Mahiyeti itibarıyla cumhuriyet/demokrasinin en esaslı unsurlarını zehirleyen, çürüten fırtına yüklü bulutun ilk hedefinde AKP’nin oluşu, hiç şüphesiz bu partinin ‘karşıtı’ ile tam ters niteliklerle bezeli olduğunu göstermez. AKP, cumhuriyetçi/demokrat sıfatları sosyo-kültürel muhafazakârlığı ile kısıtlı, devraldığı merkez-sağ geleneğin ilkesiz pragmatizmi ile beyni ve omurgası şekillenmiş bir partidir. Otoriter, siyasal muhafazakâr rakibi ile siyasal zihniyet zemininde pek çok ortak noktası vardır
‘‘Genelkurmay’ın Türkiye’yi Biçimlendirme Planı” başlığı ile Taraf gazetesinin manşetten tam sayfa verdiği haberin, ana akım medyada ve genel olarak ‘kamuoyumuz’da fazla yankı bulmaması herhalde kimseyi şaşırtmamıştır. Çoğu kişi, aynı medya ve kamuoyunun o ünlü ‘Sarıkız’, ‘Ayışığı’ kod adlı darbe planlarının doğruluğu kanıtlandığı halde bile bu olayın üzerine gitmemesini hatırlayıp hiç değilse darbeden bahsetmeyen bu planlamanın pek de ilgiye değer sayılmamasını ‘normal’ karşılamış olmalıdır.
Oysa, şu son bir-iki yılın, özellikle de 22 Temmuz seçimi sonrasının ordu-yargı bağlantılı olayları çerçevesinde ele alındığında, Taraf’ın söz konusu haberi, aslında bir askeri darbe hazırlığından çok daha vahim, ülke-toplum geleceği açısından çok daha sarsıcı, çarpık bir ‘gelişme’ ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Bu, bazı gözlemci-yorumcularımıza o mahut 27 Şubat’tan beri ‘sürekli darbe ortamında’ olduğumuzu söyleten durum tespitinden bile daha ciddi bir tehlikenin varlığı demektir.
Çünkü, karşı karşıya olduğumuz olgu, en özet ifadeyle ordunun partileşmesidir. Derhal belirtmeliyiz ki, bir ordunun parti imişcesine davranması, başlıbaşına vahim bir durumdur gerçi, ama şu önümüzdeki örnekte bundan daha ağır bir “vak’a” söz konusudur. Zira, birinci halden, yani ordunun partiymişcesine davranmasından bahsedildiğinde kastedilen şey, asıl olarak yüksek komuta kadrolarının “üst düzey siyaset” zeminine yönelik, bu kademedeki kurum, kuruluş ve yetkilileri etkilemeye, belirli bir politikayı uygulamaya zorlama mahiyetinde faaliyetlerdir. Kural olarak alt komuta kadroları ve erat-erbaş kademisi ‘iş’e karıştırılmaz.
Oysa şimdi ifşa edilen plan, Silahlı Kuvvetlerin, profesyonel mensuplarının eşleri de dahil, bünyesindeki neredeyse tüm personeli kapsayacak biçimde bir parti gibi örgütlenmesini öngören bir yaklaşımın ürünü. Taraf’ın yayımladığı belgede “halen uygulanan Bilgilendirme Bilinçlendirme Faaliyetleri kapsamında görev alan” “mobil eğitim timleri”nden bahsedildiğine göre, epey öncesinden beri yürürlükte olan bir “partileşme süreci” söz konusudur. Belge, bunlara “... konusunda uzman sivil öğretim görevlilerinin, emekli TSK personelinin” ilave edilmesini, “kadrolu” hale getirilmesini tavsiye ediyor. Ve fikri homojenliğe ve sıkı iş disiplini ile maruf partileri anımsatırcasına bununla amacın “fikirde ve eylemde birlik ve beraberliğin sağlanması” olduğunu söylüyor.
