Türkiye de her on yılda bir darbe ve müdahale geleneği var gibi. Sürekli bir kriz ortamından geçiyoruz. Bu bir batılılaşma veya batılılaşamama olayı mı, bu bir demokratikleşme veya demokratikleşememe olayı mı, bu modernleşememe mi, yoksa bir yönetim tekniği mi? Siz bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Marksist yöntemle, bakış açısı ile kolayca izah edilebilir bu konu. Osmanlı son döneminden itibaren sürüp gelen, Cumhuriyetle birlikte giderek derinleşen bir sınıf mücadelesidir sözkonusu olan. Resmi görüşün aksine, ortada biri Batılılaşmaya, daha doğrusu modernleşmeye taraftar, diğeri tamamen karşı iki kesim/odak yoktur. İçinde sonradan billurlaşacak İslami - siyasi - hareketin de yer aldığı, kendini İslami - kültürel - referanslarla da meşrulaştıran kesim de modernleşmeden yana idi. Bunun zorunluluğunu kabul ediyor ama kimi sosyo-kültürel ahlaki kurumların muhafazasının da şart olduğunu söylüyordu, bu konuda ısrarlı oluyordu.
Resmi -Kemalist- görüş ve tutum, bu ısrarı gericilik olarak niteledi ve bunu yapmaya devam ediyor. Çünkü, bu ısrarın sosyo-politik tercümesi, modernleşmenin geleneksel toplumsal hiyerarşiyi, statüleri değiştirmeksizin yapılması demektir. Oysa, Osmanlı son dönem modernleşme sürecinde teşekkül etmiş olan asker-sivil bürokrat zümre geleneksel sosyo-kültürel yapı içinde güçlü, nüfuzlu, hakim konumda olan eşrafı - büyük/orta mülk-servet sahiplerini, ulemayı, tarikat önderlerini geriletmek, bastırmak, hatta tasfiye etmek ve böylece dizginleri tamamen eline alarak rakipsiz hakim konumuna geçmek istiyor. Bunun ilk koşulu da bastırmak, tasfiye etmek istediği o kesimlerin güç ve nüfuz kaynaklarını zayıflatmak, sıkı denetim altına almaktır. Dini - İslamı - referans almanın tam bir gericilik olduğu yolundaki - Atatürkçü - laiklik savunusu, "devlet"in ve devletçiliğin tabu düzeyine yükseltilmesi bu nedenledir. Bunlar aynı zamanda asker - sivil bürokrat zümre'nin niçin toplumun tepesinde - egemen konumda - olması gerektiğinin de argümanlarıdır. Meşruiyet gerekçeleridir. Bildiğimiz toplum düzenlerinde aristokrasinin soy-kan sahipliğine dayandırabildikleri üstün - egemen olma meşruiyetlerini, çoğu orta - alt kesimlerden gelme asker-sivil bürokrat zümre ve kurumlar da ancak sahip oldukları "modern" bilgiye ve "devlet" yüceltmesine dayandırabilirlerdi. Öyle de yaptılar.
Atatürk devrimlerinin çoğu bu açıdan bakıldığında gayet anlamlı gözükür. Örneğin harf ve dil "inkılabı", geleneksel –bilgi/kültür– elitlerinin sahip oldukları müktesebatı büyük ölçüde kadükleştirdiği için işlevseldir. Modernleşmenin zorunlu bir gereği olduğu için değil. Tekke ve zaviyelerin kapatılması da sivil-asker bürokrasinin rakibi olan geleneksel bilgi elitlerinin sosyal bağlarını koparacağı, böylece zayıflatacağı için. Özetle medeni kanun dahil, kılık kıyafet ve yaşam biçimine ilişkin "devrim"ler, modernleştirici dinamikler oldukları veya bunları hızlandırdıkları için değil, sivil-asker bürokrat zümrenin egemen statüsünü tesis ve açıkça görünür kılmak içindir daha çok.
