Bilindiği gibi son açıklanan büyüme rakamıyla, Türkiye’nin krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olduğu tescillendi. Buna göre “krizin bizi teğet” geçtiğini iddia eden AK Parti iktidarının da “fiyakası” bir miktar bozulmuş oldu. Tabii kriz, AK Parti’nin itibarının sarsılmasından çok daha önemli başka sorunlar da beraberinde getiriyor. Bu sorunlardan biri de krizin gelir eşitsizliğini arttırma tehdidi. Şu ana kadar krizden farklı gelir grupları farklı seviyelerde etkilendi. Azalan satışlar, düşen kar oranları kuşkusuz sadece işverenlerin değil, çalışanların da gelir düzeylerini sarstı ve sarsmaya devam ediyor. Özellikle kriz nedeniyle % 15’lere çıkan işsizlik oranı, gelir dağılımını bozucu yönde ciddi bir potansiyel taşıyor. Biz de bu yazımızda krizin gelir dağılımı üzerindeki olası etkilerini değerlendireceğiz.
İktisat literatürüne kabaca bir baktığımızda krizin gelir dağılımı üzerindeki etkilerinin oldukça olumsuz olduğunu görüyoruz (1). Ekonomik krizler, gelir dağılımını çoğunlukla ücretliler aleyhinde bozuyor, krizden en çok etkilenenler de ücretli çalışanlar oluyor. Ücretliler aleyhine işleyen bu mekanizmayı Marx’ın “yedek emek ordusu” kavramı ile açıklayabiliriz. Malum ekonomik kriz firmaları eleman azaltmaya zorluyor. Kriz nedeniyle işten çıkartılan veya yeni iş bulamayan çalışanlar ise işsizlikte bir artışa neden oluyor. İşte bu işsizler grubuna “yedek emek ordusu” diyoruz. Tabii işsizlikteki artışın sermayedara kazandırdığı bir avantaj var, çünkü işini kaybetmesi durumunda başka bir iş bulamayacağını düşünen çalışan düşük ücrete kanaat etmek zorunda kalıyor, artan fiyat düzeyi oranında ücret artışı talep edemiyor. Bu bahsettiğimiz mekanizma ekonomi bir miktar toparlansa bile işlemeye devam ediyor, “yedeği” bulunan çalışanın ücreti toparlanmadan çok sonra artmaya başlıyor (2).
Marksist literatürden alıntılayarak bahsettiğimiz bu mekanizma 1994 ve 2001 yıllarında kriz yaşayan Türkiye için de geçerli. Tahmin edilebileceği gibi 2001 krizi sonrasında sanayi üretiminde reel ücretler ciddi şekilde geriledi. Sanayi ücretlerindeki gerileme kuşkusuz krizin beklenen bir sonucu. Fakat kriz döneminde büyük bir düşüş gösteren reel ücretler, yüksek büyüme oranlarının göründüğü AK Parti dönemi boyunca toplamda ancak % 8’lik bir artış gösterebildi. Kriz öncesi düzeyine bir türlü dönemeyen sanayi sektörü reel ücretleri, hala kriz öncesi döneminin % 30 altında.
Gelir dağılımının önemli göstergelerinden biri olan ücret payına baktığımızda ise, krizin ücretliler aleyhine olan olumsuz etkilerini tekrar görüyoruz. Grafik I’de ücret payı olarak tanımladığımız kavram, ücretlilerin toplam üretimden aldığı payı gösteriyor. Yani ücret payında meydana gelen bir azalma, üretimden elde edilen toplam gelirin daha çok miktarının sermayedara, daha az miktarının ise çalışanlara gittiği anlamına geliyor (3).
