Anayasayı Yapmak/Yazmak...

Cumhuriyet’in kurucu anayasasından bu yana ilk kez ordu tarafından değil bir siyasal iktidar tarafından bir “anayasa yapma” edimine şahit olacağız gibi görünüyor. Anayasa yapan güçler arasındaki farktan dolayı olsa gerek, bu bir “sivil anayasa” girişimi olarak okunuyor. Aslında bu noktada önemsenmesi gereken bir şeye, anayasası sürekli yeniden yazılan ama hep aynı Cumhuriyet’i yaşayan bir toplumun anayasasının bu kez askerlerce değil, sivillerce yazdırılacak olmasına tanık oluyoruz. Aslında bir metin yazılıyor ve yazdırılan bu metnin ülkenin “yeni” kuralları olacağı iddia ediliyor. O halde anayasa derken işaret edilen şey aslında bir metin ve bu metnin yazarlığı...

“UZMAN” ANAYASALARI

Memlekette yapılan anayasaların çoğunun, onu kaleme alan “uzman”la da hatırlandığını unutmayalım. 12 Eylül Anayasası’nı yazdıran askerlerdi ama yazan Orhan Aldıkaçtı başkanlığındaki bir anayasa profesörleri komitesiydi. Yeni anayasamız da görünen o ki, Ergun Özbudun başkanlığındaki başka bir grup anayasa profesörleri komitesince yazılan bir anayasa olarak tarihe geçecek. İktidar cephesindeki teknokratlara anayasa yazdırma tavrı, bir şekilde muhalefet cephesinde de söz konusu. Örneğin DİSK, bu kez solcu teknokratlara anayasa önerisi yazdırıyor ve eminiz başka bir çok komisyon var ortada. Uzmanlığın siyasetin emrine sunulması şeklindeki profesyonel bir edimle mi karşı karşıyayız, yoksa bir anayasanın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir bilgiye sahip olma iddiasına dayanan “ben yazmayacaksam kim?” anlayışının sonucu olan bir görev yüklenme edimiyle mi karşı karşıyayız?

Bir teknokrat için yapma edimi, kelimenin tam anlamıyla imal etme edimidir. Eğer anayasa yapmayı, teknik aklın anayasa imal etkinliğine indirgersek, anayasadan anladığımız şey, bir toplumsallığın nasıl örgütleneceğine ilişkin bir “bilgi”den hareketle oluşturulan bir düzenek olur. Bu anlamda anayasa toplumun ortak bağının ifadesi değil, toplumu düzenleyen bir aygıt olacaktır. Anayasanın bir düzenleyici aygıt, bir düzenek olduğu toplumsallık biçimleri bir güç tekeli olarak devletten hareketle tesis edilen, devletin toplumun üstünde ve ona önsel bir yapı olduğu anlayışına dayalı toplum biçimleridir. Devletin taşıdığını var saydığı toplumsal müştereklik, hatta birlik idesine göre toplumun düzenlenmesi olarak böyle bir anayasa modeli, sivil anayasa modeli değildir. Anayasanın toplumu oluşturan öğelerin birbirleriyle yaptıkları bir sözleşme olarak tesis edildiği durumlarda anayasanın niteliği sivil olabilir. Liberal sivil toplum anlayışlarının sonucu olan bu toplumsal sözleşme olarak anayasa fikri, öncelikle ve doğası gereği toplumun ortak iyisine ilişkin bilgi iddiasını dışta bırakır. Bireylerin bir toplum oluşturmak üzere birbirleriyle yaptıkları anlaşmanın temelinde ilgi, çıkar, dolayısıyla kanaatlerin ortaklaştırılması yatar. Söz konusu olan bir bilginin tesisi değil, ortak bir değerin tesisidir. Bu nedenle sivil anayasa yapma edimi, toplumun kurucu edimi olarak hak sahiplerinin hakların ifadesi olacak yasayı tesis etme edimidir. Hak, insanın sahip olduğu değerin ifadesi olduğuna göre, yasa bu değeri sözleşen tüm taraflar için bağlayıcı kılmanın ifadesidir. Yeniden söyleyelim, bir anayasayı sivil yapacak şey, askeri elbise giymeyenlerce yapılması değil, toplumun kendisinin yapmasıdır. Toplumun kendi kendisine kural koyması olarak demokratik/sivil anayasa, toplumun üyesi olan herkesin bu yasa koyma ediminin faili olmasını gerektirir.