Bu bir sınıf kavgası ama sanki bu bir modernleşememe sorunu gibi mi duruyor? Madem herkes modernleşmeden yana o zaman neden krizler aşılamıyor, normalleşemiyor?
Tabii ki normalleşebilir. Örneğin, Osmanlı-Türkiye gibi modernleşmeye görece geç başlamış Almanya, Japonya gibi ülkelerde bu durumu görmeyiz. Oralarda geleneksel toplumun elitleri, egemenleri ile, modernleşmenin yani endüstriyel-ticari bir toplum haline gelmenin yükselttiği burjuvazi ve diğer zümreler eklemlenebildi, hatta kaynaşabildi. Alman Junkerleri - feodal toprak sahipleri - kapitalist tarım işletmelerinin sahiplerine, Japon samurayları sanayi baronlarına dönüşebildi. Almanya'da ve kısmen Japonya da sınıf mücadelesi eski-yeni egemen sınıf bloku ile işçi sınıfı odaklı halk arasında cereyan etti. Onların modernleşme sürecini bu dinamik üzerinden okuyabiliriz.
Belirtmek istediğim nokta şu: Modernleşme, esasta endüstriyel-ticari bir toplum olmak demektir. Bu da hem, endüstriyel-ticari faaliyetler içinde fiilen yeralan kesimleri önplana, belirleyici konuma getiren bir süreçtir; hem de bu faaliyetlere tekabul eden ve bunlar üzerinden ölçülebilen değerlerin davranışları, ilişkileri ve hiyerarşiyi tayin ettiği bir toplum düzeninin oluşması anlamına gelir. Dolayısıyla asker-sivil bürokrasi gibi bir zümrenin bu süreçte egemenliğini kurması ve koruması ancak geçici istisnai bir evreye özgü olabilirdi.
Nitekim, TC'nin kurucu ideolojisinin/Atatürkçülüğü şekillendirildiği 1930'lu yıllar hem iç hem de dış koşullar bakımından tam bir istisnai evre idi. Çünkü içeride, ülkenin endüstriyel ve ticari gücü zayıf ve harap durumdaydı ve aynı zamanda da dışarda "klasik kapitalizmler, liberal demokrasiler derin krizlerden geçmekte, bir yandan Sovyetler Birliği etkin bir alternatif olarak belirirken öte yandan faşizm ve nazizm gibi rejimler boy gösteriyordu. Atatürkçülük, bütün bu olguları devletçi bir elitin toplumun üzerinde bir egemen - vasi statüsüyle yer almasını zorunlu sayan bir model kurma yönünde yorumlayarak oluşturuldu. 1930'ların bu ideoloji yanlılarınca bir "altın çağ" sayılması da öncelikle bu nedenledir.
Tabii daha sonra laiklik devreye giriyor. Acaba laiklik bir şifre mi?
Evet, ama bunu anlamak için laikliğin nasıl oluştuğuna bakmak gerekir. Batıda bunun başlıca iki yolu olmuştur. Birincisinde, mezhepler arası veya içi, çatışmalardan bizar, bitkin hale gelen toplumlarda, örneğin Kuzey Avrupa ve İngiltere’de, devlet otoritesinin herhangi bir dini-mezhebi referanstan arındırılarak icra edilmesi üzerine uzlaşılması suretiyle oluşturulmuştur. Yani devletin adli, idari, askeri, mali ve inzibati işlevlerinde yasalarda dini-mezhebi kriterler ve hükümler değil, o işlevlere has kriterlerin geçerli olacağı esas alınmıştır. Ancak bu modelde mezheplerin tartışmasız kabul ettikleri az sayıda kural, uygulama ve semboller yürürlükteydi. İkinci modelde din dışı, ateist, septik akımlar da devrededir. Fransa'da, kısmen Almanya'da olduğu gibi. Burada devlet dinî-mezhebî referanslardan tamamen arındırılmış olmanın yanısıra, herhangi bir dinî kural, uygulama veya sembole de yer vermemiştir. Ancak her iki modelde de dini-mezhebi bir kısıtlama söz konusu değildir. Kiliselerin, cemaatlerin okulları, hatta üniversiteleri, ticari kurumları başkaları için de geçerli kurallar dahilinde serbestçe çalışabilirler. Örneğin kiliselerin yönettiği okullar, diplomanın geçerli sayılması için ilgili bakanlığın tesbit ettiği belli dersler müfredat ve bilgi seviyesi sağlanması koşuluyla, diğer inançlara kin, düşmanlık aşılama haricinde eğitimi serbestçe düzenleyebilirler.
