- Ergenekon dava sürecinin genel seyrine ilişkin bir muhasebe yapacak olursak gelinen aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü neticede Türkiye’de sol dahil politik toplumu oldukça polarize eden, kutuplaştıran bir mesele halini aldı son dönemde.
Ergenekon davasında bence gelinen aşama önemli ve olumlu. Biz solda duranların, bir olaya baktığımız zaman, olayın asli unsurlarıyla daha ikincil diyebileceğimiz unsurlarını ayırt etme alışkanlığında olan insanlar olmamız gerek. Kalkıp illa ‘birincil çelişki’, ‘ikincil çelişki’ laflarını zikretmek istemiyorum ama bir olguya baktığımız zaman toplumsal dönüşüm açısından siyasi hedefimiz çerçevesinde neyin en önemli, neyin daha az önemli olduğuna dikkat etmemiz gerekir. Böyle bir refleksimizin olması gerekir.
Bu çerçevede baktığımızda Türkiye yakın tarihinin sol açısından en önemli tıkanma noktalarından bir tanesi olan Türkiye’de orduyu arkasına alarak topluma irade dayatma arzusunda olan, bunu kaçınılmaz olarak, ehven-i şer olarak gören, bu arzuyu içinde taşıyan bir çevrenin siyasi planda gerilemesi, toplum nezdindeki meşruiyetini artık iyice yitirmesine yol açacak bir dava olduğu için bence çok önemli. Gelinen aşamada davanın sonuçları ne olursa olsun Türkiye’de bir turnusol kâğıdı işlevi gördüğü için, Türkiye’de toplumsal güçlerin kendilerini demokrat, ilerici, sosyalist olarak tanımlayanlar dahil olmak üzere bir kısmının toplumdan artık nasıl koptuklarının, ona dokunamadıklarının da bir göstergesi olduğunu ortaya çıkardığı için de önemli. Bir yeniden yapılanmanın önünü açtığı için önemli.
Ergenekon davası bu adı taşıyan bir çetenin davası mıdır? Yoksa devletin içinde çok daha kapsamlı silahlı kuvvetler ve sivil unsurların birlikte oldukları bir darbe davası mıdır? Çok daha geniş bir biçimde bir zihniyet dünyasına karşı bir operasyon mudur? Bunu göreceğiz. Bunların üçü de mümkün. Bunun Veli Küçük ve etrafındaki adamlardan oluşan bir çete davasıyla bitmesi de mümkün. Özden Örnek günlüklerinde ortaya çıkan başarısız kalmış bir darbenin davası olması da mümkün. Bunun ötesinde iktidarın veya iktidar yandaşı olan kesimin kendilerine yönelik tehdit olarak gördükleri ulusalcı çevreleri tasfiye davası olarak da bitebilir. En dardan en genişe kadar bu üçlü içerisinde bir yelpaze içerisinde değerlendirmemiz lazım.
- Peki olaya sol açısından bakarsak, Ergenekon davasının sol içinde başlattığı tartışma ve yarılmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Ergenekon davasının her durumda davanın sonuçlarından bağımsız olarak sol içinde açtığı bu tartışma/ayrışma/çatışmanın da yararlı olduğu kanaatindeyim. Bu bizim için sancılı, sıkıntılı bir dönem, biraz zayıflamamamıza, kendi aramızda bölünmemize yol açtığı için üzüldüğümüz bir dönem. Ama aynı zamanda gelecek kuşaklar açısından Türkiye solu tarihinde yeni bir sayfa açmak açısından; bilinçli, bilinçsiz bize 1920’ler solundan, 1930’lar solundan, 1950’lerin sonu 60’ların başındaki soldan devralınmış mirasla artık aramızdaki bağı kopartma döneminin bir ifadesi aynı zamanda. Bu bakımdan da ben hayırlı olduğunu düşünüyorum.
1970’lerin başında Türkiye’deki gençlik hareketleri eski sol hareketlerle göbek bağını koparma operasyonuna girişmişlerdi. Bunda kısmen başarılı olmuşlardı, toplumsal değişimler bıçak gibi kesilir şekilde gelişmez. Zihniyet dünyaları ‘pat’ diye değişmez. Ben bunun bir ileri aşaması olabileceğini görüyorum. Bakın 1960 ortasında “Ordu gençlik elele” sloganıyla yürüyen kişiler, 1970’lerin başında bambaşka bir yere geldiler. Aynı kişilerdi bunlar. “Kıbrıs Türktür!” sloganının arkasında yürüyen kişiler birden bire beş altı sene sonra başka bir yere geldiler. Ama tabi ki “Kıbrıs Türktür!” sloganıyla yürüdüğünüz zaman ondan sonra beş on sene sonra başka bir noktaya gelseniz bile reflekslerinizde izler kalır. Bu doğal bir şey hepimizde olduğu gibi. Bence önümüzdeki dönemde solun yeni kuşaklarının artık bütün toplum üzerinde vesayet kurma emelleriyle, özlemleriyle bağının iyice koptuğu, meşruiyetinin artık tartışılmaz biçimde reddedildiği bir kapının açılması olanağını bize sağlıyor. Bu benim açımdan en önemli olanı.
İkincisi Ergenekon davası bir ihtimalle ‘dağ fare’ demeyelim ama beklediğimiz kadar da büyük olmayan bir şey yumurtlayabilir. Hükümetle Türk Silahlı Kuvvetleri veyahut bu çevreler arasında zimni bir denge anlaşması oluşmuş olabilir. Ama şunu biliyoruz: Bu davada adam öldürmeye teşvik etmiş, silahlı operasyonlarda bulunmuş, çeşitli fiili çeteleşme eylemleri içerisinde bulunmuş, epey bir insanı öldürmüş kişilerin yargılanması kaçınılmaz ve bu bizim açımızdan gerçekten önemli. Yani bu kişilerin yargılanması bizim aynı zamanda 1990’ların karanlık yıllarıyla hesaplaşmamızı sağlar ve oradaki devlet çetesinin teşhir edilmesini sağlayarak yeniden eyleme geçmesini kısmen engeller. Bütünüyle engelleyebilecek gücümüz yok. Ama kısmen engellenmesini sağlayacağı için de bana çok önemli geliyor. “Fırat’ın doğusuna gitmiyor” denmişti; Fırat’ın doğusuna da gittiğini gördük; ölüm kuyuları kazılıyor, o dönemde yapılmış cinayetler ortaya çıkıyor, JİTEM’in varlığı artık bir resmilik kazandı. Birkaç sene öncesine kadar “JİTEM yok” diyenler artık bunu söyleyemiyorlar. Dolayısıyla yakın tarihimizdeki devlet içerisinde toplumda tedhiş yaratarak bir siyasi amaç elde etmek isteyenlerin teşhir edildiği bir noktadayız, bu çok önemli.
