Acaba Demokrasiye Ulaşabilir miyiz?

Tabii insan kuşkuya düşüyor!

1923’ten bu yana 102 yıl geçmiş!

“Ebedi Şef” ve “Milli Şef” dönemleri yirmi yedi yıl sürmüş. Demokrat Parti'nin 1954 sonrası otoriter dönemi altı yıl. Yaşadığımız üç askeri darbeye de toplam sekiz yıl koyalım! AKP’nin son on üç yılında otoriter rejim tekrar inşa edilmiş.

Toplamda otoriter yönetimler altında geçen süre elli dört yıl!

Yani cumhuriyet tarihinin yarısını aşan bir süreye demokrasi adını veremiyoruz. Öbür yarısı da ceza kanununun fikir, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan 141.-142. ve 163. maddelerinin ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin baskısı altında yaşanan bir “demokrasi.”

Acaba bu ülkede demokrasinin bir türlü çiçeklenememesinin nedeni toprağından mı, suyundan mı kaynaklanıyor? Yapısal nedenleri mi var bu durumun?

Belki en başta şu söylenebilir: Batı Avrupa'da bugünkü demokratik sistemler aristokrasi, burjuvazi, işçi sınıfı ve yoksul köylüler arasındaki asırlara dayanan mücadeleler, pazarlıklar ve uzlaşmalar sonucunda ortaya çıktı ve farklı çıkarların dengelenmesine dayanan bir yönetim biçimi olarak şekillendi (tabii ki bu dengede terazinin ibresi tam ortada durmuyor ve egemen sınıflara doğru fena halde yatıyor). Bu dengenin en önemli ayakları da güçler ayrılığı, parlamento, özgür seçimler, hukuk devleti, sivil toplum, örgütlenme, basın ve ifade özgürlüğü ve nihayet şeffaflık ve hesap verebilirlik.

“Hadi biz de demokrasiye geçiverelim” deyince olmuyor tabii! Mesela cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk güçler ayrılığını değil, güçler birliğini savunuyordu. Karşısında da “o iş öyle olmaz hocam!” diyecek bir soylu sınıf, güçlü bir burjuvazi, güçlü bir işçi sınıfı yoktu!

Yuvarlana yuvarlana bu günlere geldik anlayacağınız!

Üstelik biz kırsal toplumlara özgü, akrabalığa, komşuluğa, ortak değer ve geleneklere bağlı toplumsal ilişkilerden bir türlü sıyrılamadık. Bu ilişki biçiminde lider, topluluğun "ata” ya da “baba" figürü gibi. (Dikkat tehlike, eril figür!) Ona duygusal olarak bağlanır, itaat ederiz. Üstelik eleştiri ve sorgulamadan da muaf tutarız.

Bir türlü kalıcı demokrasiye geçememizde, geçmişimizdeki “kahhar yanı kerim yanına hep ağır basan” devlet geleneğinin hafızamızda bıraktığı derin izlerin de rolü vardır sanırım. Kadim zamanlardan beri devlete hükmedenler tarafından ezilmiş, katledilmiş, sindirilmiş atalarımızın acı hatırası, toplumda zulme itiraz etmekten çok, ona boyun eğerek muktedirlerin ayağının sürçeceği günü bekleme tavrını güçlendirmiştir bizde. İslamiyetten gelen biat ve itaat kültürünün de demokrasi taleplerine pozitif bir katkı sunduğu söylenemez tabii!

Fakir bir toplumda kaynak dağıtımında devletin oynadığı başat rol de  demokrasinin önündeki engellerden biri sanırım. İktidara gelenler kamusal kaynakları kendi siyasal tabanlarına çevirerek (suyun başını tutarak) konumlarını sağlamlaştırır, kaynaklardan yoksun kalma korkusu da tabanın lidere bağlılığını teşvik eder.

Geçmişte yaşanmış toplumsal travmaların (mütedeyyin insanların kamusal alandan dışlanmasıyla ilgili pratikler mesela) ana-babalardan çocuklara aktarılıp tazeliğini koruduğunu, iktidarın değişmesi halinde kamusal alandan yeniden dışlanacakları korkusunun mevcut iktidar yapılarına karşı eleştirel bir tavır almayı zorlaştırdığını da ekleyebiliriz sözlerimize.

Zaten bir toplum örgütlü değilse, politik bir aktör olarak davranamaz bile. Cumhuriyet tarihi boyunca işçi sınıfının siyasi ve sendikal hareketlerinin baskı altında tutulması ve giderek etkisizleştirilmesi, çıkarları demokrasiyle örtüşen büyük işçi yığınlarını siyasi mücadele sahnesinden uzaklaştırmadı mı sonuç olarak?  Sokak yoksa demokrasi de yok!

Bir de işin hukuk ve yargı tarafı var. Güçler ayrılığına tahammül edemeyen bir anlayışın “yargımız bağımsızdır” demesi bayağı acayip kaçıyor! Oysa “ne kaa güçler ayrılığı o kaa” bağımsız yargı ve hukuk. Ülkemizde güçler ayrılığının gerçekleşir gibi olduğu zamanlar var, ama bunlar çok kısa sürdü. Tek parti dönemi olsun, çok partili dönem olsun bütün iktidarlar yargıyı şu veya bu ölçüde sopa gibi kullandılar. Hâkimlerin zihniyet dünyası cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hukuka değil, devlet çıkarına öncelik verdi, ya da meslekteki terfi kapısı sadece bu zihniyetteki hâkimler için açık tutuldu. 2009’da yapılan bir araştırma[1] hâkim ve savcılar arasında devlete sadakatin, hukukun üstünlüğüne inançtan daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Yargının bu geleneksel konumlanışı özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSK) tamamen iktidar kontrolüne girmesiyle zirvesine ulaştı, bu da hukuktan medet ummayı tamamen imkânsız hale getirdi. (Yani adalet işleri cumhuriyet tarihi boyunca iyiden kötüye doğru değil, kötüden betere doğru gitti!)