Oysa Türkiye'de laiklik, devletin din ve mezhepleri kendi belirlediği bir forma, içeriğe mecbur etmesi biçimindedir. Din böylece denetim altına alınmakta, ayrıca devletin ona verdiği işlev ve göreve tabi kılınmak istenmektedir. Genelde dindarların karşı çıktığı da budur. Ancak dindarları temsil eden hareketler devletin dindarlara sağladığı maddi, parasal imkânlardan, okullarda din dersleri zorunluluğu gibi propoganda imkânlarından da vazgeçmek istemiyorlar. Bu imkânları devlet denetiminden olabildiğince sıyrılmış olarak kullanmak için uğraşıyorlar. Devletin dinden, dini eğitimden tamamen elini çekmesini, bunu cemaatlerin kendi mali imkânlarıyla yürütmesine bırakmasını, yani gerçek laikliği belli bir kesim dışında pek savunmuyorlar.
Laikliğin Cumhuriyetin temeli olduğu iddiası abartma, hatta uydurmadır. 1930'ların sonlarına kadar laiklik ilkesi Anayasa'da bile yoktu. Cumhuriyetin kuruluş Anayasası'nda “devletin dini İslamdır” maddesi yer alıyordu.
Aslında cumhuriyetin kuruluşunda çok güzel bir uzlaşma var. Tam bir toplumsal mutabakat var. Bütün toplumsal kesimler kendilerine Mecliste bir yer buluyor. Anayasal sistemde meşru bir zemine sahipler. Fakat bunlara rağmen gerçekleştirilen bir süreç başladı.
Cumhuriyetin kuruluşunun arefesine bakıldığında herkes kendini meşrulaştıracak birşeyler bulur. 1924'ten itibaren Kemalist rejim her tür muhalifini sırayla tasfiye etmeden önce, bugünün bütün akımlarının nüveleri vardı ve bir arada "Kurtuluş" için çalışıyorlardı. Bu çoğulluk, çoğulculuk sürebilir miydi ayrı soru, ama bu denli sert, kıyıcı bir tasfiye süreci ile rejimi stabilize etmek, hâlâ içinde kıvrandığımız sorunların ana nedeni. Daha normal bir siyasal tartışma, mücadele süreci yaşanabilseydi pek çok sorun hiç değilse bunca çarpıklıkla önümüzde olmazdı. Düşünün, bizzat Cumhuriyetin ilanı bile adeta bir sürpriz gibi. Cumhuriyet önceden hiçbir tartışma olmaksızın, enine boyuna düşünülmeksizin, M. Kemal ve gayet sınırlı birkaç arkadaşının teşebbüsüyle birden ilan ediliveriyor. Ankaralılar top atışlarıyla öğreniyorlar ki Cumhuriyet ilan edilmiş. M. Kemal bizzat, bir sır gibi sakladım bunu diyor. Olur mu böyle şey. Sözkonusu olan Cumhuriyet, herhangi bir yasa filan değil. CHP'nin çoğunluğu bile haberdar değil bundan.
Laik çevrelerin anayasa değişikliği için bir kurucu meclis veya devrim yapılması şartını öne sürmelerini buraya mı atıf olarak yorumlamalıyız?