- Demokratik bir hukuk devletinin kurulması sürecinde bu davanın önemli bir rol üstlendiği fikrini pek çok kişi paylaşıyor. Öte taraftan davanın yürütülüş biçimine itirazlar da yükseliyor. Peki bu dava gerçekten demokratik, hukuk devleti kurallarına uygun işliyor mu?
Yok işlemiyor. Türkiye’de pek çok dava da işlemiyor; Pınar Selek davasında da işlemiyor. Geçen günlerde yine Adana’da Ağır Ceza Mahkemesi’nde 16 yaşındaki çocuklara yedi, sekiz yıl hapis verildi, 18 yaşından küçük oldukları için üç yıla indirildi ama üç yıla indirildi! Sonuçta üçte biri filan bir yıl hapis yatacak 16 yaşındaki çocuklar. Bu dava da demokratik hukuk kurallarına göre işlemiyor. Hatta şunu da söyleyebilirim. Şu anda Ergenekon davasında hak ihlallerini ortaya çıkaranlar, bunun etrafında kampanya yapanlar, elbette haklılar, sanıklar bütün imkânlarıyla kendilerini savunmakla yükümlüdür. Hukuk böyle bir şeydir. Ama şunu gözden kaçırmamamız lazım. Burada bir yapısal sorunla davanın kendi içeriğini birbirine karıştırmamamız lazım.
Ergenekon davasındaki önemli farkın polisin, özellikle bu tür davalarda işkenceden hareketle belgeye ulaşma yöntemine başvurma ihtiyacı duymamış olmasını dikkat çekici buluyorum. Başka yöntemler kullanılıyor, bu başka yöntemler de telefon dinlemeleri, ortam dinlemeleri gibi yöntemler. Bunlar da demokratik niteliği açısından tartışmalı yöntemler. Ama aynı şey değiller, birbiriyle karıştırmamamız lazım. Şunu kabul edelim ki Ergenekon davası zanlılarının önlerine konan belgelere baktığımızda, eğer bu belgeler sahte değilse devlet ve çeperinde orduyu darbe yapmaya kışkırtma eylemi içinde olduklarını görüyoruz. Şunu söyleyemeyiz: Suça teşvik etmek suç değildir. Aynı suç değildir, aynı oranda değildir. Ama suça teşvik etmek suçtur, daha hafif bir suçtur ama suçtur.
Eğer insanları darbe yapmaya teşvik ediyorsanız, toplantılar yapıyorsanız, “hadi paşam çok geç kaldınız, Türkiye elden gidiyor, darbe yapın” diye onları teşvik ediyorsanız darbe suçu işlemiyorsunuz ama darbeyi teşvik suçunu yani yasal olmayan bir eylemi teşvik suçunu işliyorsunuz demektir. Burada çok ince bir noktada bulunduğumuzu biliyorum. Yani bir fikir özgürlüğü olarak da suç savunulabilir. Ama artık çok hassas bir yerdeyiz. Bazı toplumlar çok özgürlükçü olurlar ve o toplumlarda fikir suçu diye bir şey olmaz. Suçu övmek suçu diye bir şey olmaz. Bunun olabilmesi için Türkiye’de başka bir dizi konuda suçu övme suçunun olmaması lazım. Abdullah Öcalan’a ‘sayın’ dediği için insanlar suçlu bulunacaklar, PKK’yı övmekten hapis cezası alacaklar. Diğer taraftan darbe için toplantılar yapanlar için “bunlar darbe yapmadılar, suçlu değiller diyeceksiniz”. Burada kanuni eşitlik yok. Üstelik ben Öcalan’a ‘sayın’ demenin bir suç olduğu kanaatinde de değilim, yaptığı eylemlerle ilgili övücü bir söz değil, herkes ‘teröristbaşı’ demek zorunda değil. Ama bugün bu bir suç.
Dolayısıyla ben Ergenekon davasında böyle bıçak sırtı bir değerlendirme pozisyonundayım diyebilirim. Bunun bir zihniyet polisliğine dönme tehlikesi var. “Siz cumhuriyet mitingine katıldınız, dolayısıyla suçlusunuz”a gitme tehlikesi var. Onun için Ergenekon davasını gözü kapalı biçimde, hiçbir kayıt, kısıt koymadan savunanlara Yassıada mahkemelerini hatırlatmak isterim. Yassıada mahkemeleri büyük ölçüde bir zihniyet dünyası teşhiriydi. Siyasi bir yargılamaydı ve büyük bir hukuk devleti ayıbıydı. Şimdi Yassıada mahkemeleriyle ilgili böyle bir değerlendirme yaptığımız zaman Ergenekon davasının da bir siyasi likidasyon davası olmaması için mücadele etmemiz lazım. Ergenekon davası yasaların öngördüğü suçları işlemiş kişilerin yargılandığı ve ceza aldığı bir dava olmalı. Yasaların öngördüğü suçları işlemiş kimseler mebzul miktarda var. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst düzeyinde yetkili bulunan kişilerin oturup “darbe yapalım mı yapmayalım mı?” diye görüşmeleri bir suçtur. Böyle bir yetkileri yok çünkü, yetki gaspıdır ve Ceza Kanunu çerçevesinde konuşursak bizim burada “darbe yapalım mı yapmayalım mı?” dememizden çok daha yakın ve gerçek tehlike oluşturan bir şeydir. Dolayısıyla darbe gerçekleşmemiş, bunlar kendi aralarında, başkasına gerek olmamış Genelkurmay Başkanı’nın ve diğer bazı kuvvet komutanlarının desteklememeleri sayesinde bu iş gündemden düşmüş. Gündemden düşmüş ama darbeyi hazırlamaya yönelik bazı eylemler de yapılmış. Boş durulmamış, darbe gerçekleşmemiş ama darbeye hazırlık çalışmaları yapılmış. Bunların arasında Veli Küçük ve çetesi ve o çevreyle bu komutanlar arasında bağlantı var mı yok mu bilmiyoruz. Varsa ciddi bir suç, yoksa o zaman ayrı davalardır bunlar.
Burada savcılardan ve hakimlerden ziyade endişe ettiğim şey şu: Ergenekon davasının bütün bu hukuki eksiklerini, mahsurlarını, demokratik bir toplumda olmaması gereken hak ihlallerini dikkate almadan bunu bütünüyle gözü kapalı bir biçimde destekleyen çevreye esas tepkim var. Zaten sorun biraz da onlardan kaynaklanıyor. Çünkü savcıların ne yaptıklarını çok iyi bilmiyoruz ama ortaya çıkan dokümanlardan gördüğümüz şeyler var. Örneğin birinci iddianame çok kötü bir iddianameydi. İddianame tekniği açısından da çok kötüydü, örneğin hukukta olmaması gereken hatalar vardı. İnsanların davayla hiçbir ilgisi olmayan özel konuşmalarının kayıtlarının yayınlanmasının adil bir yargılanma hakkıyla hiçbir ilgisi yok. Bu insanları sadece toplum nezdinde küçük düşürmek, bir şekilde onlardan öc almak, yargılanmasalar bile ‘rezil etmek’ amacı taşıdığını hissediyorduk. Bu yanlıştı.
