Yerli ve Seküler: Maltepe Mitingi'nden Yeni Nesil Milliyetçilik İzlenimleri

Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayan Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan protesto eylemleri, Saraçhane meydanına yayılıp, yedi gece boyunca sürünce herkes gibi beni de merak içinde bırakan yeni nesil milliyetçiler, oldu. Seküler milliyetçiler, yeni Türkçüler veya yeni İttihatçılar denilen kitleyi gerçekten de incelemeliydim. Çünkü üstünde çalıştığım, 1926 yılında İzmir Suikastı döneminde geçen, baş karakteri İttihatçı olan tarihsel romanım için gerekli okumaları yeni tamamlamıştım. Tam sahaya inip mekânları gezebilmek için seyahatler yapmayı planlıyordum ki, kurguladığım karakterlerimin devamcıları/yeni İttihatçılar çok konuşulmaya başlandı.[1] Son yıllarda Türkiye'de, özellikle genç nüfus arasında, seküler milliyetçilik belirgin bir şekilde güç kazandı. Bu eğilim, geleneksel milliyetçilik anlayışından ayrışarak laiklik ve modern değerleri ön plana çıkarıyor ve dinî referanslardan uzak, ulusal-Türk kimlik anlayışını benimsiyor. Evet İttihat Terakki’nin temel düşüncesiyle ayrılık gösterdikleri yönler çok fazla, evet 1908 Devrimi’nden sonra aradan geçen yüz küsur yıla rağmen sahaya inip, benzerlerini aramak beyhude bir uğraş olabilir. Fakat 1926 kopuşundan sonra, aradan geçen 99 yılda değişen zihniyet yapısı, kurgumun akışına hizmet edebilirdi. O yüzden sahaya indim ve bu gençlerin izini sürdüm.

Doğrusunu isterseniz 2023’te Sinan Oğan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda %5 oy alana kadar böyle bir cereyanı fark etmemiştim bile. Derken Meral Akşener’in İYİ Parti başkanlığı döneminde kentli milliyetçiler denilen kitleye, her zamankinden daha farklı bakmaya başladım. Sonrasında makaleler, çözümlemeler ve Z Kuşağı tartışmaları oldukça ilgi çekici gelmeye başladı. Bu noktada Emel Uzun’un 14 Ekim 2021 tarihli Birikim’deki “Sokaktaki Milliyetçiliğin ‘Yeni’ Sesi: Öfkeli Gençler” makalesini keşfetmem yeni bir cereyanla karşılaştığımızı net bir şekilde ortaya koydu. Ki orada Uzun, “Ben Türkiye’de bu ideolojinin artık çok da siyasi iktidarın tekelinde bir fikir olduğuna inanmıyorum,” diyordu. Gerçekten de manzara netti; Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi zaman içinde Türk-İslâmcılaşmış, şimdiyse ayrışmanın eşiğine gelmişti ve bu siyasi iktidarın tekelinde değildi. Tanıl Bora ve Kemal Can’ın 2022’de Birikim’de kaleme aldıkları, “Ülkücü- milliyetçi ideolojide yeni yönelimler” makalesinde, “Siyasî harita çizecek olursak, çoğu MHP’den uzaklaşmış veya küsmüş, bir kısmı İYİ Parti’ye yakın, önemli bir kısmı ise müstakil duran veya siyasî bağları pek sıkı olmayan bir manzara var karşımızda,” diyorlardı ve bu öngörüleri son dönem eylemleriyle ve mitingleriyle doğru çıktı.

