Türkiye'de insanların kültürle, sanatla, edebiyatla ilgisi pek zayıf olduğundan Coşkun Büktel'i tanımalarını beklemiyorum. Türkçede yazılan en iyi oyunlardan Theope'nin yazarı Coşkun Büktel,Türk tiyatro camiasını, tabii ki kanıtlar sunarak, yerden yere vurduğu Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları kitabında, İnsanları isim vermeden eleştirecek kadar alçak değilim der.
İsim vermeden eleştirmek¸ gerçekten de, alçaklıktır, çünkü kabahat sahibini ifşa etmemiş, işlediği suçun bedelini ödemesinden kurtarmış olursunuz. Korkak bir karanlık içindesinizdir ve ortalığa ithamlar savurmaktan öteye gidemezsiniz. İsim vermeden eleştirmek, aynı zamanda, haksızlıktır, çünkü kabahati olmayanlara da çamur atmış olursunuz genel bir suçlamayla.
Türkiye siyasetten spora, kültüre, ticarete kadar bunun örnekleriyle doludur. İsim vermeden insanları suçladığınız için, mesela Susurluk gibi skandallar patladığında da, adı sanı belli insanlarla suç arasındaki ilişkiler ağını ortaya çıkarmazsınız ve sonuç olarak bir temizlik yapamadan cerahati içeride bırakırsınız; bir daha patlayana kadar. O suçu yaratan ortama dokunmamış, hatta o ortamı beslemiş olursunuz. İşte bunun için zırt pırt birtakım insanlar çıkar ve Bir konuşursam herkesi yakarım tehditi savurur. Tabii, o konuşmaz, kimse yanmaz ve cerahat büyür, çünkü yatağını genişletmiş, koruma altında olduğunu teyit etmiş, sağlamasını yapmış olur.
Aslında, söyledikleri doğrudur; bir konuşsalar herkes yanar, çünkü herkes bu ortamda yaşamakta ve yaşayabilmek için bu ortamı yaşatmaktadır.
Şimdi, Nazlı Ilıcak'ın Başbakan Tayyip Erdoğan'a ulaşma zorluğundan ve etrafına set çeken danışmanlarından şikayet etmesi üzerine hükümetten gelen tepkiler, tam da, isim vermeden eleştirme örneği. Başbakan Erdoğan diyor ki, Bazı kişilerin o sedden geçebildikleri zaman bize ne tekliflerle geldiklerini gördük. Şimdi o sed onlara kapalı.
O sedlerden biri olan Ömer Çelik de aynı şeyi söylemiş: Söylesinler bakalım Başbakan'a ulaştıklarında hangi taleplerde bulundular.
Şimdi gazeteciler yanıp yakılıyor, Erdoğan ve Çelik, kimlerin hangi taleplerde bulunduğunu açıklasınlar diye. Haklılar. Erdoğan ve açıklamalıdır.
Anlıyoruz ki, Türkiye'de gazeteciler, hükümetlerden, belediyelerden olmayacak şeyleri, olabileceklerini bal gibi bilerek, istemişlerdir ve istedikleri de olmuştur üstelik. Şimdi de AKP hükümetinden istekte bulunan gazeteciler olmuştur, hatta istediklerini alanlar da olmuştur. Anlıyoruz, ama bilemiyoruz biz bunları. Hiçbir şey açık değil ki. Gazeteler yazsa, televizyonlar söyleyip gösterse, bileceğiz, ama zaten isteyenler onlar olunca, onlar nasıl söylesin!
Dolayısıyla, hükümet, kimin ne talep ettiğini açıklamalıdır. İsteyenler, eğer istedikleri istenemez şeylerse toplum önünde rezil olsun, yok, makul şeylerse o da görülsün. Hatta, hükümet sadece gazetecilerin taleplerini değil, mesela gazete ve televizyon sahiplerinin taleplerini de açıklasın. Hangi patronun, mesela hangi özelleştirmeyi, hangi kamu kuruluşunu, hangi şartlarla almak için hangi kanalları kullandığını da açıklasın.
Medya ile hükümet arasındaki ilişkiler hiç de şeffaf değil. Daha doğrusu şöyle bir şeffaflık, çıplak gerçek var: Hükümet, özelleştirme balını medya patronlarının ağzına çalarak (karlı kamu kuruluşlarını medya sahiplerine peşkeş çekerek) ya da medya patronlarının medya dışı işlerindeki sıkışıklıklarını (mesela bankaların durumunu) kullanarak, gazetelerin ve televizyonların kolunu büküyor. Medya patronları, bir sürü tarakta bezleri olduğu için, hiçbir riski göze almak istemiyorlar. Gazetecilik yapmak, gazete ve televizyon sahipleri bakımından, bu memlekette büyük bir risk.
