Yüksel Taşkın’ın Milliyetçi Muhafazakar Entelijansiya başlıklı kitabı, Soğuk Savaş döneminde görünürlük ve etkinlik kazanan, ideolojileri yine bu döneme özgü koşullarda şekillenen Türk sağının ideolojik taşıyıcılarının zihinsel formasyonunu, hakim sınıflarla olan ilişkilerini, geçirdikleri değişimleri ve onların sosyolojik mayasını, tarihsel perspektiften ve bağlamsallıktan bir an bile kopmadan, tüm dinamikleriyle incelemeye çalışan teorik ve söylemsel kuruluş çerçevesi son derece sağlam olan bir çalışma.
Kabaca, bir ‘entellektüel sosyolojisi’ oluşturmaya çalışan kitap, on bölüme ayrılmış. Kitabın Birinci Bölümü’nde yazar, yerlilik/millilik-sahicilik vurgusunu en önemli niteliklerden birisi olarak gören milliyetçi muhafazakârlığın, ‘farklılık’ yerine ‘benzerlik’ ölçütüyle anlaşılması tercihinde bulunur. Yazar, tüm yerlilik veya otantiklik vurgularına rağmen Türk milliyetçi muhafazakârlığının, egemen olana (Batıya) uyum istenciyle, post-kolonyal toplumlarının milliyetçiliklerinden çok farklı bir ‘benzeme’ dinamiğine sahip olduğuna işaret eder. Bu nedenle ‘benzemek, dahil olmak istenci güçlü bir akımı, salt farklılık ölçütüyle incelemenin çelişkilerini’ (s.9) göstermek ister. Ancak bu yapıldıktan sonra, Türkiye özgüllüğünün milliyetçi muhafazakârlık üzerindeki farklılaştırıcı etkilerine daha gerçekçi biçimde bakılabileceğini imler. Yazarın bu bölümde dikkat çektiği bir diğer önemli nokta, milliyetçi muhafazakarlığın ve onun entelektüellerinin hakim sınıflarla, devletle ve diğer iktidar odaklarıyla olan ilişkilerinin doğasıdır. Türkiye izleğinde milliyetçi muhafazakârlığın, Kemalizm’in bakiyesi olmadan anlaşılamayacağını vurgulayan Taşkın, Kemalizm gibi radikal bir kültürel reform projesinin, milliyetçi muhafazakârlık üzerinde önemli izdüşümleri olduğunun altını çizer. Taşkın milliyetçi muhafazakâr paradigmanın ve entelektüellerin ortaya çıkışlarını, seçkinler ve karşı-seçkin adayları arasındaki bir iktidar/hegemonya mücadelesi olarak değerlendirir.
İkinci bölümde Taşkın, milliyetçi muhafazakar seçkin adaylarının ortaya çıkış koşullarını ve yetiştikleri “akvaryum”u anlamaya yoğunlaşır. Taşkın milliyetçi muhafazakârların milli kültür üzerinden “milletle” kurdukları seçkinci bir düzlemde cereyan eden ilişkiyi, büyük ölçüde Kemalist kurucu zümreden öğrendiklerini ve devraldıklarını, bir kez daha vurgular. Kemalist radikal kültüralizmden tamamıyla kopmayan, ancak söylemlerinde belirgin bir biçimde Kemalist Modernleşme/ Batılılaşma hamlesine “bizleri köklerimizden kopardığı” tezi üzerinden eleştiri getiren milliyetçi muhafazakarlığın kültüralizmi milli kültürün yeniden ihyasına dayandırılmıştır. Ancak, yazarın da isabetle altını çizdiği üzere taşra kökenli olan milliyetçi muhafazakar bu entelektüeller Kemalist rejimin toplumsallaşamadığına ve “geleneği” bertaraf ettiğine dair tepkisel eleştiriler getirseler de, Kemalist rejimin kurucu dinamiklerine, onun dayandığı yukarıdan aşağı modernleşme ve toplumsal mühendislik projesine karşı ciddi bir tehdit oluşturmamışlardır.