29 Mart 2025’te, 2,2 milyon kişinin katıldığı CHP’nin Maltepe Mitingi’nde sahaya indim ve yeni İttihatçı(!) gençleri bulup, onlarla konuştum. Gerçekten de bu cereyanda büyük bir hareketlilik var. Mavi bayraklarıyla gelenler, bozkurt işaretleri, omuzlarına pelerin gibi asılmış Türk bayrakları, futbol flamaları ve taşıdığı dövizlerde ironik halde MHP eleştirisi yapanlar vardı. Onlarla konuşunca, seküler milliyetçilerle klasik milliyetçi çevrenin Türk-İslâm sentezcileri arasına büyük bir yarılmanın yaşandığını fark ettim. Nazım Emre Yücetepe Gelenek’te yazdığı “Seküler Milliyetçilik Hangi Boşluğu Dolduruyor” adlı makalesinde şöyle diyordu: “1969 yılında gerçekleştirilen kongrede sembolizmden söyleme kadar bu sürecin etkileri gözlemlenebiliyor. Bozkurt üç hilalle bütünleşiyor, saf Türkçülük yerini ‘Tanrı Dağı kadar Türk’üz, Hira Dağı kadar Müslümanız.’ söylemine bırakıyor.” O zaman başlayan ve 12 Eylül ile yükselerek gelişen Türk-İslâmcı milliyetçiler, 2017 yılında kurulan İYİ Parti ile ayrıştılar ve seküler milliyetçiler dediğimiz cereyan başladı.

Maltepe Meydanı’nda rastgele seçtiğim on kişinin birisi hariç hepsi de otuz yaş altıydı. İlk görüştüğüm kişi kürsüye yakın bir noktaydı, Fenerbahçe forması giymiş ve kurt başlı mavi bir Göktürk bayrağı taşıyordu. Hemen yanına gidip konuştum. Adı Kadir’miş, otuz yaşındaydı, Fethiyeli biriydi, mesleği de doktorluktu. Kentli bir görünüşü vardı ve diksiyonu oldukça düzgündü. Söylediğine göre ailesi MHP’liymiş ve milliyetçiliği orada benimsemiş. Lisede MHP’nin gençlik örgütlenmesi Ülkü Ocakları içinde yer almış. Üniversite yıllarında sorgulamalar başlamış ve nihayet MHP-AKP koalisyonundan sonra, Meral Akşener taraftarı olmuş. Son dönemde İYİ Parti’den de kopmuş; Türklüğün onun için bir varoluş biçimi olduğunu söyledi. Taşıdığı dövizde sert bir Devlet Bahçeli eleştirisi vardı. Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi dahil hiçbir siyasetçiye güvenmediğini belirtti. Toplumsal Çalışmalar Enstitüsü’nün eylemler sürerken yaptırdığı Kim Bu Gençler: İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi (Ankara Örneği/Yağmur Uzunırmak) araştırmasından feyz alarak, ona “Atatürkçü mü yoksa milliyetçi mi olduğunu” sorduğumda hiç düşünmeden, “milliyetçi” dedikten sonra Atatürk’ü ne kadar önemsediğinden bahsetti. Tayyip Erdoğan’ın yönettiği bir ülkede yaşamak istemediğini belirterek, İmamoğlu’na yapılanlardan duyduğu rahatsızlığı aktardı. Sosyalist kimliğimi açıkça söyledim ve onu yargılamak yerine onu anlamaya çalıştığımı gördükçe daha heyecanla anlattı. Taşıdığı bayrağı sordum; gururla açtı, göğsüne bastırdı, üstündeki kurt başı figürünü gösterdi ve “Altında, Göktürkçe Türk yazıyor,” dedi. Görüşmemizden sonra kürsüden yönlendirilen “Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganını atarken, bozkurt işareti yaptığına tanıklık ettim. Aradığım İttihatçı ruh onda yoktu, “sadece öfkeli bir genç” diye düşündüm. Hissiyat anlamında “İttihatçılık göze alma halidir”; onda bu yönelimi göremedim. Elbette onunla konuşmak şaşırtıcıydı ve daha önce hiç yaşamadığım bir deneyimdi. Fethiyeli Doktor Kadir, Etyen Mahçupyan’ın dediği “Yeni İttihatçılık havuzunun bilinçsiz balığı” gibi görünmüyordu. Tam tersine tarihsel süreci iyi biliyor ve onu temsil ettiğini açıkça tanımlayabiliyordu. Ayrıca düşüncelerini iyi ifade ediyordu fakat dediğim gibi benim aradığım “ruh hali” bu değildi.