Anayasa toplumsal biraradalığa önsel, bu biraradalığı kuran bir yapı değildir; toplumsal biraradalığın kurulması politik etkinliğin kendisidir ve anayasa bu anlamda politik bir kurma ediminin normatif ifadesidir. O halde anayasa yapmak bizzat politik bir etkinliktir; bir teknik imal etkinliği değil, kurma etkinliğidir.

Bir anayasa “taslağı” hazırlayıp, bunu halkın görüşüne sunma, sanki ilk bakışta demokratik bir girişim gibi görülebilir. Ancak yurttaşların sadece bir onaylama/reddetme edimiyle ilişkilenebileceği bir “halka sunma” pratiği, demokratik anayasa yapma ediminin talep ettiği politik alanın diyalojik karar verme süreçlerinin dışta bırakılmasıdır. Çünkü politik alanda kamusal bir tartışma yoluyla karar verme süreci, yurttaşların ortak olanın ne olduğuna ilişkin ortak bir karara ulaşmak üzere kanaatlerin karşılaşmasıdır ve bu alanın olmazsa olmaz niteliği, herkesin eşit katılımına açık olmasıdır. Anayasanın ilkelerine kamusal bir diyalog aracılığıyla karar verilmesi, aslında toplumun ortak adalet ilkesinin ne olduğuna ilişkin herkesçe paylaşılabilir bir fikre ulaşacağı özgür bir tartışma edimidir. Bu tür bir tartışma hem güç bakımından hem de bilgi bakımından taşınabilecek her türlü hiyerarşik bağıntının dışta bırakılması sayesinde özgür olabilir. Bu durumda, bir çoğunluk gücünü elinde tutanlarca bir uzmanlar grubuna yazdırılan bir metin, kamusal alana sunulduğunda, önceden kurulmuş bir “söz”ün onaylanma ya da onaylanmaması şeklindeki tartışmayı, diyaloğu dışlayan bir pratik söz konusudur. Bu tür bir pratik, bir anlamda sözü onaylayan ve onaylamayanların tespitidir ve aslında tarafların belirlenimidir. Böylece, daha baştan toplumun bir kısmı için kendi yasası olamayacak bir yasaya boyun eğme hali ortaya çıkacaktır ki, artık anayasa toplumun herkesin paylaştığı ortak değerlerin değil, bir grubun diğerine tahakkümüne yol açacak olan bir düzen aygıtı olacaktır. Bu türden bir anayasa ayrımcı, dışlayıcı olmasının yanı sıra, bir güç tekelinden, devletten hareketle oluşturulan anayasalar kadar kontrol edici, baskıcı olacaktır.

Bir siyasal iktidarın elde ettiği çoğunluk gücünü dayanarak kendisini anayasayı yapma iradesi olarak tanımlamasıyla, bir askeri gücün sahip olduğu “fizik” güce dayanarak anayasayı yapma iradesini kendisinde bulması aslında nitelik bakımından farklı değildir. Çünkü despotik bir çoğunluk gücüne dayalı bir anayasa yapma iddiası, bizzat bir düzenleme etkinliği olması bakımından askeri gücün taşıdığı iddiadan farklı bir şey değildir. Her iki durumda da ortaya çıkan şey bir tahakküm aygıtı olur çünkü.

Bir anayasanın taşıdığı zihniyeti belirleyecek şey onun yapılma biçimidir. Bir metin olarak anayasada yazılan her şeyin uygulanma pratiğini belirleyecek olan da bu zihniyettir. Bir “güç”ün yaptığı anayasa, içinde yazılan ne olursa olsun bu gücün belirleyiciliği altında olacağından, yasayı uygulayan, yasayı yapan güce referansla yasayı yorumlayacaktır. Bunu, 12 Eylül Anayasasında Avrupa Birliği’ne uyum için yapılan düzenlemelerin yaşama geçirilmesi pratiğinde açıkça görebiliriz. Burada söz konusu olan şey sadece ideolojinin belirleyiciliği değildir, yasanın yorumunda ve uygulanmasında yasayı yapan iradenin gözetilmesidir.