Herhalde. Ama saçma bu. Bizzat bu anayasa, değiştirilmez dediği maddeler hariç. Anayasa'nın tamamını Meclisin nasıl değiştirebileceğini söylüyor. Aba altından sopa göstermeye kalkışmak bu.
Siz hem dogmatizme karşı olduğunuz için laik olduğunuzu savunacaksınız, hem de değiştirilemez diye yeni kutsallar veya dogmatik kurallar oluşturacaksınız, bu doğru mu?
Olur mu? Anayasa'nın değiştirilemez denilen maddeleri bile aynen korunarak, örneğin oralarda geçen laiklik, millilik gibi ilke ve kavramların içeriği netleştirilmek suretiyle yepyeni bir Anayasa yapılabilir. Halk bu değişikliği tartışıp büyük çoğunluğu ile serbestçe onayladığında Anayasa'nın meşruiyeti en sağlam şekilde oluşturulmuş demektir.
Şimdiye kadar bu olmadı, teşebbüs bile edilmedi buna. Hep Askerî vesayet altında yapıldı Anayasalar. O yüzden de Anayasa konusu hep sancılı bir sorun olageldi. Buna rağmen hâlâ, örtülü biçimde Anayasa'yı ancak "malum güçler" yapar veya onların onayıyla yapılabilir bu gibi işler demek, Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının özüne hakaret demektir, toplumu aşağılamaktır.
Ömer bey, son olaylarda bir Sokrates benzetmesi yapıldı. Yani, Anayasa Mahkemesinde bir dava görüşülürken, o dava ile ilgili yasama yapmak doğru olur mu? Bu davaya müdahale olmaz mı? Sokrates kendisini yargılayan mahkemeye karşı çıkmadı ve karara uydu. Ak Partinin de Sokrates gibi karara uyması isteniyor. Bu demokrasi mi, yoksa sadece sahneye konan bir mizansen mi? Hatta Cengiz Çandar ve bazı kesimler, parti kapatmayı zorlaştıran yasa, bu davayı dışarıda tutarak çıkarılsın diyor.
Bunları söylemek saçmalamak bile değil. Bir kere AKP'nin durumu ile Sokrates arasında ne ilişki var? Sokrates bir bireydi AKP bir toplumsal - siyasal varlık toplumun yarıya yakının meşru siyasal temsilcisi. AKP'yi kapatmak, bu milyonlarca insanın siyasal hakkını, yurttaş kimliğini kadükleştirmek demektir.
Türkiye’de tek kurumsallaşmış parti CHP’dir. Diğer partiler bir türlü kurumsallaşamıyor. En uzun ömürlü partilerin ömrü on yılı geçmiyor. Bu da demokrasinin kurumsallaşmasını engellemiyor mu?
CHP, az önce de belirttiğim gibi, esas olarak, Türkiye'nin yukarıdan aşağı, cebri modernleştirilmesi uygulaması içinde güç ve statü kazanmış kesimlerin partisi. Bu uygulamanın eziyet çektirdiği, güçlerini kırmaya çalıştığı kesimlerin, modern, post modern ekonomik dinamikler eşliğinde, bunlara yaslanarak aşağıdan yukarıya yükselmelerinden, kendileriyle denk statüler talep etmelerinden telaşa kapılan rahatsız olan ve şimdiki statülerinden geriye düşecekler endişesini koyultan kesimleri temsil ediyor. Bunların laiklik elden gidiyor feryadı, statülerimizi koruyamıyoruz, ayrıcalıklarımızı kaybedebiliriz diye tercüme edilmeli.