Sahada aradığımı bulamayacağımı daha ilk görüşmede/ses kaydında anlamıştım. Son İttihatçı diye anılan ve geçtiğimiz yıllarda yaşamını yitiren Erol Sadi Erdinç’in çok sık söylenen bir sözü vardır: “İttihatçılık bir ruhtur!” Bu  ifadesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin sadece bir siyasi örgütlenme olmadığını, aynı zamanda belirli bir düşünce yapısını ve mücadele anlayışını temsil ettiğini vurgular. İçinde bolca idealizasyon barındırır. Bu ruh, zulme karşı direnme, “yurtseverlik” ve fedakârlık gibi değerleri içerir. Erdinç, İttihatçıların eylemlerinin arkasında yatan bu ruhun, onların cesur ve kararlı tutumlarını şekillendirdiğini belirtir. Doktor Kadir, yasal bir mitingde, konforlu bir alanda bozkurt işareti yapmaktan başka bir davranışta bulanacağa benzemiyordu.

İzmir Suikastı’yla ilgili mahkeme tutanaklarının tamamını okudum. Kalabalığın arasında ilerlerken, tutanakların içinde beni en çok etkileyen yer geldi aklıma. İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast yapmak üzereyken yakalanan Ziya Hurşit’e mahkeme başkanı Ali Çetinkaya, olayı gerçekleştireceği yerle ilgili sorduğu soru düştü zihnime. “Peki amma, karakol önünde… diyorsunuz orada polis bulunmaz mı?” Ziya Hurşit, “Bulunsun ne olur?” diye yanıtlamıştı onu. Aslında bahsetmeye çalıştığım “ruh” tam da buydu. Mahkeme başkanı Çetinkaya, üç kişilik fedai grubundan hangisinin tetiği çekeceğini sorduğundaysa, daha ilginç bir yanıt almıştı: “O işler belli olmaz!” Kel Ali lakaplı Çetinkaya, bir başka soruda şöyle demiş: “Köşede Hilmi’den başka kimler silah atacaktı? Nasıl atılacaktı? Kim kumanda edecekti?” Bunun üstüne Ziya Hurşit, soğukkanlılığını bozmadan, “Bu işlerde, kumanda sökmez. İşi karıştırır. Bu zaten anlık mesele,” demiş. Bunları düşününce, o zamanın gerçekliğiyle şimdinin gerçekliğinin ve zemininin bambaşka olduğuna ikna oldum.