1980 sonrası özel sektör sanayi ücret payları ile ilgili iki nokta dikkat çekici. Birincisi, 1980 sonrası ücret paylarında ciddi bir düşüş var. Buna göre neo-liberal dönemin getirdiği yeni koşullar ücretlilerin aleyhine işlemiş. İkinci olarak da tahmin edilebileceği gibi, 1994 ve 2001 yıllarında ücret paylarında ciddi bir düşüş gerçekleşmiş. Buna göre ekonomik krizler sanayi sektöründeki ücret paylarını 1994 krizinde % 25, 2001 krizinde ise % 20 civarında düşürmüş. Yani mesela krizden önce %21 seviyelerinde olan ücret payı, 2001 krizinin etkisiyle % 17 seviyelerine inmiş. İşin kötüsü tekstil, deri, ağaç ürünleri vb. gibi düşük ücretlilerin çalıştığı niteliksiz sektörlerdeki çalışanlar, diğer çalışanlara göre krizden daha fazla etkilenmiş. Bir başka değişle kriz en çok, kentteki alt gelir gruplarını vurmuş. Dolayısıyla krizler sadece ücretlilerin payını azaltmamış, ücretliler arasındaki eşitsizliği de arttırmış (4).
Özetle veriler krizin gelir dağılımını bozucu etkilerinin bulunduğunu ve bu etkilerin 1994 ve 2001 krizleri için de geçerli olduğunu söylüyor. Ancak şunu belirtmemiz lazım ki, son yaşadığımız kriz, 1994 ve 2001 krizlerine göre farklılık gösteriyor. Bu nedenle 2008/2009 krizinin gelir dağılımı üzerindeki etkilerinin de diğer krizlere göre farklı olması beklenebilir.
SON KRİZİN DİNAMİKLERİ FARKLI
Öncelikle 1994 ve 2001 krizleri yüksek enflasyon döneminde olurken, son kriz TÜFE’nin % 10’un altında kaldığı bir dönemde gerçekleşiyor. Bu durum çalışanlar için iyi bir haber, çünkü işverenler genellikle nominal ücretleri düşürerek çalışanlarını demoralize etmek istemezler. Zaten Türkiye’deki iş kanunları da çalışanın rızası olmadan nominal ücretleri düşürmeye izin vermez, bu nedenle çalışanların nominal ücretlerini düşürmek işverenler için oldukça zahmetli bir iştir. Oysa yüksek enflasyon oranları, işverenin nominal ücretleri düşürme ihtiyacını ortadan kaldırır, çünkü nominal ücretlerin enflasyon karşısında sabit kalması reel ücretlerin düşmesi anlamı taşır. Dolayısıyla krizin yüksek enflasyon döneminde gelip gelmemesi, reel ücretlerdeki değişmeyi etkiler.(5).
Kriz dönemi enflasyonunun düşük olması, işin olumlu tarafı. Ancak madalyonun öteki yüzüne baktığımızda % 14.9 gibi yakın dönemde rastlamadığımız bir işsizlik oranı görüyoruz. Maalesef 2001 krizi sonrası izlenen politikalar, kriz sonrası artan işsizliği bir türlü düşüremedi. İyi dönemde % 10 seviyelerinde dolaşan işsizlik ise kriz zamanında % 14.9’a fırladı. Bu kadar büyük bir kesimin kriz sonrasında gelir kazanamama durumu, gelir dağılımını olumsuz etkileyecek başlı başına bir faktör. Yakın dönemde azalması beklenmeyen işsizliğin, orta vadede reel ücretleri de olumsuz etkileyeceği tahmin edilebilir. Üstelik Türkiye bu krizde dünyayla çok daha bütünleşmiş bir durumda ve reel ücretler krizin etkilendiği diğer ülkelerde de düşüş gösteriyor. Dolayısıyla krizden olumsuz etkilenen işveren, üretim maliyetlerini düşürmek adına üretiminin bir kısmını, hatta tamamını ücretin düşük olduğu ülkelere kaydırabilir. Yüksek işsizlik oranının iç talepteki canlanmayı engellemesi ve durumunun işsizliği daha da arttırabilecek olması durumu da işin cabası. Yani bu krizde işverenin önünde çok daha büyük bir “yedek emek ordusu” bulunuyor. Bu durumun hem ücretlerin daha çok baskı altında kalması, hem de işsizlikteki toparlanmanın gecikmesi gibi olumsuz sonuçları olacaktır.
