Son aylarda 3-5 özel sağlık kurumu veya doktora uğradıktan sonra bana gelen ailelerden, bazı devlet hastanelerine yaptığım ziyaretlerden, katıldığım tıp kongrelerinden, sağlık bakanlığı yetkilileri ile yaptığımız toplantılardan ve artık takip etmekte güçlük çeker hale geldiğim sağlık hizmetlerinde reform tartışmalarında edindiğim bilgiler, piyasa dinamiklerinin egemenliğine sokulan sağlık hizmeti uygulamalarının kişisel/grupsal/mesleksel çıkarı tahripkâr bir biçimde öne çıkararak ülkemizdeki insanların sağlığını tehdit eder hale geldiğini gösteriyor. Bu nedenle insanın biyolojik varlığını ve hasta olarak güçsüzlüğünü insafsız bir sömürü kaynağı haline getiren bu süreçle ilgili gözlem ve önerilerimi bir kez daha yazma gereği duyuyorum.
Öncelikle özel sağlık kurumlarının ve piyasa dinamiklerini baştacı etmeye gönüllü kamu kurumlarının başta özel sigortası olanlar olmak üzere hastalara mümkün olduğu kadar yüksek faturalar çıkarmak için tanı ve tedavi süreçlerini “manipule” ettikleri, hastalık sayılamayacak durumları hastalıkmış gibi göstererek bir çok gereksiz tetkik yaptıkları, gerekli olmadığı halde hastaneye yatırdıkları veya daha komplike ve dolayısıyla daha pahalı tedavi yöntemlerini kullandıkları, özellikle tomografi/MRI gibi radyolojik tanı yöntemlerinin kullanımında çok büyük bir israf olduğu, İstanbul gibi hekimliğin ticaret konusu haline geldiği yerlerde birçok hekim ve sağlık kurumunun promosyon ekipleri olduğunu ve TV’deki birçok sağlık programının aslında para karşılığı kiralandığı, bazı hekimlerin tıbbi pratiklerini tamamen daha çok para kazanacak şekilde düzenledikleri, bu nedenle özellikle İstanbul’da adı “ocak söndüren” olarak anılan hekimler olduğu ama bunlara bir şey yapılamadığı sıklıkla dile getirilen gözlemler. Eskiden de bunların olduğu biliniyordu ama yeni olan sistemin büyük ölçüde bu dinamiklerin egemenliğine girmesi ve esas önemlisi hastaları piyasanın merhametsizliği karşısında koruyacak mekanizmaların olmaması. Eski zamanlarda hekimler bir hasta geldiğinde tıp bilimin gerekleri ve insan sağlığından başka bir şey düşünmeden davranırken şimdi kendisin veya çalıştığı işletmenin bilançosu da önemli bir faktör olarak devreye giriyor, bu nedenle de hastalar gerçekten tedavi edilecekleri yere geldiklerinde ya gecikmiş yada birçok gereksiz girişime tâbi tutulmuş oluyorlar.
Bunun kadar önemli bir diğer sorun Sağlık Bakanlığı hastanelerinde uygulanan “performansa göre ücretlendirme” uygulamasının hekimleri yapmadıkları tıbbi girişimleri yaptı gibi göstermeye veya gerekli olmayan ama zararı da olmayan tıbbi girişimleri yapmaya özendirerek “sanal bir hizmet patlaması”na yol açması ve bunun sosyal güvenlik kurumlarının sağlık harcamalarını çok arttırması. Aklı başında olan birçok hekim sistem şimdilik onların daha çok para kazanmasını sağlasa da bunun çok sürmeyeceğinin bilincinde ama ses çıkarmamayı tercih ediyor. Bu uygulamanın başka bir yönü sistem nedeniyle asistanlarının yaptıkları bütün girişimlerin (bir arkadaşım yenidoğan servisinde asistanlarca yapılan bütün beyin omirilik sıvısı incelemelerinin ve kan değişimi uygulamalarının performans olarak kendisine yazıldığını ve bu parayı almaktan vicdanen rahatsız olduğunu söyledi) sorumlu/şef konumundaki hekimlerin hesabına yazılması, dolayısıyla hastane ortamının bir tür yalanın egemenliğine girmesi.