Gazeteler, televizyonlar, gazetecilik yaptıkları için değil, yapmadıkları için varlar ve güçlerini de bu yapmama durumundan alıyorlar. Hükümetlerle, yerel yönetimlerle suçortaklığı yapabilme güçlerini... Gösterdikleri şey, en fazla, Yazarım haaa! tehdidi. Ancak yazmadıkları zaman işlerine yarayacak bir habercilik anlayışı yani. Okura, seyirciye haber değil, devlete, hükümete, yerel yönetimlere tehdit gösterme üzerine kurulu bir gazetecilik. Bu yüzden, kimse hükümete gözünün üstünde kaşın var diyemiyor.
Hükümetin, medya patronlarını, yayın yönetmenlerini arayıp rahatsız oldukları haberleri yayınlamamalarını istediğini duyuyoruz. Ve onlar da genellikle yayınlamıyor. Bu durumda Türkiye'de gazetecilikten bahsedilebilir mi?
Biraz paradoksal gibi görünebilir ama hükümet, yayınlanmasını istemediği haberleri de açıklamalı bence. Yani, nasıl Gazeteciler ne gibi taleplerde bulunduklarını açıklasın bakalım diyorsa, kendisi de medyadan talep ettiği şeyleri açıklasın bakalım. Ya da en iyisi, bunu da medya yapsın. Daha da iyisi, herkes herşeyi açıklasın.
Ama kimse bunu yapmıyor, çünkü her iki taraf da bu durumdan besleniyor. Bir pürüz çıkınca da Bak herşeyi söylerim haa! tehdidi savurup bu ahlaksızlık çarkının yine tıkır tıkır dönmesini sağlıyorlar.
Hükümetin en küçük eleştiriye tahammülü yok. Neredeyse kimse hükümeti eleştiremiyor, en yumuşak bir şekilde buna teşebbüs eden de yoğurdu üfleyerek yiyor. Bunu sadece ben söylemiyorum, işadamları da söylüyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde Bush yönetimine hakim olan muhafazakar ekip neo-conlara yakın American Interprise Institute adlı fikir küpünün Ortadoğu uzmanlarından Michel Rubin'in, AKP'nin İslami sermayeyle ilişkilerini ele aldığı Yeşil Sermaye yazısında (Middle East Quarterly, Güz sayısı), birçok gazeteci ve işadamı, isminin yayınlanmaması kaydıyla konuşmuş. Bu uzun yazının sonunda yine adını vermeyen bir işadamı şunları söylüyor: Hükümete muhalefet eden herkes, ekonomik ve politik olarak zarar görebilir.
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde böyle bir şey olamaz. Buradaki işadamının adını gizleyerek söylediği şey, kapalı bir toplantıda geçen konuşmalar, o konuşmalardan çıkan bilgiler değil ki, kendi yorumu, değerlendirmesi.
Ama korkuyor işte bu insanlar. Çünkü Erdoğan'ın padişahvari üslubuyla, edasıyla ve yönetim tarzıyla ve 300 bilmem kaç küsur milletvekiliyle AKP hükümeti korkutuyor... Medyaya sık sık ne yapması, nasıl yapması gerektiğini basın toplantılarında, mitinglerde bağıra çağıra söylüyor Erdoğan; TÜSİAD'a, işçi sendikalarına hadlerini bildiriyor. Siyaset yapmayın, herkes kendi işine baksın diyor. Bundan daha anti-demokratik bir şey olabilir mi? Kimse siyaset yapmasın, bir tek benim hakkım o. Çünkü, millet şu kadar oy verdi, beni seçti, milletin iradesine kimse karşı koyamaz.
Bu manzara karşısında hangi demokrasiden bahsedebiliriz? AKP hükümeti, önceki DSP-MHP-ANAP hükümetinin başlattığı Avrupa Birliği'ne uyum ve IMF programlarını sürdürüyor. Doğru, Ecevit hükümetinin zorlandığı, ayak sürüdüğü birçok yasayı da AB takviminin sıkıştırmasının da yardımıyla Meclis'ten geçirdi. Evet, irade göstermiş oldu. Ama bu, AKP hükümetiyle Türkiye'deki işleyişi demokratik ve Başbakan Erdoğan'ı da demokrat kılmaya yeter mi? Hayır, kesinlikle yetmez.