Krizin ücretlileri ne düzeyde etkileyeceğini önümüzdeki dönemlerde daha net olarak göreceğiz. Şimdilik ücretlilere yapılan toplam ödemelerde, sanayi üretimindeki düşüşten daha küçük bir azalma tespit ediliyor. Yani krizin kısa vadede ücret paylarına olumlu bir etkisinin olduğu bile söylenebilir. Ancak yukarıda bahsettiğimiz olumsuz etkiler, gelir dağılımını daha net olarak orta vadede etkileyebilecek etkiler. Dolayısıyla krizin gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileri önümüzdeki dönemde daha çok açığa çıkacak.
KRİZ SADECE OTOMATİV ÇALIŞANLARINI VURMADI
Krizin hangi sektördeki çalışanları ne kadar etkilediğine baktığımızda ise şaşırtıcı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi krizin en kötü vurduğu sanayi sektörü, ulaşım araçları sanayi oldu. Özellikle ÖTV indirimine kadar ulaşım taşıtları üretiminde % 60’lara azalmalar meydana geldi. Ulaşım taşıtları sektöründeki gerilemeyi çoğunlukla TV, haberleşme araçları gibi elektronik ürünlerin üretildiği sektörler izledi. Tabii bu bahsettiklerimiz, görece yüksek ücretli elemanların çalıştığı nitelikli sektörler. Ancak istihdam ve reel ücretteki değişmeleri gösteren verilere baktığımızda, tekstil, ağaç ürünleri gibi bazı niteliksiz sektör çalışanlarının da, krizden en az ulaşım taşıtları çalışanları kadar etkilendiğini görüyoruz. Yılın ilk çeyreğinde tekstil ve deri imalatındaki ücretler, ulaşım taşıtlarına göre daha fazla gerileme göstermiş. İstihdamda ise durum daha vahim. Verilere göre, kriz zamanında en çok işten çıkartılanlar yine ücretlerin en düşük olduğu ağaç ürünleri, tekstil ve inşaat sektörleri olmuş. Yani zaten düşük ücret alan olan bir grup insan işsiz kalmış, daha da fakirleşmiş.
Krizin niteliksiz sektörlerde çalışan bir grup çalışanı ciddi şekilde etkilemesi aslında beklenir bir durum. Bu durumu birkaç nedenle özetleyebiliriz. Öncelikle zaten krizden ilk etkilenen sektör olma özelliği gösteren inşaattaki gerileme, çoğu sendikalı olmayan ve bir sürüsü informal olarak çalışan inşaat işçilerini direkt olarak etkiliyor. Dolayısıyla inşaat sektörünün gerilemesine bağlı olarak, inşaat çalışanları da işsiz kalıyor. Sanayide ise niteliksiz düşük ücretli işçi çalıştıran sektörlerin, aynı zamanda işgücü yoğun olma gibi bir durumu var. Yani tekstil, deri, ağaç ürünleri gibi sektörlerde işgücü maliyetleri ciddi bir kalem olarak işverenin karşısına çıkıyor. Oysa otomotiv, elektronik eşya gibi sektörlerde aramalı, yatırım, teknoloji gibi maliyetler işgücü maliyetlerinden çok daha önemli. Dolayısıyla maliyet açısından, niteliksiz sektörlerde işçi çıkartmak diğer sektörlere göre işverenin daha çok işine geliyor.