Maltepe Mitingi’nde Mansur Yavaş’ın konuşması başladığında, biraz da gerilerde alkış ânında iki gencin bozkurt işareti yaptığını görünce hemen yanlarına yaklaştım. İlk konuştuğum seküler milliyetçi gencin adı Enes’ti. Henüz yirmi yaşındaydı ve özel bir üniversitede okuyordu. O da tıpkı Doktor Kadir gibi, Atatürkçü değil, milliyetçi diye tanımladı kendini. Bu yönelim onun da yeni İttihatçı olduğu anlamına geliyordu. Buna yanındaki arkadaşı itiraz etti, Atatürkçülüğe vurgu yaptı ama susmasını rica ederek sorularıma devam ettim. Tabii bu defa Ziya Hurşit gibi bir fedai bulamayacağımı bilerek sürdürdüm ses kaydımı. İnanılmazdı ama biri sosyalist, ikisi seküler milliyetçi üç yakın arkadaş gelmişlerdi mitinge. Daha önce rastlamadığım bir durumdu ve bir hayli şaşırtıcı buldum. 12 Eylül 1980 öncesinden miras  “sağ-sol husumeti” Z Kuşağı’nda bilinmiyor ya da önemsenmiyordu. Enes de MHP’li bir aileden geliyordu ve onların AKP ile ittifak halinde bulunmalarına kızıyordu. Eylemleri ilk günden beri katıldığını, ülkeye sahip çıkılması gerektiğini belirtti. Seküler milliyetçilik sözüme önce itiraz etti ama sonra kendini öyle tanımlamaya başladı. Hatta bu cereyanın merkez siyaset olduğunu bile belirtti. Ona sıklıkla küfür ettiklerini, bunun  siyasetle yan yana gelmesinin abesliğini sorduğumdaysa gülümsedi. Z Kuşağı için küfrün normal olduğunu, hatta Dîvânu Lugâti't-Türk’te küfür etmenin gayet normal olduğunu söyledi ve ekledi: “Türklükte küfür vardır!” Bunun üstüne hapiste bulunan Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ’ı lümpen bulup bulmadığını sordum. Lümpen sözünü ilk defa duyduğunu belirtti, dilimin döndüğünde anlattım. Hemen itiraz etti, MHP’lilerin lümpen olduğunu söyledi ama kendilerinin olmadığını belirtti. Ümit Özdağ’ın İçişleri Bakanlığı önüne giderek, bakan Süleyman Soylu’yu kapı önüne, kavga etmek için çağırmasını örnek verdim ama o lümpenliği yine de kabul etmedi. Öyle biriyle kavga etmenin normalliğini savundu. Adeta, yayımlanan makaleleri kanıtlar gibi konuşuyordu Enes. Tanıl Bora, Birikim’de “‘Yükselen Milliyetçiliğe’ Karşı” makalesinde şöyle diyordu: “Milliyetçiliğin üç düzlemini ayırt edersek: Zihniyet kalıbı olarak milliyetçilik; siyasi kimlik olarak milliyetçilik; ve milliyetçiliğin (milliyetçiliklerin demek daha doğru) muhtelif konulardaki kabulleri, önerileri, ‘lâfları’… İlk iki düzlem, esas itibarıyla ‘imanîdir,’ dışa kapalıdır. Temasa, etkileşime ihtimalen elverecek olan, üçüncü düzlemdir. Somut, özgül konuları konuşmak… O düzlemde de tabii, dil sorunu var. Tercüme sorunları var - ideolojik jargonlarla ilgili tercüme sorunları...”

Enes’in yakın arkadaşı Göktuğ da 20 yaşındaydı, üniversite öğrencisiydi. O, seküler milliyetçilik kavramını “kalıp” saydığından kabul etmiyordu. Kendini Atatürk milliyetçisi olarak tanımlıyordu. O da MHP’li bir aileden geliyordu, bahsettiğine göre ailesi İYİ Parti’ye geçmiş ve “seküler” olanlardanmış. Sosyalistlerle de iletişimi olduğunu ve doğru kararı en sonunda tek başına verdiğini aktardı. Milliyetçilikten önce dindar biriymiş, lisede düşünmeye başladığını aktardı ve İslâm’ın Türk kültürüne uymadığı görüşünü ileri sürdü. Küfür etmekle siyasetin yan yana gelebileceğini savundu. Gençlerin hiçbir şeyi umursamadan yaşaması gerektiğini ve küfrün bir özgürlük olduğunu ileri sürdü. O da diğerleri gibi düzgün bir diksiyonla konuşuyordu, kentli bir kıyafete ve vücut diline sahipti.

İzmir Suikastı’ndan sonra İttihatçılık yenilmiş ve sistem dışına itilmişti. Atatürkçülükle yaşanan bu tarihsel ayrışma/yarılma Enes ve Buğra için önemli değildi. Şimdi ikisi omuz omuza CHP mitinginde bozkurt işareti yapabiliyordu. Şimdi tam 99 yıl sonra eski ruh halinin kentli versiyonunu bir temsilcisiyle konuşmak güzel bir deneyimdi. İyi ama alanda konuştuğum kişiler tarihte hangi İttihatçılara benziyordu? Tetikçi Ziya Hurşit, suikastçı Atıf (Kamçıl) veya gözü kara Yakup Cemil gibi “fedailere” değil de  daha çok İttihat Terakki’yi kuran tıp fakültesi öğrencisi beş ismi andırıyorlardı; İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Ali Turan, İzhak Sukuti ve Mehmet Reşat…