İkinci iddianame dikkat ederseniz daha derli topluydu. Bu tür şeylere çok fazla yer vermemişti ve belgeleri ortaya koymuştu. Türkiye’de bu tür iddianamelere çok alışkın değiliz. Bilirsiniz hepimiz geçmişte sol örgüt davaları gördük. Genellikle uydurma, esasen genellikle sadece işkence altında alınmış ifadelere, polisin nereye dayandığı belli olmayan belgelerine dayalı yargılamalar olurdu. Burada pek öyle değildaha çok dinleme ve el koyma yöntemiyle ele geçmiş belgeler var. Bu belgelerin bir kısmı tartışmalı olabilir, onlar da ortaya çıkacaktır dava sürecinde. Dolayısıyla dikkatli olmalıyız, temkinli olmalıyız, her seferinde iktidar olan güce karşı ihtiyatlı olmalıyız. Kim olursa olsun iktidar şüpheye mazhardır. İktidarda olan güce karşı ihtiyatı elden bırakmamalıyız. İktidardaki güç kendi iktidarını pekiştirmek için davranır. Dolayısıyla buna karşı tedbirli olmalıyız. Ama ben Ergenekon davasının Türkiye’de demokrasiyi zedelediği iddiasını taşıyanların samimiyetine inanmıyorum.
Bu gözü kapalı Ergenekon destekçileri kadar burada beni rahatsız eden bir ikinci kesim ise iktidara şüpheyle bakma konusunda hemfikir olmakla birlikte burada işin birincil önemde olan yanını atlayanlar. Yani Türkiye’de vesayet rejiminin kalıntılarını ve unsurlarını toplum nezdinde artık gayrimeşru ilan edebilme imkânı solun yeterince kullanmaması ve bunu sağın, AKP’nin ve onun sözcülerinin eline vermesi ciddi bir sorun. Beni gelecek açısından en çok endişelendiren bizim, toplum nezdinde bir şekilde vesayet rejimi aktörlerini ehven-i şer olarak gören kesim olarak damgalanmamız. Bu bizim açımızdan uzun vadede demokratik Türkiye bayrağını en önde tutacak güç olma imkânımızı büyük ölçüde engelleyecek bir şey. Bu durumda önümüzdeki dönemde sağ muhafazakâr çevreler buradan hareketle kalkıp toplumda “bakın biz vesayet rejimiyle böyle mücadele ettik” dediklerinde bizim sözümüzün ağırlığı olmayacak ve onlar hâlâ kendilerine rağmen demokrasi mücahidi olabilecekler diye endişeleniyorum açıkçası. Yani ben burada hakikaten solun on-onbeş yıl daha Türkiye toplumu nezdinde inandırıcı olmayan, bunun mücadelesini vermeyen bir kesim olarak damgalanmasından korkuyorum. Gelecek açısından bir fırsatı yeniden kaçırmamız endişesini taşıyorum.
- Dava kapsamında vurgulanan bir diğer husus da davanın kendisinin aslında neredeyse TSK ve Gülen cemaati arasında bir kapışmanın ürünü olduğu. Bu yaklaşımları nasıl değerlendirmektesiniz?
Ergenekon davasının arkasında, yanında, çeperinde neresinde olduğunu tam bilemediğimiz bir başka unsur var elbette. O unsurla da mücadele etmemiz lazım. Polis içerisinde Fettullahçı hareket deniyor buna. Polis içerisinde ve yargıda olduğu iddia edilen ve bunun dolaylı inandırıcı kanıtlarını görebildiğimiz bir çevre var. Şimdi bu çevreyle mücadele etmek başka bir şey, vesayet rejimi çerçevesinde parlamenter demokratik rejimi askıya alma gücünde olan, TSK’yı etkileme gücünde olan bir çevreyle mücadele etmek başka bir şey. Birincisiyle ikincisini karıştırmamak lazım. Birincisine karşı mücadele ederken ikincisine teslim olmamız gerekmiyor. Ama ikincisiyle mücadele etmek için de öbürkülerin kuyruğuna takılmamamız gerekiyor.
Biz solcuların normalde siyasal eylemimizde ilkelerimiz çerçevesinde önemli olanı ikincil olandan ayırt etmemiz gerekir. Burada önemli olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde uzun vadeli, yapısal biçimde İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa’lardan gelen o kadim gelenek içerisindeki bu vesayet rejiminin kalıntılarının, kurumlarının artık etkisiz hale gelmesidir. Diğeriyle elbette mücadele edeceğiz. Devlet içerisinde kadrolaşmanın yabancısı değiliz. MHP Sağlık Bakanlığı’nda kadrolaştığında biz rahatsız olmuyor muyduk veyahut Milli Selamet Partililer zamanında Sanayi Bakanlığı’nda kadrolaştığı zaman rahatsız olmuyor muyduk? MHP’liler, AP’liler polis içerisinde kadrolaşmadılar mı? POL-DER’liler tasfiye olduktan sonra 1980’lerde POL-BİR’liler pohpohlanıp ortaya çıkarılmadı mı? Mehmet Ağar kimin için ‘tosuncuklar’ diyordu? Demokratik hukuk devletinin polisleri değildi onlar. Bugünkülerin onlardan daha modern polislik yaptıklarını bile söyleyebiliriz.
Dolayısıyla demokratik hukuk devleti içerisinde, parlamenter rejim içerisinde bir demokratik baskıyla değiştirebileceğimiz ve o mücadele içerisinde karşı çıkabileceğimiz bir kadrolaşma hareketiyle, vesayet rejimi ayrı şeyler. Boyutları tartışılabilir, ne derece boyutlu olduğunu bilmiyoruz; çünkü genellikle şuna da dikkat etmek gerek, sosyal bilimlerden şunu gayet iyi biliriz. Kendini iyi tanımlamayan, kasıtlı biçimde gizli olan hareketler, örgütler hep şüphe unsurudur. Ben mason dünyasını bilmiyorum ama masonlarla ilgili hep ‘bunlar devleti yönetiyorlar’ endişesi vardır. Çünkü gizli cemaatler olduklarından daha büyük tehdit unsuru olarak gözükürler. Ama masonların dünyayı yönettikleri iddiası biliyoruz ki bir safsatadır.