Ayrıca tekstil gibi sektörlerde çalışanı eğitim süreci de fazla önem taşımıyor. Krizin toparlanma evresinde, çıkartılan işçilerin yerini dolduracak yeni çalışanlar kolaylıkla bulunabilir (hele ki işsizlik % 15’lerde dolaşırken). Oysa otomotiv gibi sektörlerde çıkartılan eleman yerine yeni bir çalışan bulmak, niteliksiz sektörlerdeki kadar kolay olmayabilir. Yeni alınan elemanların eğitim süreci uzun ve masraflı olabilir. Kriz zamanında işten çıkartılan çalışanların daha sonra yeniden işe alınması bile, yeniden işe alınan çalışanların yeteneklerini kaybetmesi veya yeni teknolojiden uzak kalması nedeniyle beklenen sonucu vermeyebilir. Bu nedenle kriz dönemlerinde niteliksiz çalışanların işten çıkartılması işveren açısından daha anlamlıdır. Üstelik nitelikli elemanların çalıştığı sektörlerdeki çalışanların daha büyük bir oranı sendikalıdır. Yani eleman azaltmalarına tepki gösterecek veya reel ücretlerdeki düşmeyi engelleyecek mekanizmalar nitelikli sektörlerde daha fazla mevcuttur.
Bu çerçeveden bakıldığında krizin niteliksiz işçilerin çalıştığı bazı sektörlerdeki çalışanları, ulaşım taşıtları çalışanlarından daha fazla etkilemesi anlamlandırılabilir. Ne yazık ki krizin oluşturduğu geniş “yedek emek ordusu”, reel ücretlerdeki ve istihdamdaki azalmayı engelleyen mekanizmaların görece az olduğu niteliksiz sektör çalışanlarını daha fazla etkileyecek. Özetle, daha önceki krizler gibi 2008/2009 krizi de sadece işsizliği arttırmıyor, ayrıca ücret içi eşitsizliği arttırarak, düşük gelirleri daha fazla yoksullaştırıyor.
TERS GÖÇE DİKKAT
Kriz nedeniyle kentsel işsizliğin % 17.5’e çıkmış olması ve düşük ücret alan bir grup çalışanın işten çıkartılması, kuşkusuz düşük gelirli kent gruplarını ciddi şekilde sarsabilecek bir durum. Kent içi yoksullaşmanın, kentten köye ters göçü başlatma gibi bir potansiyeli bulunuyor. Malum uzun süre işsiz kalabilecek düşük gelirli bir kesim, yaşam şartlarının zorlamasıyla, çareyi köyüne dönmekte bulabilir. Ancak kentten köye ters göçün orta vadede hem kalkınma, hem de gelir dağılımı üzerinde ciddi olumsuz etkileri olabilir. Ters göçün kalkınma sürecindeki olumsuz etkilerini herhalde detaylıca anlatmaya gerek yok. Zaten gereğinden fazla çalışanı olan tarım sektörüne yeni eleman girişinin bırakın faydayı, teknolojik gelişmeyi teşvik eden mekanizmaları engelleyerek tarım sektörünü daha fazla işgücü bağımlı hale getirmek gibi zararları bile olabilir.
Olası bir ters göçün gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkilerini ise iki nedene bağlamak mümkün. Birincisi, kırsalda elde edilen gelir kente göre daha düşük. Bu nedenle kırsala göç bireyleri daha düşük bir gelire mahkûm ediyor. İkincisi, kırsala ters göç bireylerin tarımsal üretim pastasından daha az pay almasına neden oluyor. Bu nedenle kırsal nüfusundaki artış (pasta büyümeyeceğine göre) sadece göç edenleri değil, bütün tarım kesiminin gelirini aşağıya çekiyor. Bütün bu olumsuzluklardan ötürü, AK Parti hükümetinin sadece krizin olumsuz etkilediği halk kitlelerine destek olmak için değil, kalkınma açısından tehlikeli olabilecek olan kentten köye göçü engellemek için de, krizden etkilenen işsiz ve düşük gelirli olan kesimlere olan desteğini arttırması gerekiyor.