CHP, kendini Batı modernleşmesinde aristokrasinin konumunda imiş gibi görüyor. Tıpkı onlar gibi, kendisine kendinden menkul bir üstünlük - ayrıcalık vehmediyor. Onlar nasıl ticaret ve sanayinin güçlendirdiği burjuvaların o üstünlük varsayımını hiçe sayacağından telaşa kapılıp, statülerini korumak için mücadele ettilerse, CHP geleneği de Serbest Fırka’dan DP, AP, ANAP ve AKP'ye uzanan Türkiye otantik burjuvazisi çekirdekli hareketle mücadele etti ve aslında çoktan kaybetti bu mücadeleyi. Kaybetmesi de kaçınılmazdı ve tarih açısında gerekliydi.
Türkiye'nin gerçek demokrat, liberal ve sosyalistleri hem bunu bildikleri, hem de CHP'nin köhnemiş ayrıcalıklarını korumaktan başka bir derdi olmadığını gördükleri için, AKP'nin muhafazakarlığının, yarım yamalak demokratlığının farkında olmalarına rağmen, CHP'nin "laiklik" korosuna yüz vermiyor; bu yüzden de CHP'nin öfkesini üzerlerine çekiyorlar. AKP'ye yöneltilecek sürüyle eleştiri var ama bu partinin meşru-yasal hakkı, kapatma gibi kabul edilemez, hukuk dışı bir tehditle elinden alınmaya çalışılırsa elbette ilke değerler adına AKP'nin hakkı savunulmalıdır.
Konuyu biraz değiştirmek istiyorum. Sosyalizm bağlamında konuşalım. Sosyalizmin uzun bir macerası var. Rusya ve Çin hegemonyası bittikten sonra, sosyalizm içi bir eleştiri süreci başladı. Türkiye’deki sosyalizm açısından bakacak olursak, sosyalistlerin dine ve İslam’a bakışları nedir?
Biz Birikim olarak, dinin öncelikle köklü bir zihniyet dünyası olduğunu kabul ederiz. Modernizm öncesinin zihniyet dünyasıdır bu. Gayet özetle ifade edilecek olursa, dini düşünüş, insan(lar)ın varlığının üstünde ve ötesinde onun kaderini belirleyen, davranışlarını yönlendiren, insanın da uymasını gerektiren bir iradenin, gücün varolduğu inancından yola çıkar. O ifade ve gücü tek tanrı veya çok tanrı olması ikincildir. İnsana şunu veya bunu önermesi, şöyle veya böyle bir toplum düzeni, ibadet öngörmesi de.
Modern zihniyet ise, özetle o güç ve iradenin insanın kendisinde mündemiç olduğu kabulu ile başlar. Bu böyle olmakla birlikte, modern dönemde de devam eden pekçok insani-toplumsal sorun, talep, acı ve çözüm arayışları dinsel düşünüşün dili, argümanları ile ifade edilebilmiş, bunlar farklı, birbiriyle gayet şiddetli çatışmalara girmiş dini yorumlar, mezhepler, tarikatler teşekkül etmiştir. Bu nedenle de modern zihniyet egemenliğini kurmaya başladıktan itibaren, bu dini yorumlar kendileriyle aynı insani-toplumsal kaygıları sorunları paylaşan, bunlara eş önem veren modern akımlarla ilişki kurdu, hatta eklemlendi, kaynaşabildi.
Biz bir sosyalist olarak, insanın –aklı da içeren– zihni kapasitesinin sonsuz, sürekli genişleyen, derinleşen niteliğine inanırız. Ama bu kapasitenin sınırları olduğunu, özellikle ahlaken onu yönlendirecek bir üstün irade –Tanrı– olması gerektiğini inananları da anlarız. İnsani zaaflardan kaygılanan, iyilik, dürüstlük, hakkaniyet gibi ahlaki kriterleri önemseyen insanların, halin ve geleceğin belirsizlikleri karşısında, bu kaygı ve kriterleri gözeten bir Tanrı kavramına yaşlanmaları anlaşılabilir bir ihtiyaçtır. O yüzden bu insanlarla Tanrı var mıdır–yokmudur gibi bir tartışmaya girmek, bu bahsi temel bir ayrım noktası saymak benim açımdan hem gereksiz, hem de saptırıcı bir yoldur.