Üçüncü bölümde, DP iktidarının çeşitli entelektüel çevrelerle kurduğu ilişkilerin sonucu olan ve günümüze kadar tevarüs eden miras anlatılır. Kitabın bu bölümünün ağırlık merkezi, merkez sağ liderlik ve milliyetçi muhafazakâr entelektüellerin diyalektik ilişkilerinin doğasıdır. DP ile kök salmaya başlayan ve tarihsel döngü içerisinde daha sonra AP ile süregelen, genel olarak kendini merkez sağ partisi olarak konumlandıran partilerin adeta genetik bir kodu olan milletin ve milli iradenin sahici temsilcisi iddiası ve “biz” kurgusu etrafında yaratılan ortaklık hissi, bu siyasal grupların en önemli hegemonik siyasetidir. Yazarın bu bölümde modern kapitalizm-merkez sağ-milliyetçi muhafazakârlık arasındaki girift ilişkiyi billurlaştırma çabaları son derece özgündür.
Dördüncü bölümde milliyetçi muhafazakâr tarih yazımının oluşumunda etkin bir rol üstlenen İbrahim Kafesoğlu ve bu minvalde Türk Kültürü dergisi çevresi enine boyuna incelenir. Yazarın devletin resmi tarih anlayışını “oluşturan” ve bunun benimsetilmesi adına varını yoğunu ortaya koyan ideolojik tarihçi kuşağının yetişmesi için büyük çaba harcayan Kafesoğlu’na ve onun Türk Kültürü dergisinde yayınlanana neşriyatlarının incelenmesine ağırlık vermesi manidardır. Özellikle, Türk Kültürü dergisinde üzerinde durulan çalışmalar, Soğuk Savaş koşulları altında Türk milliyetçiliğinin ideolojik bagajını ve entelektüel temellerini oluşturmuşlardır. Taşkın, milliyetçi muhafazakâr tarihçiliği şekillendiren ve bu tarihçiliğin en doktriner ifadesi olan Türk-İslam sentezini geliştiren kuşağın düşün mimarı olarak Kafesoğlu’nun sosyolojik/düşünsel soy kütüğünü çıkartır.
Beşinci bölümde yazar, muadili olan diğer milliyetçi muhafazâkar entellektüellere nazaran somut bir sosyolojik perspektife sahip, Soğuk Savaş’a özgü milliyetçi muhafazakârlığın fazlasıyla tepkisel ve statik boyutlarının barındırdığı riskleri fark ederek; milliyetçi muhafazakâr fikriyatın giderek tıkanan ve donuklaşan durumunu aşmaya çalışan Erol Güngör’ün entelektüel portresini çizer. Bu çizgileri oluşturan sosyolojik, epistemolojik, ideolojik ve politik motifleri ortaya koyar. Weberian Batı rasyonalizminin ve pozitivist bilimci yüceltimin hayranı olan ve bu unsurların Türk sağına tahvil edilmesi adına “ilmi milliyetçilik” kavramını ortaya koyan, muhafazakâr modernleşme ethosunun ontolojisini ve bilimsel sınırları çizen Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Erol Güngör’ün zihin haritasının oluşumuna katkısı çok fazladır. Güngör’ün Türk sağında ender örnekleri olan özeleştiri uğraşlarına rağmen milliyetçi muhafazakâr ortodoksiyi aşamasının nedenleri Taşkın’a göre, iktidar ve entelektüeller arasındaki girift ilişkilerde aranmalıdır. Taşkın’a göre, Güngör’ün milliyetçi muhafazakar ortodoksiyi aşamamak bir yana bu anlayışın en doktriner ve uç yorumu olan Türk-İslam sentezini savunan Aydınlar Ocağı’nın bir üyesi olmasının, “korporatist entellektüellere özgü ayrıcalıkları yeniden üretme veya bunları sahiplenme eğilimden bağımsız görülemeyeceği açıktır” (s.196). Esas itibariyle, bu kitap açısından Güngör’ün önemi, Soğuk Savaş döneminde Türkiye sağının iki önemli ve rakip yorumu olan milliyetçi muhafazakârlık ve muhafazakâr modernleşme çizgisinin 1980’lere gelindiğinde toplum kesimlerinin varoluş ve kimlik krizlerine dair ikna edici yanıtlar üretememesinde kendini ifşa eder