Gülen hareketinin polisi ve Milli Eğitim’i tamamen ele geçirdiği sözlerinin biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Bu abartının da bu hareketin kendini varediş tarzıyla bağlantılı olduğu kanaatindeyim. Gülen hareketiyle ilgili ciddi sorunlarımız var. Kendine hareket diyor, sözcüleri var mı? Kim yönetiyor? Finansmanı nasıl sağlanıyor? Açıklık var mı? Yurtdışında kaç tane lise olduğunu bile bilmiyoruz. Listesini bilmiyoruz, ben aradım, taradım bulamadım. Yurtdışında kaç tane okulu var 20 mi 40 mı 70 mi? Bilmiyoruz bunu. Gülen okulları diye bir şey biliyoruz ve bilgi elde edemiyoruz. Bir derneğin kaynaklarını illa açıklaması faşizan bir zorunluluktur. Ama Tanzanya’da öğretmen olan bir kişiyi kim Avustralya’ya öğretmen olarak tayin ediyor. Böyle bir örgüt mü var? Milli Eğitim Bakanlığı’nda böyle bir mekanizma var, biliyoruz. Bunları bilmek istememiz normal. Kendine hareket dediğine göre hareketin bir yapısı, örgütü olması gerek. Bir başı, bir yönetimi olması lazım. Bunları bilmediğimiz için biraz da abartılı bir biçimde önem atfediyoruz. Bu onun kendisiyle ilgili bir sorun. Ama buradan hareketle Gülen hareketi darbecilerden daha tehlikelidir noktasına geldiğimiz zaman orada bir akıl kayması olduğu kanaatindeyim.
- Türkiye yakın tarihini müteselsil bir komplolar zinciri olarak algılamak oldukça yaygın. Dava sürecine baktığımızda bu işin popülerleşmiş hali, kamuoyu algısı bu şekilde gelişiyor gibi. Tarih dışı, bağlam dışı devlet içinde, hatta devletten de ayrılan bir çete, bir organizasyon var ve bu 1 Mayıs 1977’den, Gazi katliamına 28 Şubat’a kadar aslında ilgili ilgisiz tüm bu olaylardan sorumlu. Aslında bu Türkiye’de askeri vesayet rejiminin çökmesi ve belini doğrultamayacak hale gelmesini, toplum içerisinde demokratik bir bilincin gelişmesini de engelleyici bir algı. Bu algıya karşı ne yapılmalı?
Bu dediğiniz çok doğru; çünkü bu savcılık iddianamesinde var olan bir sorun. Ama bizim bütün savcılık iddianamelerimiz böyledir. Bakın Ferhat Sarıkaya iddianamesi ilk başta çıktığında bir yığın arkadaşım çok beğenmişti. Bana çok kötü bir iddianame olarak gözükmüştü. Çünkü Ferhat Sarıkaya orada atçılardan topçulara gidiyordu. Şemdinli’de bir kitapçıya konmuş bombadan bahsediyoruz. Bunun dünyadaki küreselleşme hareketleriyle, ABD’nin Rusya’yla çatışmasıyla ne alakası var. Savcı orada bir dünya değerlendirmesi yapmak zorunda değil, yaptığı zaman zaten saçma kaçıyor. Ondan sonra olayla arasında bir bağlantı kurmak için bir uluslararası komplonun parçası olma zorunluluğu genellikle bu tür olur olmaz genelleştirmeler yaptığınızda ortaya çıkar.
Mesela Ergenekon denen olayın bir çete mi, yoksa insanların kendilerine atfettikleri, zaman zaman ortaya çıkarttıkları bir kod ismi mi olduğu konusunda benim pek bir kanaatim yok. Benim gördüğüm savcılar Türkiye’deki iddia makamının geleneksel davranışı çerçevesinde elinde yakın uzak ne varsa dolduruyor. Hakim ayıklasın bunu diyor. Veli Küçük 1980’lerde diyelim bir kentte olmuş ve o kentte de faili meçhul cinayet vakası olmuş, bunu da oraya koyuyor. Şimdi bunun Ergenekon’la alakası var mı yok mu diye sormuyor. Hakimin ve kamunun önüne elinde ne varsa döküyor. Dev-Yol iddianamesi de böyleydi. Alakasız binlerce olguyla doluydu. Siyasi örgütlerle ilgili doğru dürüst okuduğum iddianame çok azdır. Bunların bir tanesi rahmetli Albay Soyer’in başkanlığında hazırlanan MHP iddianamesidir. O gerçekten sadece belge ve olgulara dayalı bir iddianamedir. Hatırladığım kadarıyla mesela Türkeş’in 1944’te Türkçülüğünden başlamaz iddianame. Bizim böyle bir sorunumuz var ve bu tabi aynı zamanda bazı insanlara bu iddianame her şeyi kapsamış Ergenekon çetesinin altında bir komplo zihniyetinin ürünü bir şeyler üretmişler kanaatini yaratıyor. Biraz evvel söylediğim gibi birinci iddianame sorunludur derken bunu kastediyordum. Önemliyle önemsizi, kanıtla izlenim ayrılmadan sunulmuş, insanların önüne boca edilmiş. İddianame tekniği açısından hem yanlış hem de bu tür kafa karışıklıklarına yol açacak bir şey bu.
Türkiye’de kalkıp da devleti yıllardan beri bunlar yönetiyor, etkiliyor diyeceğimiz bir yapı arayacaksak onu devletin içerisindeki bazı kurumlarda örneğin Seferberlik Tetkik Dairesi, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı silsilesi içerisinde giden yapıda bulabiliriz. Ama bunların bütün Türkiye’deki gayrı kanuni işlemlerin arkasında olduklarını söylemek saçma bir şey olur. Bazı gayrı kanuni işlerin arkasındalar. İlk kendileri kabul ettiler, “6-7 Eylül olaylarını biz örgütledik” diye. 1 Mayıs katliamının tetikleyicileri olmalarının yüksek ihtimal olduğunu biliyoruz. Ülkü Ocakları çerçevesinde geçmişte solcuları bastırmak üzere bazı eylemleri tetiklediklerini tahmin edebiliyoruz. Rahmetli Adana savcısı Cevat Yurdakul’un üzerine gittiği buydu, öldürülme nedeninin bu olduğunu tahmin ediyoruz. Dolayısıyla bu yeni de değil. Ama bence bütün bir devleti ele geçirmiş ve bütünüyle devleti yönlendiren bir çetenin varlığından bahsetmek de bana biraz abartılı geliyor. Son dönemlerle aradaki fark belki de burada yatıyor. 1990’larda bunu hükümette ve parlamentoda yer alan kesimlerin önemli bölümüyle uyum içerisinde yaparken 2002’den sonra Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde bunu belki uyum içerisinde yapamadığı için de biraz daha gözükara dediğimiz artık iyice irrasyonel gözüken eylemlere de gittiğini görüyoruz. Bir de kendine rejimin kurtarıcısı misyonunu vererek, olağanüstü durumdan kaynaklanan meşruiyetini, ayrıcalıklarını korumak istiyor.