Benim için temel sorun, insanda var olduğuna inandığım büyük potansiyeli nasıl harekete geçirebileceğimizdir. Bilinen dinlerin kuralları ve kurumları ile bu noktada ciddi sınırlamalar, kısıtlamalar empoze etmesinin yanısıra, birçok temel insani-toplumsal soruna, özellikle eşitsizliklere cevaz vermesi, beni insan kendi varoluş ve kaderinin mutlak sahibi ve sorumlusudur, bütün sorunlarını çözmeye, giderek yücelecek bir varoluş ufku oluşturmaya yetecek potansiyele sahiptir inancına götürdü. Bu inancım pekişerek devam ediyor, edecek. Kendimi, sıradan bir omurgalı canlıdan, günümüzdeki aşamasına, yarın daha da ötesine vararak kendini geliştiren insan soyunun bir parçası olarak görüyor; bu süreci inişli, çıkışlı, ağır bedeller de ödenen, daha da ödenecek olan bir yetkinleşme, yücelme süreci olarak algılıyor, hissediyorum.
Öte dünyaya inanmıyorum, iyi, yetkin bir insan olmam için öte dünyanın mükafatına da ihtiyaç duymuyorum. Ben dünyada, yaşadığım sürece iyi-yetkin olmanın kendisi yetiyor bana.
Bu düşünüşümün, bütün dinlerde var olan kimi mistik yorumlarla, özellikle de İslam tasavvufunun en güçlü damarlarından biri olan - avami - insan-ı kâmil amaçlı akımlarla, "En el Hak" diyebilenlerle paralelliğinin çoktan beri bilincindeyim. Gerçi onlar çok daha dingin bir insan, kendi yetkinliği ile iktifa edebilen bir varoluş öneriyorlarken, biz çok daha dışa dönük, yetkinliği eylem ve ilişkilerin genişleyen, içeriğinde arayan bir anlayışa sahibiz. Ama aynı tarihsel çizgi üstünde yeralıyoruz.
Şu anda zaten, diğerkamlık, fedakarlık, paylaşma gibi temel insani değerler ile dürüstlük, hakkaniyet gibi asli ahlaki ölçütlerin insanın eylemli varoluşunun gelişmesi ile içiçeleştirilmesinin kökenleri üzerinde çalışıyor, düşünüyorum.
Fiziken doğal varlıklardan pek farkımız yok. Onların hissettiği temel - fiziki/organik - ihtiyaç ve güdüler bizim için de sözkonusu. Ama bizim bir de, onlardan köklü biçimde ayrıldığımız bizi insan kılan temel bir özelliğimiz, farkımız var. Bilme yetisiyle özetlediğimiz, sembolize ettiğimiz zihni kapasitemiz. Bunun farkına vardığımızdan itibaren başlar tarihimiz. O bakımdan en ilkel dinlerden en son dinlere kadar hepsinde "bilmek" çok özel bir içerime sahiptir. Aşağı yukarı tüm dinlerde bunu gördüm ve etimolojisi ile ilgilendim.
Bilmek, bilgi her zaman bir müdahale, müdahil olma imkanını içerir. Bilme ufkumuzun genişlemesi, bilgimizin artması, derinleşmesi müdahale eylem, yapma yaratma imkânlarımızın gelişmesi, varlığımız ve kaderimize daha fazla sahip hale gelmemiz demektir bu yüzden. Dünyayı ve aynı zamanda kendimizi dönüştürmemizdir. Sosyalizm, bu sürecin insanların tümüne şamil kılındıkça kendi aralarında eşitliğin - eşdeğerliliğin de giderek mümkün ve kalıcı olabileceği bir süreç olması gerektiğini savunur. Tüm insanların aynı cevhere sahip olmalarına rağmen, aralarında şimdiye kadar ve halen derin eşitsizliklerin, ağır sömürünün kural olagelmesi, bu cevheri henüz tam anlamıyla idrak edememiş, yeterince geliştirememiş olmamızın sonucudur. Doğal ihtiyaçların baskısından, zorlamasından kurtulamamış olmamız da elbette eş ağırlıkta bir faktör. Ama bu yüzyılda bu engeller önemli ölçüde aşılacaktır.