Altıncı bölümde Taşkın, milliyetçi muhafazakâr entelijansiyanın mâhut iki edebi şahsiyetinin yazılı eserleri ve bu önemli isimlerin milliyetçi muhafazakâr düşünceyle olan organik ve dolaylı ilişkilerini derin bir incelemeye tabi tutar. Yazar’a göre Ahmet Kabaklı, Soğuk Savaş’a özgü misyoner entelektüel prototipisinin mükemmel bir örneğidir. Yazar özellikle Ahmet Kabaklı’yı, milliyetçi muhafazakâr entelijansiyanın milli kültürün ihyasına ve yeniden inşasına yönelik restorasyon projelerinin hayata geçirilmesi açısından pek çok girişime öncülük etmiş bir şahsiyet olarak resmeder. Gerek Kabaklı gerekse Kaplan, milliyetçi muhafazakar ideolojinin toplumsal planda genleşmesi, sadece düşüncede kalmayıp; toplumun gelenek ve göreneklerine içersenmesi/iliklenmesi, “popülerleşmesi” ve bir devlet siyaseti haline gelmesinde azımsanmayacak rolleri olmuş isimlerdir. Türk(iye) toplumunun temel meselelerinin altında yatan saiklere ve bunların çözüm yollarına yaklaşırken Kabaklı kültüralist milliyetçi damarı merkeze alır ve diğer yapısal değişkenleri görmezden gelir. Gerek Türkiye gerekse uluslararası alandaki siyasi ve iktisadi mücadelelerin kültüralist bir gramere ve yazarın veciz deyimiyle “mistifikasyona” sıkıştırılması, bu entelektüellerin merkez sağla ve devletin sivil ve askeri bürokrasisiyle ‘hakim sınıfın hakimiyet altındaki bileşeni’ olarak kurmak istedikleri ittifaktaki asli güç membaları olmuştur.
Yedinci bölümde Taşkın, ilk olarak 1970’te İstanbul’da kurulan harcında, faşizan entelijansiyasının sağ iktidar blokunun ve sağ kitle tabanının bölünmesi karşısında duyduğu kaygı olan ve Türk milliyetçiliği ile İslam ümmetçiliğini uzlaştırma çabası üzerine çatısı çatılan; devletin etkin seçilmiş ve seçilmemişlerinin nezdinde en ideal organik milliyetçi muhafazakâr entelektüeller yetiştiren “Aydınlar Ocağı”’ndan bahseder. Yazar, Aydınlar Ocağı’nın 12 Eylül’den sonra Türklerin “ordu-millet” özelliğini iyice vurgulayarak askeri yönetimi kayıtsız şartsız desteklediğinin ve askerlerle sağlam ilişkiler kurmaya büyük önem verdiğinin altını çizer.
Sekinci bölüm yazarın kitabının belki de en çarpıcı analiz ve argümanlarının olduğu bölümdür. Bu bölümde Taşkın, 1983 sonrası Özal’ın liderliğinde yazarın çağımızın “Yeni Leviatan”ı (s.287) olarak tasvir ettiği küresel kapitalizme eklemlenme çabası içinde, devlet ve toplum ilişkileri yeniden yapılanan Türkiye’nin bu bağlamda geçirdiği yapısal dönüşümleri tarihsel ve analitik bir perspektifle masaya yatırır. Daha makro düzlemde “yeni sağ” politikaları olarak lanse edilen neoliberal kapitalist düzenin “yeni-sağcı entelektüeller” (s.276) olarak kavramsallaştırılan aydınlarından, bunun o dönemdeki Türkiye muadillerinden, bunların devlet-piyasa-medya matriksindeki yeri ve bu bileşenlerle olan ilişkilerinden bahsedilir. Yazar bu dönemin milliyetçi muhafazakârlığın, milli kültürün ihyasını projesine dair duyduğu inancın geri dönülemez biçimde sarsılmasına da şahit olduğunun altını çizer. Bu bölümde Taşkın’ın yoğun olarak halleştiği bir diğer önemli alt-başlık, Özal dönemi ve bu döneme özgü yeni gelişmeler ışığında, Özal’ın milliyetçi muhafazakâr gelenekle ve yeni-sağ ideolojiyle olan ilişkisidir. Taşkın, Özal’ın en büyük başarısını merkez sağın muhafazakâr popülist geleneğini kentlileştirilmesi olarak imler. Özal bu sayede karşılaşabileceği olası meşruiyet sorununu da bir biçimde çözmüştür.