Şöyle bir şey de var. Bu Türkiye’ye de özgü değil, dünyada bu tür devlet içi yasadışı organizasyonlar bir süre sonra kendileri için de çalışmaya başlarlar. Sadece devletin kendilerine koyduğu hedeflerden bağımsız olarak kendi iktidarları, kendi gelirleri, güç ilişkileri veyahut ileride kendilerine yönelebilecek suçlamalara karşı karşı şantaj unsuru oluşturacak bilgileri, belgeleri toplamaya başlarlar. Kendileri de bilirler ki yaptıkları yasadışı bir şeydir ve bir gün gelir, iktidar değişir kendilerinden hesap sorulur. Dolayısıyla kendilerini koruyacak şantaj unsurları, belgeler toplarlar. Bunun için bu kişilerin evlerinde inanılmaz belgeler ortaya çıkıyor. Onlar sadece emekliliğinde hatıra olsun diye saklanan belgeler değil. Aynı zamanda kendilerini korumak için sakladıkları belgeler.
Ergenekon çetesi denen örgütün de zaman içerisinde kısmen özerk biçimde kendisi için de çalışan bir oluşum haline geldiğini söyleyebiliriz. Yani bütünüyle emir komuta hiyerarşisinde, devletin en üst katından emir alan bir çete olmak dışında son dönemlerde biraz kendi hedeflerini kendi koyan bir çete olduğunu söyleyebiliriz. Bunu Fransa’da 1960’larda gördük, Almanya’da gizli servislerin özellikle 1950’lerden sonra likidasyonunda gördük, en açığı İtalya’da gördük. Yani Gladio örgütünün nasıl mafyayla da bağlantılı olarak kendi menfaatleri için de çalışmaya başladığını, örgüt menfaatlerinin bir şekilde öne çıkmaya başladığını, P2 locası çerçevesinde gördük. Burada da benzer bir gelişme var.
- Aşağı yukarı herkes bu büyük krizle birlikte neo-liberal dogmaların ciddi bir sorgulamaya tabi tutulacağında hemfikirdi. Ama bunun dereceleri konusunda anlaşmazlıklar vardı. Kriz sonrası oluşacak ‘yeni dünya düzeni’nin nasıl olacağı konusunda birtakım sorgulamalar vardı ve aşağı yukarı şöyle denilebilirdi: Kriz derinleştikçe daha sonra oluşacak bir yeniden düzenleme ihtimali de o kadar artacaktı. Ama şu anda liberaller açısından daha ‘iyimser’ bir tablo var gibi gözüküyor. “Tünelin sonunda ışık göründü” deniyor. Ciddi bir yeniden düzenlemeye tabi tutulmadan global kapitalizmin yoluna devam etme ihtimalini ne düzeyde görüyorsunuz?
Yüksek. Bilmediğimiz bir olguyu öğrendik. Biz iktisat tarihinde bu tür büyük krizleri, yani 1929 krizi, 1870’lerdeki iktisadi kriz gibi büyük krizleri gidişatından bakarak nereye gider ve sonunda ne oluru biliyoruz. Geçmişteki tecrübelerden çıkardığımız geleceğe yönelik çıkarımlar.
Bu krizde şunu gördük. Kriz boyutları itibariyle hakikaten büyüktü. Yalnız 1929 krizinden ve 19. yüzyıl krizlerinden farklı bir ortamda gelişti. Bir kere 1929 krizine nazaran para sistemi farklı. Para sistemi altın rezerv para sistemi değil. Tamamen merkez bankalarının ve bankaların kredi verme kapasitesi üzerine oluşan bir para sistemimiz var artık. Karşılığı kredi olan bir para sistemi var. Bu tabi parasal dalgalanmaları çok yumuşatan bir sistem.
İkincisi devletlerin liberal hatta neoliberal zihniyette kişilerin yönetiminde olmalarına rağmen devletlerin kriz bastırıcı mali müdahaleler yapma meşruiyetinin çok büyük olduğu bir sistem. 1929 krizinde, o zamanki başkan iktisat zihniyeti açısından gayet muhafazakâr Hoover’dı ve ta Roosevelt seçilene kadar krizin ortasında sıkı maliye politikası uyguladı. Çünkü böyle bir meşruiyeti yoktu. Türkiye’de de aynı şey yapılmıştır. 1929-30 krizinde Türkiye bütçe fazlası verdi ama kriz de aynı oranda derinleşti.
Şimdi devlet bu konudatamamen farklı meşruiyete sahip. Devletin krizi engellemesinin, bunun için de ne yaparsa yapmasının mübah olduğu fikri, birkaç tane hâlâ inançlı liberal dışında herkese makul geliyor. ABD’de 700 milyar dolarla başlayan, galiba şimdi bir trilyon doları geçen bir müdahale söz konusu. Tabi bu durumda, krizi engelleme kapasitesi değil belki ama krizin eskisi gibi derinleşmesini, yaygınlaşmasını engelleme kapasitesinin daha yüksek olduğu bir devlet gücü var. Dolayısıyla da biz başka tür bir kriz yönetimi ve kriz düzeni görüyoruz. Eğer öngörüldüğü gibi krizin daha derinleşmesinin artık sonuna gelindiyse, ki bundan emin değiliz, krizin toplumsal bilinçte yaratacağı deprem etkisinin maalesef sınırlı olma ihtimali yüksek. Yani liberal öğretinin meşruiyetini bütünüyle sıfırlayacak bir kriz bekliyorduk, öyle olmama ihtimali var. Olma ihtimali de var ama ben altı ay ya da bir yıl öncesine nazaran krizin toplumun iktisadi tahayyülündeki dönüştürücü kapasitesinin daha düşük olacağına inanmaya başladım. Bir sene önce mesela bundan daha büyük bir beklentim vardı. Artık bundan sonra liberal söylemin gayrimeşru addedileceği döneme gireceğiz kanaatindeydim. Öyle olmayabilir ve ABD’deki gelişmelere baktığımızda, ABD’deki mali finans aktörlerinin nasıl hemen hızla kendilerini toparladıkları ve bir an önce devletten aldıkları borçları geri ödeyerek devletin kendi üzerlerinde kurmaya çalıştığı ücret sınırlaması yükümlülüğünden kendilerini kurtarma çabasını görünce o zaman ürktüm. Demek ki krizden çıktığımızda aynı finans baronları gene benzer davranışları sergileyebilecekler ve belki de toplumun bir kesiminde de bununkarşılığı olacak ve bu insanlar eski güçlerine kavuşabilecekler. Böyle bir ihtimal var. Ama böyle bir ihtimal var diye teslim olmamak lazım.
- Peki krizin ‘bilinçlendirici’ etkisinin beklenenden cılız kaldığı böyle bir durumda sosyalistlerin tutumu ne olmalı?