ANAYASA VE SOL

O halde bir anayasanın zihniyetinin demokratik olması, ancak o anayasanın toplumun tüm yurttaşlarının eşit katılımı ve kararıyla oluşturulmasıyla mümkündür. Ancak bu durumda anayasa adalet ilkesini, herkesin eşit ve özgür yurttaşlar olduğu bilincini içerebilir; ve yargı bu eşitlik ve özgürlük ilkesine dayanarak “düşünür”. Her bir yurttaşın her hangi bir hakikat ya da biligi aracılığıyla belirlenmemiş otonom düşünme ve iradesiyle tarafı olduğu, dolayısıyla yazarı da olacağı bir anayasaya yapma edimiyle ancak anayasanın zihniyeti demokratlaştırılabilir.

Yurttaşların özgürlüklerini, dolayısıyla haklarını açığa vuracakları bir anayasa yapma edimi, bu ülkede yurttaşların iradesini belirleyen, kontrol eden, hatta yok eden mekanizmalardan özgürleşmelerini gerektirir. Bu, yurttaşların kendi anayasalarını yapmak için politik alana girme güçlerini yeniden ele geçirme, politik varoluşlarını ortaya koyma mücedelesidir. Anayasa yapmak politik bir etkinlik, hatta politikanın kendisiyse, yurttaşların anayasanın yapıcısı olma talebi politik alanın açılması, kurulması talebinden başka bir şey değildir. Tam da bu nokta, politik alanı kurma iradesini geri alma talebi, solun anayasa yapma süreciyle nasıl ilişkilenebileceği hakkında önemli bir dayanak oluşturabilir.

Ülke solu, 12 Eylül ve anayasasının yol açtığı yıkımı aşma mücadelesinde temel itirazını 12 Eylül anayasasının reddi olarak sundu. Bu anayasanın özel olarak solda ama genel olarak toplumsa yol açtığı mağduriyetin ilanı şeklindeki bir itirazdı bu. Sol, kendi mağduriyetinin giderilmesi için 12 Eylül’le hesaplaşma ve anayasasının ilgası talebini merkezi politik talebi yapmış görünüyor. Geçmişle hesaplaşma, geleceği kurma talebi içermediğinde politik değildir. Çünkü politikanın içerdiği eleştiri, itiraz ve reddiyeden fazla bir şey, kurucu, dönüştürücü bir eylemdir. Politika, mağduriyetin giderilmesi şeklindeki esasında hukuksal bir etkinliğe indirgenemez. Politika kurucu etkinlikse, geleceğe referansı merkezidir. Mağduriyetler giderilmeden, eşit yurttaş haline gelmeden bu türden bir gelecek yönelimi içine girilemeyeceği doğrudur. Ancak solun mağduriyetinin giderilmesi, gerçekte onun politik alandan dışlanmasını aşmakla mümkün değil midir? Sol, ancak bir politika olarak varlığını görünür kılabildiğinde 12 Eylül ve önceki tüm darbelerin yıkıcılığını alt etmiş olmaz mı?

Anayasa yapmayı, politikanın kendisi olarak görmek, yurttaşlara iradelerini geri almaları ve kendi anayasalarını yapma iradesini ortaya koymaları için “konuşmak” aktüel günden içinde solun politik alana girişinin zemini olabilir. Hatta, anayasa yapmanın politik etkinlik olduğunu ilan etmek, bugün mevcut halin güçlü bir sol eleştirisi olacaktır. Bunun için solun, sadece neyi istemediğini değil, neyi istediğini, nasıl bir toplumsallık hayal ettiğini de ilan etmesi, belki hatırlaması gerekiyor. Sol, 12 Eylül’le mücadelesini hukusal alana hapsetmemeli, politik alana geçmelidir.

Birgün Kitap, sayı 46