Özetle söylemek gerekirse, şu an içinde bulunduğumuz dünya krizi, gelir dağılımını birden fazla şekilde bozma potansiyeli taşıyor. Artan işsizlik, düşmesi beklenen reel ücretler de, maalesef en fazla düşük gelirlilerin canını yakıyor. Üstelik kent-içi yoksullaşmanın, talebi düşük seviyelerde tutarak işsizliği arttırmak gibi bir kısır döngü yaratması ihtimali hiç de düşük değil. Bu noktada hükümetin de sendika düşmanlığını bırakıp, gelir eşitsizliğine ve kentsel yoksullaşmaya karşı ciddi önlemler alması gerekiyor. Aksi halde çözümü geciken kriz bizi daha büyük sosyal problemlerle karşı karşıya bırakabilir.
Dipnotlar:
(1) Birkaç ampirik çalışmadan örnek vermek gerekirse:
Jayadev A.(2007) “Capital account openness and the labour share of income” Cambridge Journal of Economics 31(3);
Harrison A.E.(2002) “Has Globalization Eroded Labor’s Share? Some Cross-Country Evidence”Mimeo, UC Berkeley.http://wbln0018.worldbank.org/LAC/LACInfoClient.nsf/ ;
Onaran Ö.(2009) “Wage share, globalization and crisis: the case of the manufacturing industry in Korea, Mexico and Turkey”International Review of Applied Economics, 23:2,113 — 134
(2) Konuyla ilgili yazılardan Ümit İzmen’in, Taraf Gazetesi için yazdığı “Yedek işgücü ordusu” başlıklı yazısı oldukça dikkat çekici. Bilmeyenler için İzmen’in halen TÜSİAD’ın başekonomistliği görevini yürüttüğünü hemen belirtelim: http://www.taraf.com.tr/makale/5454.htm
(3) Marksist literatüre yakın olanlar bahsettiğim kavramı “sömürü oranı” olarak bilirler. Ancak bu yazıda gelirin paylaşımını daha iyi gösterdiğini düşündüğüm ücret payını (toplam ücretler/katma değer) kullanmayı tercih ediyorum. Zaten “sömürü oranı” olarak kullanılan kavram da, kaba bir hesapla (1/ücret payı – 1)’den ibarettir.
4 Sektörleri nitelik açısından sınıflandırırken, M. Landesmann, H. Vidovic ve T. Ward (2004)’ın “Economic restructuring and labour market developments in the new EU member states” çalışmasından faydalandım. Buna göre:
a) Kimyasal madde, ulaşım araçları, elektrikli makine ve cihaz, TV ve haberleşme araçları, büro ve bilgi işlem makineleri, tıbbi aletler ve saat, kok kömürü ve petrol ürünleri, basın-yayın ve plak ve tütün ürünleri sektörleri yüksek nitelikli;
b) Metal ürünleri, kâğıt ürünleri, plastik ve kauçuk, gıda ve içecek sektörleri orta nitelikli;
c) Tekstil, deri, metal olmayan mineral, ağaç ürünleri ve mobilya sektörleri düşük nitelikli sektörler olarak sınıflanmıştır.
Sınıflama, TÜSİAD (2004)’ın “Türkiye'de İşgücü Piyasasının Kurumsal Yapısı ve İşsizlik” çalışmasındaki sektörel eğitim seviyesi rakamlarıyla da büyük ölçüde uyumlu göstermektedir.
(5) Burada gelebilecek itirazlara karşı ilginç bir kavram kargaşasını da açıklığa kavuşturayım. TÜİK’in açıkladığı verilere göre, 2009 ilk çeyreğinde brüt ücret maaş endeksi % 4 gerilemiş. Burada bir iktisatçı adayı olarak ben de ünlü iktisatçılar Asaf Savaş Akat, Seyfettin Gürsel, Ahmet İnsel, Mustafa Sönmez gibi endeksteki gerilemenin nominal ücretlerin gerilemesi anlamına geldiğini düşündüm. Ancak daha sonra bahsi geçen endeksin çalışanlara yapılan toplam ödemeler olduğu, yani istihdamdaki azalmanın da bu endeksi etkilediği ortaya çıktı.