Sosyalistler açısından krizin çok önemli bir işlevi oldu. En azından şunu gösterebiliyoruz: O sizin söylediğiniz piyasa tam da bizim söylediğimiz gibi çok tehlikeli bir kurum. Devlet müdahalesiyle ayakta kalabilen bir kurum. Ölmek üzereydi ve ona çok karşı çıktığınız, ‘komünizm’ dediğiniz, ‘planlamacılık’ dediğiniz karşılıksız devlet müdahalesiyle, batmakta olan şirketleri kurtararak yeniden yaşam verebildiniz. Dolayısıyla burada bizim bir ideolojik mevzi kazanımımız var. Esas bunu pekiştirmemiz lazım. Yani krizden sonra hiçbir zaman böyle olmayacak diyerek beş sene sonra kendi söylediğimizin esiri olmayalım. Olabilir, kapitalizm ölmez, liberalizm de ölmeyebilir ama liberalizm yara alarak çıkacaktır, izi kalacaktır. Bizim için bir tutamak noktasıdır bu.
Liberalizmin daha doğrusu piyasacılığın ciddi biçimde yara alacağı, her seferinde bunun böyle olmadığını hatırlatabileceğimiz, topluma piyasacılığın sonuçlarını somut olarak gösterebileceğimiz, dolayısıyla piyasa merkezli toplumun eleştirisinde daha ayaklarımızı güçlü basacağımız bir eleştiri zemini sağlıyor bize. Bu siyasi ve ideolojik anlamda çok önemli, reddetmemiz gereken bir mevzi. Ama bu kazandığımız mevziyi de birkaç sene sonra doğrulanmaması ihtimali yüksek öngörülerle zayıflatmamamız lazım. Biraz temkinli olmamız lazım.
Tabii ki global kapitalizm de değişecektir. Kriz olmasa da değişecekti. Şimdi elbette değişecek. Ayrıca global kapitalizm dediğimiz olguyu da tarif etmek lazım. Bu ülkeler ötesi, bunları kapsayan bir kapitalizm mi? Bu global kapitalizmin içerisine Rusya’yı soktuğumuz zaman bir petrol rantı merkezli bir devlet kapitalizmi görüyoruz. Çin’i soktuğumuz zaman esas olarak emek sömürüsüne dayalı bir devlet kapitalizmi görüyoruz. Yani Çin’deki emek sömürüsü herhalde ABD’dekinden daha fazla. Ama bu Çinliler illa başka türlü yapabilirlerdi anlamına gelmiyor. Yani o yoksulluk ortamında kapitalist yöntemi seçtikten sonra başka türlü yapabilirler miydi? Belki de başka türlü yapamazlardı. Yani Çin mi yoksa Rusya mı daha iyi bir yöntem izledi bilemiyorum. Rusya’nın bütün Sovyet döneminden kalma ortak mülkiyeti bir avuç oligarka paylaştırması mı daha iyiydi yoksa Çin’in yaptığı gibi denetimli bir kapitalizme geçiş mi daha iyiydi bilmiyorum. Neticede iki kötülük arasında seçim yapmak zorunda değiliz ama farklılıklarını görmemiz lazım. Global kapitalizmin değişmesi sözkonusu olabilir.
Önümüzdeki dönemde şöyle bir değişiklik yaşayacağız ve bu yavaş yavaş daha belirgin olacak. Wallerstein’in terimini kullanırsak tek merkezli olmayan bir dünya sistemiyle karşı karşıya olacağız bundan sonraki dönemde. ABD’nin hâkimiyetinin eskisi gibi olmayacağını öngörebiliriz. Mesela burada liberal öğreti artık bütünüyle çöpe atılacak mı, en azından kimse buna rağbet etmeyecek mi derseniz, maalesef emin değilim derim. Ama önümüzdeki dönemde ABD’nin 1990’lardaki gücüne yeniden sahip olamayacağından daha eminim. Yükselen rakipleriyle kendisi açısından gerçekten sorunlu bir ABD’yle, üretkenliğinin düştüğü, çok yüksek tüketimle ayakta durmaya çalışan bir ABD ve doların hâkimiyeti de önümüzdeki dönem giderek zayıflayacak. Bu bir iki yılda olmaz; İngiliz sterlininin yerine doların dünya parası olması süreci yarım yüzyıldan fazla sürdü. 1944’te Bretton Woods’ta karar alındığında artık fiili olan durumun onaylanmasıydı. Böyle ta 19. yüzyılın sonundan Bretton Woods’a kadar sürmüş bir süreçtir. Doların yerini şu anda rakip bir ulus devlet parası mı alacak, yoksa uluslararası bir para birimi mi yaratılacak bunları bilmiyoruz. Ama gördüğümüz gibi AB güçlenirse avro kısmen dolara rakip olabilir, bazı ülkelerin dolardan çıkarak bir ortak para sepeti oluşturma çabaları var. Rusya’nın var, İran bunu destekliyor, Çin bile kısmen destekliyor ki Çin çok fazla dolara bağımlı, bütün tasarruflarını dolar olarak yapmış bir ülke olmasına rağmen. ABD merkezli bir iktisadi dünya düzeni herhalde daha az bir ihtimal.
İşin bir de ekolojik kriz boyutu var. Krizden çıkmak için bilinen tek yöntem Keynesyen yöntem, tüketimi arttırmaya yönelik politikalar. Bu da ekolojik kriz tehlikesini da güncelleştiriyor. İşin böyle paradokslu bir yanı var. Ama öte taraftan ABD’de bu paradokstan kaçmak için yeni bir arayış var o da yeşil altyapı yatırımlarını destekleme. Yani yeşil altyapı yatırımları yaratarak hem bir taraftan bir talep yaratma hem de ekolojik krizden kaçma gibi bir yaklaşım var. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Kapitalizmin çevreyle uyum sağlaması bir oranda mümkün. Ben sadece çevre temasıyla kapitalizmin yıkılacağına, bir çevre ekonomisinin sadece kapitalizme alternatif olabileceğine inanmıyorum. Biraz önce tam da söylediğiniz gibi çevreye uyumlu bir kapitalizm olabilir. Şunu da diyebiliriz, kapitalizm sonuçta bir isimdir. Böyle tarihin başından sonuna kadar her şeye kapitalizm mi diyeceğiz? Belli bir dönemde oluşmuş bir şeydi ve belki kapitalizm zaman içinde kendini değiştirdiğinden bir müddet sonra insanlar ona kapitalizm demek yerine ona başka şey demeye başlayacaklar. Kapitalizmin adı kendisinin hayata geçmesinden çok sonra kondu. Yeni bir yapının da adı kendisinin hayata geçmesinden çok sonra konabilir.