Evet, feryatlar karşısında, hükümetin kimi değişiklikler için TCK'nın yürürlüğe girmesini ertelemesi bir şeydir, ama bir şeydir. İdris Küçükömer'in izah ettiği gibi, yekpare bir devlet yapılanmasında, 357 milletvekiline sahip ezici bir çoğunlukla iktidara gelen bir parti, hiçbir karşı ağırlık, denge mekanizması da olmayınca, devletin sahibi olup borusunu öttürüyor. (Türkiye'ye özgü bir karşı ağırlık olan MGK'nın ve askerin, AB süreci ve Irak savaşı öncesindeki Amerikan tercihleri çerçevesinde ekarte edilmesiyle Türk iç politikasındaki tek karşı ağırlık, dışarıdaki bir mihrak olarak ortaya çıktı: AB. Yanlış anlamaya mahal vermemek için söyleyeyim: MGK'nın eski statüsünü koruması gerektiğini düşünmüyorum. Öyle bir karşı ağırlıkın zaten temelden sorunlu olduğunu düşünüyorum...)
Bir de, parti içi demokrasi geleneği yoksa, ki AKP'de de böyle bir şey gözlenmiyor, o zaman o partiyi yönetmek de zor olabiliyor. Erdoğan'ın siyaset yapma tarzı sorunlu. Bu tarz, Türkiye'nin sorunlarına da, demokratikleşmeye de deva olamaz. AKP'den istifa eden kimi milletvekillerinin de Nazlı Ilıcak gibi Başbakan'a ulaşamamaktan, konuşamamaktan şikayet etmesi üzerine, Kızılcahamam'da topladığı milletvekillerinin sırtlarını sıvazlayıp şunları söyledi Erdoğan: Memleket meşguliyetleri sebebiyle zaman zaman ayrı düşsek de bizler gönül ikliminde birbirinden asla ayrı gayrı düşmeyen, lafzen muhabbete imkan bulamayınca birbirleriyle kalben konuşan bir kültürden geliyoruz.
Bu sözler, bir siyasi parti içindeki ilişkileri, işleyişi, diyaloğu, istişare mekanizmalarını tarif edebilir mi? Buradan ben şunu anlıyorum: Başbakan ve etrafındaki birkaç bakanla birkaç danışmanı ve birkaç bürokrat şoför mahallinden siyaseti yürütüyor, bu siyaset yapma tekeline sahip dar kadronun kalben konuştuğu, gönül ikliminde birlik talep ettiği büyük kitle de dampere doluşup millet iradesinin tecellisini gösterip direksiyon başındakilerin hakimiyetinin devamını sağlıyor.
Erdoğan'ın sözleri pir ile müridleri arasında, belki, geçerli olabilir. (Erdoğan gibi birini pir kabul edebilecek insanlar ancak bu çağda çıkabilir.) Aşıklar arasında olabilir. Arkadaşlar arasında olabilir, ama onlar da zaten kesinlikle bu sözlerle ifade etmezler. Fakat siyaset bu şekilde yapılamaz.
Türkiye'yi hızla demokratikleştirdikleri için gurur duyan bu hükümetin demokrasi anlayışını sergileyen son bir örnek daha vereyim. Anlaşılan, AKP'nin Kızılcahamam kampı pek verimli, pek zengin, pek cevher yumurtlayıcı geçmiş, zira bu sefer de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül şunları söylemiş (NTV'den aktarıyorum): Gül, Türkiye'nin sözü dinlenen, önemli bir ülke olduğunu, demokrasi ve insan hakları konusunda da Batı'yla yarışır hale geldiğini söyledi. Edinilen bilgiye göre, Gül, konuşmasının bu noktasında, 'Size örnek olarak şunu söyleyebilirim: eskiden saygın devlet adamları Batılı ülkelere sığınmak isterdi. Önceki hafta devrilen Kırgızistan Devlet Başkanı Akayev Türkiye'ye gelmek istiyor. Akayev Türkiye'yi tercih edebilir' dedi.
İnsaf! Halkının isyana gelip devirdiği, kendi ülkesinden apar topar kaçmak zorunda kalan bir devlet başkanı nasıl saygın devlet adamı oluyor? Bu, sadece Türkiye'de olur. Eskiden olurdu, şimdi de zihniyet değişmemiş. Türkiye, (bu AKP'nin suçu değil) bütün 1990'lar boyunca buraya gelen Orta Asya cumhuriyetlerinin muhalefet liderlerini, o ülkelerdeki diktatörlerin isteği doğrultusunda kendi topraklarında barındırmadı, kapıdışarı etti. Eh, şimdi de, o muhalefetin kapıdışarı ettiği diktatörleri misafir etmekle böbürleniyor.
Benim anlamadığım, bu devlet adamları, kendilerini gülünç duruma düşürdükleri için karikatürlere kızıyor, dava açıyorlar. Gülünç duruma düşmekten korkuları yok, ama bu korkusuzlukla herkesi korkutmaya çalışıyorlar. Evet, insanları korkutabilirsiniz, ama karikatürler korkmaz Recep bey. Bakın gülüyorlar.