“Düşünmek Sınırları Aşmaktır”
Kant, “ne yapabilirim?” sorusunun, ahlakın sorusunun “şimdi” ile ilgili olduğunu belirtirken, gelecekle ilgili olanın, yani politikanın sorusunu “ne umabilirim” diye tanımlamıştı. Umut etmek, insanın insanlığını bu dünyada gerçekleştirme imkanının bilincidir, bu nedenle mümkünün gerçek kılınması isteğinin kendisidir. İnsanın kurucu, dönüştürücü edimini onun umut etme potansiyelinde görme, insanı geleceğin öznesi olma gücünde tanımlamaktır.
İnsanın özgürlüğünü geleceğe yönelen bilinçte tanımlamak anlamına gelen bu bakış açısı belki Kant’ın kendisinde de bir “imkan” olarak kaldı ama 19. yüzyılın praksis felsefeleri bu “imkan”ı gerçek kılma peşinde koştular; ve Marx felsefeyi, “dünyayı değiştirme bilinci” olarak yeniden tanımladı. Marx’ın “yeni” bir dünyanın var edilme potansiyelini açığa vuran felsefesinin işaret ettiği “yeni”, insanın “hakiki” varoluşunun gerçekleşmesi umudu ve aynı zamanda sorumluluğu değil midir aslında? Bu umut ve umuttan doğan sorumluluk, insanı özgürleştiren bilinç ve eylemdir; o halde özgür olma isteği, zorunlu olarak geleceğe yönelme, bir gelecek düşleme potansiyelini içermelidir. İnsan olmanın hakiki niteliği, onun ütopyaya sahip olma ve bu ütopyayı kurma isteğinde yatıyorsa eğer, sadece politika değil ahlak da bu “düş kurma” ve “umut etme” potansiyelinde temellenmelidir.
Bloch’un Umut İlkesi, insanın bu özgürleşme potansiyelinin 20. yüzyıldaki büyük hikayesidir. Bu büyük hikayenin dile geldiği “büyük” eserin ilk cildi Türkçe’ye çevrildi. Benjamin’in dediği gibi her çevirme bir yeniden yaratımsa, Tanıl Bora sadece Umut İlkesi’ni Türkçe dili içerisinde yeniden yaratmamış, umut etmenin, geleceği düşlemenin insan olmakla özsel bağıntısını sunan bir eser aracılığıyla hala bir geleceğimiz olabileceğini hatırlatmış görünüyor.
Geçtiğimiz yüzyılın en önemli özgürleşme kuramlarından birini sunan Umut İlkesi, hem Frankfurt Okulu ile bağıntısında hem de Sartre’ın da içinde yer aldığı Marksist Hümanizm akımı içinde tanımlana gelen ama her zaman “aykırı” olan bir filozofun, Bloch’un ana eseridir. Tanrı tanımaz bir dinin içinden konuşan, zamanla/tarihle peygamberâne bir ilişki kuran, bir umut ve gelecek felsefesini, gelecek bir özgürlük krallığı düşünü sunan Bloch’un ütopyasının sosyalist bir ütopya olduğunu biliyoruz. Ama onun “reel sosyalizm”in ütopyayı gelecek kavramının dışında bırakan pozitivizminden de köklü bir şekilde ayrıldığını da biliyoruz. Düşlemek, umut etmek ve eylemek arasındaki bağıntıyı, belirlenimci bir “yapma” iradesinde değil, özgürleştirici bir “isteme”de bulduğu için Bloch, tarihi insanlığın saklı düşlerinin hikayesi olarak okur. Bu nedenle o, yine arkadaşı Benjamin’le birlikte söyleyelim, “tarihin tanığı” olan ama aynı zamanda “peygamberâne bir zayıf güçle geleceğin tanığı” olan bir filozoftur.
Bloch’un Umut İlkesi, Marx’ın felsefeyi dünyayı değiştirme potansiyelinin açığa vurulması olarak yeniden tanımlamasının izinden gider: “Felsefe ya Yarın’ın vicdanını taşıyacak, gelecekten yana taraf tutacak,umudun bilgisine sahip olacak, ya da artık hiçbir bilgiye sahip olmayacaktır.”(s.24) Ancak Bloch’a göre yarının vicdanı olmak, gelecek bilincini açığa vurmak, geleceğin ne olacağının bilgisini değil, gelecek umudunun bilgisini sunmaktır. Bloch, neyin “yapılacağını” değil, kurucu olanın, öznenin peşindeydi. İnsanın kurucu potansiyelini, onun “daha iyi yaşam düşü”nde ve arayışında gören Bloch için tarih bu arayışın acıklı ama umut verici hikayesinin izlendiği sahnedir. Bu nedenle “umut ilkesi” insanın gündelik bilincinde saklıdır. Bu bilinç, gerçekte tamamlanmamış, kendisini hakiki bir biçimde gerçekleştirmemiş insanın “kendi benlik bütünlüğünü” arama ve kurma isteğinde saklı olan bilinçtir.