Bu bakımdan sosyalizmi ürettiklerimizin eşit paylaşımından ibaret saymıyorum asla. Hatta bu tali bir konudur bana göre. Aslolan bahsettiğim o cevheri eşit, eşdeğer yetkinlikte, gelişkinlikte kullanabilmemizle sağlanacak paylaşım ve eşitlik. İnsanın yeteneklerini çok daha geniş insan kitlelerine şamil olarak harekete geçirebilme, geliştirme yolları üzerine daha yeni düşünmeye başladık sayılır.
Dolayısıyla, böylece bizzat insan dönüştürülecektir. Yani insanın kendini dönüştürmesi, cevherini yapıcı-yaratıcı olarak keşfetmesidir esas olan. Modern sosyalizmin ilk evresinde, son yüzyıllık deneyiminde bunun, çevresel koşulları değiştirerek mümkün olabileceği sanılmıştı. Öyle yapıldı, ekonomik düzen, mülkiyet kurumu değişime uğratılarak bu yeni insanlığın oluşturulacağı varsayıldı. Bu yaklaşımın benimsenmesinde Darvinizm'in de etkisi vardır şüphesiz. Hayvan türleri nasıl değişen çevreye kendilerini uyarlayarak evrimleşiyorsa, insanlardan olmak istediklerine uygun koşullar oluturarak evrimlerini mümkün kılar, hızlandırır diye düşünülmüş gibidir.
Burada pozitivizmin de etkisini düşünmek gerekmez mi?
Elbette. Ama insanın çevresini, koşullarını değiştirerek kenini dönüştürmesinin sınırlarını, yetersizliğini gördük. Sosyalist deneyimin ilkevresinden çıkardığımız esas ders budur. Şimdi, bizzat insandaki cevhere, potansiyele yönelmemiz gerektiğini biliyoruz artık. Bu cevheri o büyük amaçlar, yüce eşitlik idealini içererek geliştirmenin yollarını bulmak şüphesiz zor, karmaşık ama insanlığın vardığı şu bilgi, birikim düzeyi ışığında hiç de uzak ve imkânsız sayılamaz. Engeller var ama asla aşılmaz değil. Hiç de uzak olmayan bir gelecekte aşılacaktır da. Düğüm noktasının bu olduğunun bilincindeyiz. Yepyeni bir sosyalizm bu bilinçle kurulacaktır.
İnsanlığın tarihi kadar eski olan bu davanın, idealin takipçileri çölden geçmesini bilir. Şu anda o durumda olmamız bizi caydıramaz. Hatalarımız ve başarısızlıklarımızı söyleyen başkalarının yaptığı listeye biz daha fazlasını da ilave edebiliriz. Bundan çekinmeyiz, çünkü tarihe ve insana karşı sorumluyuz. Bu sorumluluk amacın yüceliği kadar, bugün insanlığın karşı karşıya olduğu büyük, emsali gürülmemiş tehlikenin farkında olmamızdan kaynaklanıyor. Çünkü, bugün bize yüce eşitlik - eşdeğerlik idealinin - geçmiştekinden çok daha mümkün olduğunu gösteren büyük bilimsel atılım ve dinamikler aynı zamanda insan soyunun karşılaşabileceği en acımasız en eşitsiz ve adaletsiz bir rejimin dünyaya egemen olması için de pekala kullanilabileceğini gösteriyor.
Önümüzdeki yıllar bu bakımdan ölçülemez bir tarihi önemdedir.
İrade, Mayıs 2008, sayı 49