz miktar ve kalite olarak tüm nüfusuna yetecek kadar gıda üretiyor, ancak bu gece 854 milyon insan aç karnına uyuyacak” dedi .” “Dünyada her yıl yaklaşık 6 milyon çocuk kötü beslenme yüzünden ölüyor .”
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (UNDP) 2006 raporuna göre, dünyada 2.5 milyar insan günlük 2 dolar gelir düzeyinin altında yaşıyor; yani yoksul. Bu kesim, dünya nüfusunun yüzde 40'ını oluşturuyor ama, dünyanın toplam gelirinin yüzde 5'ini alabiliyor. En zengin yüzde 10'sa, toplam gelirin yüzde 54'üne sahip. 1.1 milyar kişi, temiz içme suyuna erişemiyor.
Bunca eşitsizlik yaratan bu sistemin, daha fazla kar hırsı ile tüttürülen fabrikaların ve bu fabrikalardan doğaya salınan atıkların yarattığı küresel ısınmanın vebalini; en temel gereksinimlerini bile gerçekleştiremeyen insanlara yamama çabası en kibar ifade ile “iki yüzlü bir insafsızlık”. Ortada üretim şeklinden kaynaklı bir sorun varken, bu sorunları sadece gündelik tüketim pratiklerimizi bireysel olarak değiştirerek alt edebileceğimiz yanılgısı ise başka bir yaratılmış ilüzyon örneği . Tabi ki, büyük bir çimento fabrikası sahibi sermayedar ile Afrika'da yaşam savaşı veren bir annenin; doğa konusunda duyarsız bir devlet başkanı ile aynı ülkenin herhangi bir vatandaşının bu olası felakette ki sorumlulukları eşit değil. Birileri yalanlarla gözlerimizi boyamaya çalışsa da yukarda işaret etmeye çalıştığım eşitsizlik tablosu herşeyi apaçık ortaya koyuyor.Yazının başlığına bu aşamada geri dönüp, ufak bir değişiklik yaparak bitirebiliriz:
Ah Zavallı Küçük Flamingo Yavruları... Kapitalizm Sizi de Buldu Demek...