Alan CHP bayrakları, ay yıldızlı- kalpaklı Atatürk flamalarıyla doluydu. Dövizlerin çoğu komik bir ironi barındırıyordu. Sosyalist partilerden TİP, SOL Parti, HKP dikkat çekiyordu. Sendikalar, Alevi dernekleri, kadın hareketleri gibi toplumun çeşitli kesimlerinin de temsilcileri oradaydı. İstanbul’un tüm semtlerinde görebileceğiniz “kıyafet tercihlerinin” hepsi de alanda vardı. Her yaştan insanı görmek mümkündü. Hatta bazı aileler bebek arabasındaki çocuklarını ve köpeklerini dahi getirmişti.

Birazdan konuşacağım 30 yaşındaki, yazılım mühendisi Buğra da benzer sözler söyledi. Onun da ailesi MHP’liymiş. Atatürkçülüğe çok daha yakın olduğunu belirtti. Türkiye’de ilk defa, Saraçhane’deki sağ grupların polisle çatışmasının sebebini, “bıkkınlık” diye belirtti.  Siyasi takibi sosyal medya üzerinden yaptığını aktardı ve Sinan Oğan için ağır eleştiriler getirdi. Bir başka milliyetçi Emre, 21 yaşındaydı ve mütercim tercümanlık okuyan bir öğrenciydi. Yirmi yıldır, gençliğe baskı yapıldığını ve iktidarın ne yaparsa, tam tersi sonuçla karşılaşacağını iddia etti. Sormamama rağmen, bozkurt işaretinin ve Göktürk bayrağının ırkçı ya da faşist olmadığını söyledi. Ortaokul öğrencisiyken, Gezi Eylemlerini takip ederek gündemi izlemeye başlamış. O günden beri yaşanan tüm gelişmeleri hiç kaçırmamış. Yine alanda konuştuğum İlker, Sedat ve diğerleri de öğrenciydi, 20’li yaşlardaydı ama onlar kendilerini önce milliyetçi diye tanımlıyordu.

Maltepe Meydanı’nda görüştüğüm seküler milliyetçi gençlerin hiçbiri olaylara dar bir çerçeveden bakmıyorlar ama “eklektik” bir zihin akışıyla konuşuyorlardı. Hepsi de geleceğinden umutsuzdu. Kendilerini dışlanmış hissediyorlar, bunun karşılığında da öfke duyuyorlardı. Geleneksel milliyetçi çizginin bir hayli dışındalardı. Kılık kıyafetleri, diksiyonları modernist ve kentliydi. Dinden uzaklaşmışlardı. Atatürk büyük bir kahramandı onlar için. Hepsine sormadım ama sorduklarım Suriyelileri ve Kürtleri sevmediğini açık açık belirtti. Yaşanan “çözüm sürecine” karşıydılar.

Sonuç için toparlayacak olursak, Maltepe Meydanı’ndaki eylemci gençler, ideolojik olarak milliyetçiliğe yaslansalar da geleneksel sağ-muhafazakâr çizgiden belirgin biçimde uzaklar. Dinden ve geleneksel otorite figürlerinden tamamen kopmuşlar, kentli, sorgulayan ve öfkeli bir kuşağa dönüşmüşler. Öfkeleri, dışlanmışlık hissinden besleniyor gibi bir izlenim bırakıyordu. Bu, bildiğimiz milliyetçilik değil, yeni ve tam tanımlanmaya muhtaç bir haldi. Onlarda, İttihatçıların o meşhur cesaretini tam göremesem de Saraçhane’deki eylemlerde gözükara bir kitle olduklarını kanıtladıklarını unutmamamız lazım! Tüm bunların yanında kolektif kimliğin yeni bir biçimini kurma çabası içinde olduklarını belirtmek sanırım yanlış olmaz. Devletle değil, toplumla özdeşleşen; emirle değil, deneyimle şekillenen bir aidiyetleri var. Sanıyorum devleti klasik milliyetçiler gibi kutsamıyorlar! Dağınık ve eklektik olsa da kendilerini seküler-laik-modernist bir zemin üzerinde inşa etmeye çalışıyorlar. Bu yönüyle siyasetin klasik kodlarını dönüştürebilecek potansiyele sahipler. Her an “paramiliter” gruplara dönüşme potansiyellerini de unutmamak gerek.