Ve her ne kadar, bildik partilerin de yapabileceği gibi, film, dizi, belgesel hazırlama, şarkı besteleme, internet siteleri kurma, seminerler tertipleme ve hatta “seçilmiş” varoşlarda halkın TSK’ya bakışını değiştirmeye maruf “toplumsal gelişme” projeleri yürütme türünden “kamuoyu genişletme” boyutu da eklenmiş olsa bile, bu “parti” aslında “normal”leri gibi toplumu kazanmayı değil, en hafif ifadeyle “topluma karşı kendini koruma”, ona karşı savunmayı öngören, temel alan bir mantığın, zihniyetin fiili dışavurumudur. Ve belirtilmelidir ki, kendini topluma karşı savunma, yani onu “dışında”, “ötekisi” sayarak yapılan bu örgütlenme kimi noktalarda toplumu düşman saymanın sınırında dolaşmaktadır. Belgenin, planın DTP’ye Kürtlere karşı salık verdiği tutum ve eylem önerileri bu sınırın da rahatlıkla aşılabileceğinin açık kanıtıdır.
Hangi demokraside?
Genelkurmay Başkanlığı, söz konusu “partileşme” planının varlığını inkâr etmedi veya etmeye gerek görmeyip sadece “henüz üst makamlarca onaylanmadığını” söylemekle yetindi. Değerli medyamız ve başta AKP olmak üzere “demokrasinin vazgeçilmez kurumları” olan partilerimiz de bu açıklamayla yetinip, yani tek kusuru henüz onaylanmamış olması mıdır bu planın; bu tür bu içerikte bir plan hazırlamanın hangi cumhuriyet/demokraside yeri vardır; böylesi planlar hazırlamak cumhuriyet/demokrasilerin ordulara verdiği görev ve işlevin tam zıddına bir gidiş alameti değil midir diye sorma zahmetine de katlanmadılar.
Bunun sebebi, belki de ta 12 Eylül’den beri kesin hatlarıyla tanımlamadığımız ama içeriği ve mahiyeti zihnimizde dolaşıp duran, yani bir anlamda zaten bildiğimiz bir gerçeğin önümüzde belirmiş olmasıdır. Bu yüzden ne şaşırdık ne de ürperdik. Ordusu neredeyse kendisine karşı partileşmiş bir toplum olduğumuz “bilgisi”nin bozbulanık silüeti zaten zihnimizin bir köşesinde kıpır kıpırdı. Buna “alışmış”, kendimizce normalleştirmiş veya birçoğumuz böyle bir gerçeği kabullenmenin toplum ve yurttaş olarak ürperticiliğinin, vahametinin derecesinden ürkerek onu tabulaştırmayı, yani bahsetmeyerek lanetinden korunmayı yeğlemişizdir.
Ama bilinmelidir ki gerçek -yani müdahale edebilirlik imkânı veren- bilginin peşinden gitmemek, bu tür bir merakı, kaygıyı duymamak ve uğursuzluktan adını anmamak suretiyle korunacağını sanmak ilkel toplumlara, o insanlık durumuna özgüdür. Gerçeğin adlı adınca peşinde koşmak, onunla yüzleşmek ve dönüştürmek, yani ona müdahale edebilme imkânını veren “bilgi-eylem” düzeyini arayıp bulmak, modernliğin esası, alamet-i farikasıdır.
Ve gerçek sadece ordunun partileşmekte olduğundan ibaret de değildir. Yüzleşeceğimiz, dönüştürülmesi için bilgisine muhtaç olduğumuz gerçek bundan daha da boyutlu ve derinliklidir.
Bunu görebilmek, saptayabilmek için, bu yazının girişinde belirtildiği üzere, söz konusu belgenin işaret ettiği “partileşme” olgusunu, -daha öncesine gitmeksizin- sadece 22 Temmuz sonrasının ordu-yargı bağlantılı olay ve olguları ile aynı çerçevede ele almak yeterlidir. Bu olguları birlikte değerlendirmenin, anlamlandırmanın vereceği sonucu sözü uzatmadan özetleyelim:
Özellikle şu son yüzyıl boyunca ülkenin kaderini birinci derecede belirlemiş, böylece de kendini “memleketin asli sahibi” saymanın yanı sıra “cumhuriyetin kurucusu” sıfatını da üstlenegelen asker-sivil yüksek bürokrasi çekirdekli zümre, yerleşmiş oldukları kurumları ile şu gelinen noktada, zümre olarak iddia ettikleri -modernleş(tir)me- amacının neredeyse tam zıddında -buna karşı gayet kuşkulu, hatta düşman- bir zihniyete kaydıkları gibi; elde tuttukları, temsil ettikleri kurumları da başlangıçtakinin neredeyse tam zıddı bir işlevin başatlaştırıldığı kurumlara “dönüştürmüş”lerdir. Yani kısacası, evrimleş(e)meyip çürümeye yüz tutmuşlardır.