Uluslararası dinamikler ve emperyal güçlerin konumlarındaki değişikliklerin de şu bizim “kalkınmakta olan” ülkeler grubunda demokrasinin kaderi konusunda büyük bir rolü var. Örneğin eğer Hitler II. Dünya Savaşı'nı kazansaydı, 1946’da çok partili yaşama adım atacak mıydık? Keza 21. yüzyılın hemen başında eğer Avrupa Birliği bir demokrasi ve insan haklarına saygı odağı olarak çevresindeki ülkeleri etkilemeseydi, anadilde yayın hakkının tanınması, düşünce özgürlüğünün, toplantı ve gösteri hakkının genişletilmesi, askerin siyaset üzerindeki vesayet yetkilerinin daraltılması, ölüm cezasının kaldırılması, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin kapatılması, azınlık haklarının genişletilmesi gibi reformlar muhtemelen gerçekleşmeyecekti. Halen içinde bulunduğumuz, güçlü ülkelerin hak-hukuk tanımadığı, tehcir ve ilhak politikalarının yeniden canlılık kazandığı bir dönemde, dış etkilerin Türkiye demokrasisini desteklemeyeceği de çok açık sanırım.

Acaba toplumuzdaki narsist erkekler havuzunun bir hayli dolu oluşu, yöneticilerimizin de bunlar arasından çıkışı demokrasi yoksunluğumuzun bir başka nedeni olabilir mi?

“Sen bizde demokrasi olmaz demek istiyorsun da dilin varmıyor?”

Yoo hayır, sadece bu işin zor bir süreç olduğunu ve çok boyutlu, serinkanlı, kitlelere dayanmayı esas alan, kimseye emanet edilemeyecek bir mücadele gerektirdiğini söylemek istiyorum. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Türkiye’nin iç dinamizminin demokrasiyi inşa etmeye yetebileceği kanısındayım. Sadece “uzun yol kahramanlığına,” sebata ihtiyaç olduğunu vurgulamak istiyorum!

Bu kanaatin en önemli dayanağı, demokrasi için tek başına yeterli olmasa da Türkiye halkının oy hakkına sıkı sıkıya sarılmış oluşu. Yurttaşlarımız iradelerini bir nebze olsun gösterme fırsatını kendilerine veren oy haklarının gasp edilmesine daima güçlü bir tepki verdi. Seçmenlerin üç askeri darbeden sonraki tepkileri, müdahalecileri cezalandırma biçiminde oldu. Seçmenler, Tayyip Erdoğan'ın 1997'de hapse mahkûm edilerek siyasi haklarının elinden alınması ve Ekrem İmamoğlu'nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazandığı 31 Mart 2019 seçiminin iptal edilmesi gibi örneklerde de antidemokratik müdahalelere karşı açık seçik bir tavır aldılar. Ve nihayet Ekrem İmamoğlu 19 Mart’ta tutuklandığında Türkiye’nin bütün siyasi renklerinden 15 milyonu aşan sayıda yurttaş onun cumhurbaşkanlığı adaylığının oylandığı sandıklara koştu.

***

Bu iyi bir başlangıç zemini!

Ama tarihin yükünü taşıyan toplumsal dinamikler yavaş gelişir. Türkiye toplumu cemaat/topluluk olmaktan cemiyet/toplum olmaya doğru hareket halinde, hatta bu ivme son on yılda hızlanmış görünüyor. Anne-babaları kırsal bölgelerden gelseler de şehirlerde doğmuş gençlerin önemli bir bölümü lidere tapma eğiliminden kopmuş. Siyasi hafızamızdaki korkular giderek zayıflıyor. Geçmişte yaşanmış toplumsal travmaların etkisi on yıl öncesine kıyasla daha güçsüz. İşçi sınıfı yavaş yavaş güçlenip örgütlenme ve direncini artırma potansiyeline sahip. Uluslararası dinamikler kısa erimde daha kötüye gitse de bu dinamiklerin arasında açılacak nişlerde yeni güçler, ilişkiler, ittifaklar yeşerebilir.

Eğer barışçı mücadele tarzımıza gölge düşürmemeyi başarırsak, kitle gösterilerini örgütsel çekişme alanları haline getirmezsek, meydanlardaki Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Hırıstiyan-Musevi (Müslüman olmayanlar tasfiye ve tehcir edilmeyeydi eminim protestocular arasında çok büyük bir kitle oluştururlardı), solcu-muhafazakar, mütedeyyin-ateist, sosyalist-ülkücü insanlardan oluşan büyük çeşitliliğin bir kazanç olduğunu anlar (“en geniş birliktelikten yanayız elbet, ama filancalar olmasın” saçmalığına kapılmaz) ve üstelik bundan karşılıklı yargılarımızı biraz olsun törpülemek için yararlanabilirsek, demokratik hak ve özgürlükleri en beğenmediğimiz siyasi akımlar için de istemeyi benimseyebilirsek, daha da önemlisi, demokrasi mücadelesinin bir lidere veya bir partiye emanet edilemeyecek kadar ciddi bir iş olduğunu içselleştirebilirsek kazanmayı da başarabiliriz belki.

Kim bilir?


[1] Mithat Sancar, Eylem Ümit Atılgan, “Adalet Biraz Es Geçiliyor...” Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yayınları, İstanbul 2009.