Bu kuşağın içinde beslediği aidiyet arayışını Maltepe’de gözlemleme şansı yakaladım. Erol Şadi Bey’in İttihatçı ruhuyla örtüşmeseler de yaşadıkları, siyasal iklimin sancılarını iliklerine kadar hissettikleri gerçekti. Romanım için 1926 yılının haritasını çıkarabilmek amacıyla önümüzdeki dönemde İttihat ve Terakki’nin iz bıraktığı kentlere seyahat etmem gerekecek çünkü karakterlerimin günümüzdeki karşılığını tam olarak bulamadım. Artık klasikleşmiş eserlerden Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’ndaki Cehennem Yüzbaşı Cemil, Attila İlhan’ın Dersaadet’te Sabah Ezanları’ndaki Ali ve Tevfik, İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’ndaki İttihatçı Selahattin veya Ahmet Ümit’in Elveda Güzel Vatanım’daki Şehsuvar Sami’yi yad ederek yola devam etmeliyim. Ancak biliyorum ki geçmişi yazmak, sadece bir dönemi anlatmak değil, bugünün düşünsel yarılmalarını, geleceğin muhtemel yönelimlerini de kavramaya çalışmak anlamına gelir. Roman yazmak, yalnızca hikâye kurmak değil, bir çağa tanıklık etmenin yollarından biri. Ve bu tanıklığı dürüstçe yapıp, geleceğe taşımaya çalışmak önemli.

Ne diyelim; 1908 Devrimi’nin Selanik şehrinden ses vermesi gibi bitirelim: “Yaşasın hürriyet!”


Kaynakça

Erdinç, Erol Şadi. Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Yargılamaları, Ankara İstiklal Mahkemesi ve Siyasi Yargılama. Cilt 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.

Kandemir, Feridun. İzmir Suikastının İç Yüzü. Cilt 1, Ekicigil Yayınları, 1955.

London, Jack. Vahşetin Çağrısı. Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev: Levent Cinemre, 2024.

London, Jack. Beyaz Diş. Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev: Levent Cinemre, 2024.

Orwell, George. 1984 (çeşitli basımlar).

Orwell, George. Hayvan Çiftliği. (çeşitli basımlar).

Pamuk, Orhan. Kar. İletişim Yayınları, 2002.

Ümit, Ahmet. Elveda Güzel Vatanım, Yapı Kredi Yayınları, 2020.

Rasim, Ahmet. Şehir Mektupları. 2  cilt. İstanbul Büyük Şehir Yayınları, 2024.

Tahir, Kemal. Kurt Kanunu, İtaki Yayınları, 2007.

İlhan, Attila. Dersaadet’te Sabah Ezanları, Bilgi Yayınevi, 2005.

Selçuk, İlhan. Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2 cilt. Cumhuriyet Kitapları, 2001.

Yaşar Kemal. Bu Diyar Baştan Başa. Yapı Kredi Yayınları, 2001.

***

Bora, Tanıl. “MHP Türkçülüğü Yeni Kuşak Yönelimlerin Marjında Kalıyor”, Artı Gerçek, 12 Haziran 2022.

Bora, Tanıl-Can, Kemal. “Ülkücü- Milliyetçi İdeolojide Yeni Yönelimler”, Birikim, Sayı 398-399, 2022

Yücetepe, Nazım Emre. “Seküler Milliyetçilik Hangi Boşluğu Dolduruyor?”, Gelenek.org, 2024. 

Uzun, Emel. “Sokaktaki Milliyetçiliğin ‘Yeni’ Sesi: Öfkeli Gençler”, Birikim Haftalık, 14 Ekim 2021. 