İnsanlar kendi içerisinde bulundukları şeyin adını vermekte her zaman zorluk çekerler. 19. yüzyıldaki bir kapitalisti bugün birdenbire hayata dönüp de bugünün ABD’sine, İngiltere’sine, Almanya’sına baktığında 19. yüzyılın vahşi kapitalizmine nazaran bugün için “yahu buraya komünizm gelmiş” der, “bu kadar devlet müdahalesi var, işçiyi işten çıkartamıyorum, asgari ücret var şu var, bu var” der. Kendi kafasında bunu bir komünizm olarak tanımlayabilir. Ama dediğiniz doğru, sermaye birikimi amaçlı bir sistem kapitalizm. Tüketim falan bütün bunlar sermaye birikiminin güçlenmesine yönelik. Kapitalizme esas özünü veren bu. Sermaye birikimi yeşil altyapıyla da sağlanabilir. İlla sermaye birikimi petrol tüketerek sağlanacak diye bir gereklilik yok. Sermaye birikimi yeşil dediğimiz, çevreye duyarlı yatırımlarla istihdam yaratarak elbette sağlanabilir. Kapitalist sermaye birikiminin yanıtlarına bakacağı soru, “bu daha mı kârlıdır, yoksa daha az mı kârlıdır” sorusudur. İşte burada da artık devletler de, müdahale eden güçler de bazı sektörlerin daha kârlı, bazı sektörlerin daha az kârlı olmasını belirleyebilecek imkâna sahip. Dolayısıyla uzun vadeli bir rasyonalite açısından bakıldığında yeşil bir altyapı ulusal devletler seviyesinde olabilir. Daha sosyal amaçlı bir istihdam politikası, hizmetler sektöründe mesela olabilir. Bu mümkün.
- Sizce böylesi bir dönüşümü günümüzdeki kadar sınıfsal ve ulusal olarak bölünmüş bir dünyada yapmak ne kadar mümkün? Çin’i tartışıyoruz; çünkü Çin emeğe ve doğaya neredeyse sınırsız ve maliyeti sıfır kaynaklar olarak abanarak kalkınmasını sağlıyor. Dolayısıyla böylesi bir ortamda bir yer belki bu dönüşümü gerçekleştirir ama öbür taraf bundan azade kalırsa bu ne kadar gerçekleştirilebilir bir şey haline gelir? Yani böylesi mevcut bir dünya tablosunda gerçekleşebilir mi bu ekolojik dönüşüm?
Sorun burada yatıyor. Gelinen noktada ekolojik kriz global, bütünsel dediğimiz bir kriz. Yani eskisi gibi dere yatağına kimya fabrikasının döktüğü ve sadece o dere yatağının etrafındaki insanların zarar gördüğü bir kriz değil. Siz karbondioksit emisyonu yaptığınız zaman en az CO2 emisyonu yapan Tibet’tekiler de Amerikalılar kadar zarar görüyorlar. Dolayısıyla global bir çevre kirliliği var.
İktisatta iki türlü analiz yaparız. Bir dışsallık dediğimiz şeyler vardır. Sizin iradeniz dışında başkalarına verdiğiniz yararlar ve zararlardır bunlar. Başkalarına verdiğiniz zarar bundan zarar görenlerin belli olduğu doğrudan zarar olabilir. Bunu halletmek nispeten kolaydır. Global ekolojik krizin etmenlerinde ise bir aktör sorunumuz var. Zarar gördüğü için bu zararın ortadan kalkmasını talep edecek olan kim? Tibet’teki insanın Türkiye’nin yaptığı karbondioksit emisyonuna yaptırımı nasıl olacak? Burada gerçekten ulus devletlerin tamamen her ülkenin kendi başının çaresine bakmasına dayalı, gemisini kurtaran kaptandır deyişine uygun modelin yürümediğini görüyoruz. Yani ulus devletler siyasal olarak tıkanma aşamasındalar ama ulus devletler aynı zamanda dünyadaki ekolojik krizi yönetme konusunda daha da çöküş ya da imkânsızlık içerisindeler. Orada ulus devlet modelinin nasıl yürüyemeyeceğini daha fazla görüyoruz. Çin haklı olarak diyor ki biz Amerikalıların tüketim seviyesine geldiğimizde elbette biz de çevreye duyarlı oluruz. Bütünüyle haksız değiller. Çünkü bugünkü dünyayı dondurmak büyük bir eşitsizlik. Amerikalılar daha fazla çevreyi kirletmesinler ama Çin’liler de daha fazla çevreyi kirletmesinler dediğiniz zaman Çinlilerle Amerikalılar arasındaki refah farkını da kapatılmamak üzere dondurmuş oluyorsunuz. Bu bir haksızlık. Ama her ülke de “ben en iyi ülke seviyesine geldiğimde çevre duyarlısı olurum” dediği zaman da geriye dönüşü olmayan bir çevre krizi ortaya çıkıyor. İşte burada ulus devlet mantığı içinde kalkınmacı ideolojinin sınırlarına geliyoruz.
Son AB Parlamento seçimlerinde hem katılımın düşüklüğü hem de göçmen karşıtlığının beslediği aşırı sağın yükselişi neyin işareti? Krizin de etkisiyle Avrupa’da giderek bir otarşinin yükselmekte olduğundan bahsedebilir miyiz?
1979’daki ilk AB parlamento seçimlerine katılıma Avrupa seviyesinde baktığınız zaman yüzde 60’tan bugün ortalaması yüzde 40’a düşmüş durumda. Bir kere böyle bir eğilim var. Ama 1979’da başladığında 12 ülkeyle başlamış, 2009’da ise 27 ülkeyle seçim yapılmış. İktisatta bu tür iki veriyi yanyana getirdiğimizde bunun her zaman anlamlı olmayacağını öğretiriz öğrencilere. Burada da buna dikkat etmemiz gerekir; ancak yine de belki anlamlı bir şey var. Acaba genişleme Avrupalıların AB’ye olan ilgisini azaltıyor mu? Bu kısmen bir sorun çünkü genişleme AB’nin daha farklı birbirinden uzak kesimlerini yan yana getirdiği için belki AB’nin merkezinde olan kimlik bütünlüğünü, benzeşmesini zayıflatıyor. Ben bunun savunulabileceğini ama her şeyi izah etmeye yetmediği kanaatindeyim.