Dokuzuncu bölümde Yüksel Taşkın, Taha Akyol izleğinde Özal döneminde uygulanan yeni-sağ siyasetlerin yarattığı entelektüel dilemmayı çarpıcı ve ufuk açıcı bir biçimde açımlar. Yazar açısından Akyol’u diğer milliyetçi muhafazakâr entelektüellerden farklı kılan haslet, Akyol’un meselelere sosyolojik bir pencereden bakabilmesindedir. Bu bölümde Taşkın, Taha Akyol’un zihin topografyasını çıkarmaya çalışır. Özal dönemiyle etkinliğini artıran piyasa eklemli popüler kültürün ve bunun yarattığı içeriksiz hızlı değişim karşısında kendilerini bu süreçlere devşiremeyen milliyetçi muhafazakârların yaşadığı kısır döngüyü (bu arada bu kısır döngüyü solda iliğine kemiğine kadar yaşamıştır.) anlatması bakımından Akyol’un entelektüel macerasını izlemek önemlidir. Taşkın bu bölümde bu macerayı tüm boyutlarıyla anlatarak bize özgün bir entelektüel güncesi sunar. Yazar’ında özgün bir biçimde tespit ettiği üzere, Özal’ın bayraktarlığını yaptığı yeni-sağ ideolojinin popülerleştirilmesinde bir yeni sağcı entellektüel olarak Taha Akyol’un “bilgi toplumunu ve ekonomizmin gereklerini rasyonelleştirici olumlamalarının”(s.330) rolü yadsınamaz.
Onuncu bölüm Soğuk Savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni(sizliği)”ne ve bunu getirdiği neoliberal ekonomik ve toplumsal iklime bigâne kalan ve bilhassa piyasaya artık göbek bağı ile bağlı medya ve popüler kültürün patlamasıyla iyice köşeye sıkışan milliyetçi muhafazakâr entelijansiyanın Türkiye Günlüğü dergisi etrafında bir araya gelerek bu sıkışmayı aşma çabası üzerine yaptıklarının analizi ile başlar. Türkiye’nin bu ‘yeni’ dönemde küresel sermayeyle eklemlenme çabaları karşısında milli kimliğin yerlileşmesini öneren bu entelektüel cenah sorunlara daha eleştirel bir optikten bakması bâbında yukarıdaki bölümlerde yazarın iştahla ve ustalıkla kristalize ettiği Soğuk Savaş muhafazakârlığından ayrılırlar. Taşkın’ın bu entelektüellerin ‘yerlilik’ tezini özellikle Türk(iye) solunun entelektüel hegemonyasını kırmak için kullandıkları bir dışlama mekanizması olarak değerlendirmesi, kitabın önemli leifmotivlerinden biridir.
Böyle derinlikli bir çalışmanın ele aldığı entellektüellerin, devlet, toplum ve diğer entelektüel geleneklerle kurdukları ilişkileri entelektüel sosyolojisi ve devlet-toplum ilişkilerine dair kuramlar ekseninde anlamamız açısından uzun bir süre literatürde hegemonik bir konumda olacağı aşikâr olan bir eserle karşı karşıyayız. Yüksel Taşkın gerçekten müthiş bir iş çıkarmış!
Birgün Kitap, sayı 50