Uzunırmak, Yağmur. İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi (Ankara Örneği), Toplumsal Çalışmalar Enstitüsü, 2025.

Can, Kemal. “Saraçhane’den Yansıyan Milliyetçilik”, Evrensel, 2025. 

Can, Yahya Kemal. Türkiye'de Milliyetçilik Yükseliyor mu?, Heinrich Böll Stiftung Türkiye, 2024. 


[1] Tanıl Bora’nın isteğiyle -yazımın eski versiyonundaki- giriş bölümünü dipnot olarak size sunuyorum. Yılların deneyimine sahip, usta bir editör olduğundan bunu kabul ettim. Yazımın ilk sayfası şöyle olacaktı: Pek söylenmez fakat romancılar da -tıpkı gazeteciler gibi- sahaya inip, röportajlar, çalışmalar, gözlemler yapar. Gerek Türk edebiyatı gerekse dünya edebiyatı bunların başarılı örnekleriyle dolu. Orhan Pamuk’un Kar romanını yazmadan önce, ricayla edinilmiş bir gazeteci kartıyla Kars’a seyahat ettiğini ve orada gözlemler yapıp, notlar tuttuğunu biliyoruz. Yine Ahmet Ümit, hemen her romanından önce uzun uzun seyahatlere çıkıyor. Şimdilerde sosyal medyada gördüğümüze göre Roma-Berlin arasında mekik dokuyor ve yeni roman hazırlığı diye algılanıyor. Jack London’ın o şahane eserlerin ilk nüvelerini sahadan derlediğini biliyoruz. London, edindiği gözlem ve deneyimlerini, Vahşetin Çağrısı ve Beyaz Diş gibi iki klasik eserinde çok başarıyla kullanmıştı. Vahşetin Çağrısı’ında Buck isimli bir köpeğin kent yaşamından koparılarak vahşi doğaya götürülüşünü ve karla kaplı sert bir iklimde, kızak köpeği yapılışının hikâyesini okuruz. Beyaz Diş romanındaysa, hikâyeyi tersten kurar. Bu defa yaban hayatında doğmuş bir köpeğin kente uyum sürecini aktarır. Bu onun 1897 yılında Kanada'nın Klondike bölgesinde altın arayıcılığı yapığı dönemde edindiği deneyimlerinin kurguya aktarılmasıydı. İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçilerin safında katılan George Orwel’in buradaki deneyimlerinden yola çıkarak 1984 ile Hayvan Çiftliği romanlarını yazdığı sıklıkla “iddia” edilir. Yine Kemal Tahir’in bizzat sahaya inerek araştırmalar yaptığı bilinir. Yaşar Kemal’in gazeteciyken yazdığı, Anadolu izlemlerini aktardığı Bu Diyar Baştan Başa kitabında da şahit olduğumuz gibi, sahadaki deneyimlerini, romanlarına aktarması onu benzerlerinden ayırarak, dünya çapında bir yazar yapmıştı. Listeyi Puşkin, Tolstoy, Hemingway, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Halide Edip’in savaş cephelerindeki deneyimlerini aktararak uzatmak mümkün. Yine Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları yazıları (kitabı), sahaya inmenin hoş ve başarılı örneklerinden fakat konumuz bu değil! Daha önce yazdığım dört romanım için ustaların izinden giderek, sahaya indim ve gerçek mekânları gezdiğimde her seferinde kurgumun tonu değişti. Özellikle savaş karşıtı romanım Savaş Ana/Bombasırtı 1915’i yazarken, Gelibolu Cephesi’ne seyahat etmek, notlar almak, siperlerde dolaşmak ve Anzaklarla Şafak Ayni’ne katılmak gerçekten yazacaklarımın ana unsurlarına dönüştü. Roman karakterlerimin yürüdüğü yolda yürümek, üşüdüğü kumsalda üşümek, uyuduğu toprağa dokunmak eserime derinlik katmamı sağlamıştı galiba.