İnsansal etkinliklerin tümünde izi sürülecek olan bu bilincin hikayesini sunan Umut İlkesi, insanın daha iyi bir yaşam arayışını ortaya koyduğu tüm etkinliklere, düşlere, mitlere, edebiyata, tiyatroya, sanatın ve politikanın tüm biçimlerine, felsefe ve dine ilişkin sistematik ve tarihsel bir açıklama sunar. Geçmişin içinden geleceğe seslenen “umut”lu anların hikayesinin anlatıldığı bu engin zemin, Umut İlkesi’nin Hegel’in Tin’in Femomenolojisi’nin modeliyle yazılmış, yani geçmiş, şimdi ve gelecek kategorilerinde insanın kendisini gerçekleştirme uğraklarını gösteren bir eser olmasını sağlamıştır. Ancak biliyoruz ki, Hegel’de şimdiye kapanan bir kategori olarak sunulan geleceği, tarihe açılan bir kavram olarak sunan Marx’tır ve onu izleyerek Bloch gelecek bilincinin içeriğini belirlenimde, zorunlulukta değil, özgürleşmede bulacaktır. Çünkü ona göre, “zorunluluğun krallığından özgürlüğün krallığına geçiş, ancak sonuçlanmamış sürecin maddesinde bulunabilir.” (s.294)
Gelecek bilinci, umut etme bir potansiyelse, gelecek bir mümkündür. Bloch’a göre “sahici mümkün”, bir tamamlanma anı değil, bir son değil, “insan oluşun kökünü oluşturan çalışan/emekçi insan”ın özgürleşme sürecinde bir sıçramadır. Umut İlkesi, henüz varolmamış olanın, dolayısıyla henüz insan olmanın bilincinde olmamanın, henüz dünyada görünmemişliğin teorisidir. Bu nedenle peygamberâne bir bakışın ürünüdür. Bir beklentinin, bir beklenenin, Mesih’in dile gelişidir.
Bloch, Umut İlkesi’nde geçmiş ve gelecek arasında kurduğu hermeneutik bağıntı sayesinde, geçmişin özümlenmesiyle geleceği duyumsamaya, gerçekleşmemiş vaatleri görerek kendisi için söz verileni keşfetmeye çalıştı. Bu nedenle geçmişle melankolik bir seyretme ilişkisi kurmadı, tersine geçmişi devrimci eylem için özümlenmesi gereken bir kaynak olarak sundu. Tarihle bu tarzdan bir ilişkiden beklenen, hatırlama yoluyla bilince çıkarmadır. Bloch için yabancılaşmanın aşılma zemini de budur: Saklı bilinci açığa çıkaracak eylem. Bu eylem, insanın insan olma bilincinden, düş kurma potansiyelinden kaynaklanan eylemdir ve aslında ütopyaya sahip olma gücünden kaynaklanan eylemdir. Ütopyaya sahip olma gücü ve onu mümkün kılma isteği, eylemi sadece politik bakımdan anlamlı kılmaz, aynı zamanda ahlaki bakımdan değerli kılar.
Bloch’un ütopya kavramında sadece politik bir dönüştürme/değiştirme arzusunu değil, aynı zamanda insanın değer yaratma kapasitesini de görmesi, onun gerçeklik kavramını pozitivist bir zeminde değil, yani olgusallık zemininde değil, hakikilik/sahicilik kavramının işaret ettiği zeminde yani ahlaksal alanla ilişkisinde tanımladığının göstergesidir. Bloch,un “mevcut dünya, gerçek değildir”, gerçek olmanın değer taşıyan anlamıyla -örneğin “gerçek dostluk” ifadesinde işaret edilen anlamıyla gerçek değildir derken- tanımladığı gerçek olma hali, “ahlaksal alanla ilişkide” bir gerçeklik tasavvurudur. (Michael Löwy’nin Bloch ile yaptığı ve Pour une Sociologie des intellectuels révolutionnaire, Paris, PUF, 1976’da yayınlanan söyleşide Bloch’un aslında politik bir ahlakın peşinde neden koştuğu okunabilir. s.294) O halde, insanın kendisini hakiki bir varoluş olarak gerçekleştirme ilkesi olarak umut ilkesinin işaret ettiği şey, insanın sahici gerçekliğidir. Sahicilik, özgürlük bilincinin eylemin kılavuzu olmasında değil, eylemin bizzat kendisinin bu bilinci görünür kılan şey olmasında bulunur. Böylece Bloch için eylem bir bilincin gerçekleşmesi için bir araç değil, bilinci görünür kılan şey olarak kendinde amaç olacaktır. Pozitivizmin aklı araçsallaştırmasına karşı bu büyük itiraz, iradenin de kendisi dışındaki bir amaç için araçsallaştırılmasına karşıdır.
Bloch, “yeni”nin teorisini, olacak olanı gösterme şeklinde değil, yeniyi isteme, yeninin imkanını anlatma olarak kurmuştu. İnsan olmanın, dönüştürücü güç/potansiyelde tanımlandığı bu kuram, insanın bu imkanın peşinde koşmadığında insanlıktan, dolayısıyla zamandan/tarihten çıkacağını da anlatıyordu. Gelecek kategorisinin epeydir insanlığın ufkundan çıktığı, insanlığın fasit bir şimdiye kapandığı zamanlarda Bloch’u okumak, daha iyi bir yaşam arzusunun, aslında geleceğe açılan kapının kendisi olduğunu görmeyi/hatırlamayı sağlayabilir. Bu hatırlama, politikanın yeniden anlam bulmasının da zemini olacaktır. Politikadan umudunu kesen insanın, aslında düş kurma yeteneğinin körelmiş olduğunu anlatacaktır Bloch. Ayrıca, eylemin ahlaksal içeriğini düşünmeye sevk edecek bir okumayla Umut İlkesi, vicdanın nasıl gerçekte politik bir kapasite olduğunu da gösterebilir.
Edebi, hatta şiirsel, kimi zaman da “sırlı” bir dille dile getirilen bir insanlık hikayesini, tarihe tanıklığın felsefi tarzının büyük örneklerinden birini okurken, bu “sırlı” dilin Türkçe’de dile gelmesinin zorluğunu aşmanın da büyüklüğü fark edilecektir.
Ernst Bloch, Umut İlkesi, Çev. Tanıl Bora İletişim yay.
Birgün Kitap