Asli işlevi toplumu-ülkeyi “dış”a karşı korumak olan ordunun “iç güvenliğe” ağırlık verme adı altında hem, yeni -iç güvenlik tugayları vb.- örgütlenmelerle hem de şu bahsettiğimiz “partileşme” olgusu ile “iç”e-topluma dönük/karşı işleve kilitlenmesi başka nasıl açıklanabilir ki?
Ve yine aynı şekilde, başlangıçta en ileri, modern yasaları ve hukuku uygulama işleviyle kendini yükümlü sayan bir yargı aygıtının şimdi, özellikle en üst organlarının verdiği hükümlerle modern yasa ve hukuk kavram ve kriterlerini ne hale düşürdüğünü ve bu tutumunda ne denli kararlı olduğunu apaçık gördüğümüzde bunun nasıl bir “dönüşüm” olduğu hakkında başka ne diyebiliriz ki?
Şu anda siyasal ufkumuzda toplanan ve en geç sonbaharda kuvvetli bir fırtınaya dönüşebilecek bulutların, ülkenin geleceği önüne çekilmiş yoğun belirsizlik perdesinin başlıca kaynağı bu “tersine dönüş”tür.
Mahiyeti itibarıyla cumhuriyet/demokrasinin en esaslı unsurlarını zehirleyen, çürüten bu fırtına yüklü bulutun ilk hedefinde AKP’nin oluşu hiç şüphesiz bu partinin “karşıtı” ile tam ters niteliklerle bezeli olduğunu göstermez. Bu parti, cumhuriyetçi/demokrat sıfatları sosyo-kültürel muhafazakârlığı ile kısıtlı ve sınırlı, halen devraldığı merkez-sağ geleneğin ilkesiz pragmatizmi ile beyni ve omurgası şekillenmiş bir partidir. Modern-postmodern siyasetin yasal-meşru zemininde kesin olarak yenilgiye uğrattığı otoriter, siyasal muhafazakâr rakibi ile siyasal zihniyet zemininde pek çok ortak noktası vardır.
Ve bundan dolayıdır ki, bugün rakibi onu siyaset sahnesinden indirmek, en azından hırpalayıp yıpratarak gücünü, konumunu olabildiğince minimize etmek için, bunca pervasız davranıyorken bile yasal-meşru haklarını bu durumun gerektirdiği bir demokratik bilinç sağlamlığı, tutarlılığı ve genişliği ile, “asabiye”si ile savunmaktan bilhassa imtina ediyor. “Sorumluluk duygusu” ile “ılımlılığın erdemi” ile bu tutumunu açıklamaya çalışsa bile, onu özellikle uyarmak gerekir ki, sorun sadece onu ilgilendiren bir sorun değildir.
AKP, yargıdan az hasarlı bir karar çıkması umudunu koruyabilir, bu hasarı nasıl onaracağının hazırlıkları ile yetinebilir ve böylece yargı ve ordu bileşimli bu vartayı atlattıktan sonra onlarla bir konsensüs sağlamak için yeni girişimlerde bulunabilir.
Ama eğer yukarıda “Cumhuriyet kurucuları”nın yüz yıllık serencam sonunda geldikleri noktaya ilişkin olarak yapılan analiz ve teşhis doğru ise, her şeyden önce ve öncelikli olarak yurttaşlar olarak, o mutedil/ılımlı tavırla yetinmemiz, işaret edilen çürümenin zehirli salgı ve dumanlarını içimize çekerek yaşamayı kabullenmemiz söz konusu olmamalıdır.
Ve bilinmelidir ki, eğer önümüzdeki sonbaharda ufkumuzu kaplayan fırtına bulutları harekete geçtiğinde, bu asitli yağmurdan korunabileceği ilk saçak altına sığınabilecek bir AKP, ona şimdiye kadar demokrasi ve Cumhuriyet’in, bunların temelindeki hak ve özgürlükler adına verilmiş desteğe layık olmadığını, konumunun ona ister istemez yüklediği sorumluluktan kaçındığını da kanıtlamış olacaktır.
Sadece bu da değil. Bu durumda, bu ülke, bu toplum, cumhuriyet/demokrasinin asli kurucusu yani yurttaşlar tarafından, bu boğucu sisten sıyrılarak yeniden kurma yeteneğine ve azmine sahip olup olmadığının sınavı ile de başbaşa kalacaktır.