Bence AB’ye olan ilginin azalması, AB’nin ulus devletler üzerindeki gücünün bir türlü artmaması ile alakalı. 1979 Avrupa Topluluğu’nun AB’ye dönüşmesi, yani bir siyasal birliğe dönüşmesinin heyecanıyla insanlar oy veriyorlardı. Şimdi AB Parlamentosu’na oy verdikleri zaman “yahu tamam da bu bir işe yaramıyor” diye düşünüyorlar. 1979’da 1984’te bir işe yarayacağı beklentisiyle hareket ediyorlardı. Bugün ise AB Parlamentosu hele krizde, kriz yönetim yetkilerinin hiç olmadığı bir parlamento. Yani AB Parlamentosu ve Komisyon’unun üye ülkeler üzerinde yapamayacağı iki üç şey var. Vergi politikası yapamıyor, ortak iktisat politikası yapamıyor, bunlar ülkelere bırakılmış politikalar, ortak istihdam politikası uygulayamıyor. Kriz ortamında beklentiniz krizle mücadele edecek siyasi güçlerin oluşmasıysa AB Parlamentosu’yla hakikaten ilgilenmezsiniz. Çünkü oradan bir çare gelmeyeceğini biliyorsunuz. Özellikle liberal, Anglosakson çevrelerin empoze ettiği AB bu tür bir siyasi güçbirliğine dönüşmediği sürece, hele kriz ortamında artık sizin için tutunacak bir dal değildir, bir beklentiniz olmaz oradan. Ulus devletler yapabilir diyerek onlara dönersiniz. Dolayısıyla böyle bir sorunu da var AB’nin.
- Bir yandan da ekonomik krizle mücadelede AB’nin yetersiz kaldığı eleştirileri var. Bir yandan AB derinleşemiyor. Parlamento seçimlerinin çok açık biçimde gösterdiği gibi çok güçlü bir karşı kamuoyu var. Bu hep bahsedilen ‘demokrasi açığı’ AB’nin sonunu getirecek mi?
AB kriz konusunda yetersiz kalıyor dediniz. AB zaten yetersiz kalmak üzere tasarlanmış. Elinde kriz yönetimiyle ilgili bir enstrümanı yok. Vergi politikası yok, istihdam politikası yapamaz, ortak yatırım politikası yok, bütçesi üye ülkelerin GSYİH’nın yüzde biriyle sınırlanmış. Sizin bütün kanatlarını kestiğiniz bir kuş var, sonra uçmasını istiyorsunuz, uçamaz. Uçmamak üzere müdahale edilmiş, tasarlanmış bir yaratık var ortada. Dolayısıyla elbette yetersiz. Bakın önümüzdeki dönem AB ile ilgili tartışmalarda belki daha fazla AB’nin geleceği konusunda daha somut girişimlere öncelik edebilir. Yani bu Lizbon anlaşması yürürlüğe girerse o çerçevede bir ileri adım atma olanağı sağlayabilir. Lizbon Anlaşması da çok parlak bir anlaşma değil elbette.
Aşırı sağın yükselmesinin iki nedeni var. Birincisi katılımın az olması. Oy oranı olarak baktığımız zaman yükseliyor. Oy miktarı olarak baktığımız zaman bazı ülkelerde yüksseliyor ama global düzeyde baktığımız zaman çok fazla anlamlı bir yükselme söz konusu değil. Ama katılım düştüğü için, yüzde 40 katılım olduğu yerde ulusal seçimlerdeki temsilinden çok daha yüksek bir parlamento temsili elde etti aşırı sağ. Bu ciddi bir sorun. Nüfusu yaşlanan bir Avrupa söz konusu. Dolayısıyla gelecek umudunun yaşlı nüfusta daha az olduğu, kendi içine kapanma endişelerinin daha yüksek olduğu bir Avrupa söz konusu. Aşırı sağın yükselmesinde özellikle Doğu Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet blokunun gelmesiyle çözmeden bastırdığı, dondurduğu ve şimdi buzhaneden çıkan sorunların gündeme gelmesi de etkili oluyor. Bunlar çözülmeden dondurulmuş sorunlardı. Şimdi çözülüyor ve karşımıza çıkıyorlar. Çek Cumhuriyeti’nde, Macaristan’da çingenelere yapılanlar örneğin. Bunlar Sovyet rejiminde gözükmüyorlardı ama çözümlenmemişlerdi de. İşte nerede donduysa oradan tarihe devam ediyoruz. Bu çözülmeyecek anlamına gelmiyor ama çalkanıtlı bir dönem olacak anlamına geliyor.
Şuna da dikkatinizi çekmek isterim. Bu AB Parlamento seçimlerinde sadece aşırı sağ yükselmedi, Yeşiller de yükseldi. Şimdi bunlar tam biribirne zıt şeyler. Yeşiller’in AB seçimlerinde çok büyük bir başarı sağlamalarının nedeni en belirgin, en tutarlı Avrupa politikasına, AB söylemine sahip olan parti olmaları. AB’nin genişlemesini, sosyal Avrupa’nın kurulmasını, Türkiye’nin üye olmasını en açık biçimde savunan grup. Dolayısıyla burada bir ikilik var. Bir taraftan aşırı sağ yükseliyor ama diğer taraftan da içinde Türkiye’nin de bulunduğu başka bir Avrupa’yı savunanlar güçleniyor. Türkiye’yi bu noktada savunanlar o ırkçı duruşun tam simetrik zıddında duran kişiler aynı zamanda. Irkçı duruş Türkiye’yi İslamofobiden ve ırkçı bir dışlamadan dolayı istemiyor. Dolayısıyla Yeşiller’in sadece Türkiye konusunda değil, diğer konularda da bu tavrı AB’nin diğer farklı demokrat, özgürlükçü, ulus devletler yerine gerçek anlamda federal bir AB’nin taşıyıcısı olan bir hareket olduklarını gösteriyor. Sol-sosyal demokratların tutarsızlıklarının, ikircikliklerinin bedelini sosyal demokratlar öderken bir kısım sosyal demokrat seçmen de yeşillere yöneldi.
AB aleyhtarı sol partilerin bu seçimlerde başarılı olması mümkün olamazdı; çünkü karşı olduğunuz bir şeye seçmeni oy vermeye çağıramazsınız. Eğer AB’ye karşıysanız seçmeni AB parlamento seçimlerinde mobilize edemezsiniz. Dolayısıyla burada şuna da dikkat etmek lazım sol iktisadi kriz konjonktüründe beklenenin çok altında oy aldı. Bu açıdan bakınca iki türlü sol var biliyorsunuz: AB taraftarı sol var, bir de AB karşıtı sol var. Özellikle Fransa’da 2005 yılında AB Anayasa referandumuna oy veren geniş bir seçmen kitlesi vardı, bu bütünüyle dağıldı. Avrupa’ya karşı şüpheci olan bir sol var, onlar elbette, mesela Almanya’daki Sol Parti seçimlerde başarı gösteremedi ama bu Eylül ayındaki genel seçimlerde başarı gösteremeyecekleri anlamına gelmiyor. Avrupa parlamentosu tabi ki ya bütünüyle ırkçı bir yaklaşım içerisinde olanları mobilize ediyor ya da Avrupa’ya angaje olanları mobilize ediyor. İkircikli tavra seçmen yönelmiyor.
Mesele, Temmuz 2009