Hiç kuşku yok ki yukarı da sayılan iki süreç birbirini tamamlıyor ve sistem büyük ölçüde hekimlerin lehine işliyor; böyle olduğu için de Türk Tabipleri Birliğinin hekimliğin kalbinde yatan değerleri savunan sesine hekimlerden güçlü bir karşılık gelmiyor. Piyasanın yol açtığı hekimlik yozlaşmasının önemli sonuçlarından birisi de hekimlerin hastalıkları abartan bir tür “felaket tellalı” veya bunun tam tersi henüz deneme aşamasındaki gelişmeleri “ekibimiz hazır, bizde yapıyoruz” şeklinde “umut taciri” diliyle medya organlarında konuşmalar yaparak bir tür “hastalık promosyonunda” bulunmaları. Bu şekilde insanların daha çok sağlık kurumlarına, özellikle de bu konuşmaları yapan hekimlere başvurmaları, dolayısıyla sağlık tüketiminin artması amaçlanıyor. Ortalık hastalıkları “şehvetle anlatan” tıp profesyonellerinden ve onların organize ettiği/konuştuğu tıp kongrelerinden geçilmezken, toplum sağlığının korunması için çaba gösteren bir avuç bilim insanının sesi hemen hiç duyulmuyor. Bu sürecin görünmeyen yüzünde kullanım değerlerini, piyasada 5-10 kat yüksek değişim değerine çevirmeye çalışan binlerce hekimin karmaşık ilişkilerinin yanı sıra AKP yanlısı binlerce küçük/orta büyüklükte sağlık işletmesi de var. Ne yazık ki eski zamanlarda insanı ve merhameti merkezine koyan din anlayışı yerini ticaretin egemenliğine bırakmış durumda ve bu en çok sağlık hizmetlerinde kendini gösteriyor.
En son katıldığım “Nutri-Genetik” isimli bir toplantıda uzun yıllar ABD’de eğitim görmüş bir arkadaşımın “Oralardaki bilim çevrelerinde bunları bayağı bulurlar” dediği “insanların genetik profillerine göre beslenme önerisi” gibi uygulamaların ülkemizde de başlatıldığını, İstanbul merkezli “sağlıklı ve uzun yaşam” modası için yeni mecralar açıldığını ve bu tür şeylere ciddi bilim insanlarının pek ses çıkarmadığını görünce insan genlerinin de ticaret konusu haline getirildiğini düşündüm ve doğrusu işlerin nerelere uzandığını görüp korktum. Beni esas kaygılandıran piyasadaki sağlıkla ilgili aktörlerin ABD’den daha kontrolsüz ve daha açgözlü olabilme potansiyelleri karşısında kamu kurumlarının güçsüzlüğü. Örneğin ülkemizde ABD’deki gibi bağımsız ve çok yüksek nitelikli uzmanları barındıran “Ulusal Sağlık Enstitüsü” (NIH) veya “Hastalıkları Kontrol Merkezi” (CDC) gibi kuruluşlar yok; bu nedenle de çok uluslu şirketlerin yön verdiği sağlık piyasası karşısında ülke kaynaklarını ve önceliklerini korumak giderek güçleşiyor. Başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere kamu kurumların koruyucu sağlık hizmetlerine yönelik araştırma bütçeleri yok; üniversitelerin araştırma fonları ise daha çok öğretim üyesi veya tez yapan uzmanların ihtiyaçlarına yönelik olarak çarçur oluyor. Bu durumda biyo-teknoloji gibi insan sağlığını çok yakından ilgilendiren alanlarda kamunun düzenleyici rolü giderek azalıyor ve yakın gelecekte çok karlı görülen genetik gibi alanlarda özel sağlık kurumlarının egemen olma ihtimali beliriyor.
Bütün bu süreç “en alttaki” hastaları veya kendilerini hasta gibi görmeye özendirilen sağlıklı bireyleri ezer ve yoksullaştırırken; hekimler, özel sağlık işletmecileri, eczaneler, ilaç firmaları, özel sigorta şirketleri, tıbbi malzeme ithalatçıları, uluslararası medikal firmalar büyük kazançlar elde ediliyor. Belki tek sevinilecek şey hemşireler, ebeler, sağlık memurları, diyetisyenler, psikologlar ve sosyal hizmet uzmanları gibi hekim dışındaki sağlık personelinin hala piyasa ilişkilerinin uzağında sağlık kurumlarını insan sıcaklığı ile ısıtıyor olmaları. Piyasanın tehlikesi derken ne demek istediğimi daha iyi anlamak için bir an onların yüzlerindeki gülümsemenin de parayla satın alınabilir olmaya başladığını düşünün. Dilerim bu kabusu hep birlikte önleyebiliriz.