George Orwell’ın ünlü Hayvan Çiftliği kitabındaki “Hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir.” beylik tümcesi, nerede bir eşitsizlik üzerine yazı varsa, orada kullanılır bilindiği gibi. Yazmanın en umut öldürücü, en iktidarın içine gömülü olduğunu gösteren etmenlerden biri de bu olsa gerek. Yazmak, gündelik hayat deneyimi içerisinde algılanmayan bir uğraş; bir nevi günah çıkarma seansıdır. Çünkü biraz ileri gitmek gerekirse, yazmak “vicdani” sorumluluğu erteleme ve unutma durumunun doruğa çıkışıdır.
DUVARLAR MI ÖNEMLİ İNSANLAR MI?
İnsan Hakları Derneği’nin 20 Temmuz 2009 tarihinde yaptığı bir basın açıklamasında soruldu bu soru öncelikle. Cevap kamusal “vicdan” dan bahsedilen bir ortamda çok açık ve netti. Hadi kamusal “vicdanı” bırakalım bir kenara, daha ilahi bir hattan giderek bireysel “vicdan”dan bahsedelim. Güler Zere için yapılan eylemde “Eylem ne için? Öyle mi? Ne diyelim Allah şifa versin” diyerek yürüyüp giden bireyde mi bireysel “vicdan”. Daha da ileri taşıyalım. Eylemin ne olduğuyla bile ilgilenmeyen ve tek derdi fotoğraf makinesinin objektifine yakalanmamak olanlarda mı? Ya da belki vicdan diye bir şey hiç yoktur. Ya da gayet diyalektik bir süreçle kamusal vicdan(sızlık) olabilmektedir.
BİR VİCDAN VARDIR VİCDANDA VİCDANDAN İÇERİ...
“Bir kişiyi öldürmek cinayet, on kişiyi öldürmek katliam, yüz kişiyi öldürmek trajedi, bir milyon kişiyi öldürmek ise istatistik olur.” Bu tümce Stalin’in cani olduğunu ispatlamak için kullanılan da başka bir beylik söz. Stalin bu yazının konusu değil. Hele de –Stalin’i asla aklama amaçlı olmadığını belirterek- bu cümleyi okuduğunda “Çok trajik böyle olması. Ne üzüntü verici ama.” diyerek yaşam pratiğinde bu söz her gün onaylayanların dünyasında. Sözün iğrençliği ortada, ama tespitin doğruluğundan kaynaklanan, önce Stalin’e değil, doğrudan bu dünyaya ait bir iğrençlik her şeyden önce bu. Zaten vicdan dediğimiz mefhum, iğrençlik karşısında refleks almak değil midir? Doğrudan bu dünyadaki iğrençliğe karşı sığınılan son sığınak, son kaçıştır. Öyle ya da böyle o “iğrençliği” kabul edebilme cesaretidir. Ama öte yandan o iğrençliği değiştirmek yerine “kabul etmeye” dayanan bir cesaretsizliktir. Cesaretsizliğin cesareti olarak “vicdan”ı yeniden ürettiğimizde sorun da burada patlak veriyor. Hangi noktada bir ölüm bizim için anormal ya da normaldir? Bu soruyu sorabiliriz sanıyorum. Tabii ki kimse, bazı ölümler en azından hala anormal diye şükretmemizi beklemiyorsa. Vicdan sahibi olmak “ikiyüzlü” olmak mı yoksa? Vicdan alçaklığın “yeni” son sığınağı olabilir mi?
Bu fikre kolay anlaşılır bir örnek olan Şincan Olayları’nda “din” kardeşlerimiz ve “ırk” kardeşlerimiz sarkacında sergilenen “kamusal vicdan” parçamız gösterdi ki; sağ kesimler için sınır, öldürülenin etnik ve dinsel kimliğine bağlı değişken bir kavram. Oysa bu olaylar özelinde kendi iç kamplaşmalarının ve ideolojik tutumlarının, ülkenin dış politikadaki değerlerinin harcı olmasını dileyen bir anlayışın, “İnsan”dan bahsederken samimi olduğunu iddia ediyorsa, öncelikle Şincan’da, Darfur’da, Filistin’de vd. yaşananların realist uluslararası ilişkiler teorisine meze olabilecek bir mecra değil, -madem bir vicdan var- bir vicdan sorunu olarak görmesi gerekmekteydi. Öte yandan o ülkenin Başbakanı’nın rahatlıkla “soykırım” demeden önce bir durup düşünmesi gerekir. Bunları küçük bi kesim dışında kimsenin dillendirmediğini ve düşünmediğini hatırlarsak; ikiyüzlülük olarak, var olan iğrençliği değiştirmeden günahlarından arınma çabası olarak “vicdan” sorunu çok daha herkesi kucaklamakta. Öte yandan solun, İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi bağlamında anlaşılan bir İnsan Hakları algısına vurmak için çok gerekçesi var. Milli Eğitimin inşa edilmiş insanları için Eğitim Hakkı’nın evrenselliğinden, toplumun doğal(!) ve temel(!) unsuru ailenin devlet ve toplum tarafından korunması komedisine kadar. Fakat ideolojik bir manipülasyon aracı olarak bile olsa, tüm insanlar hukuk önünde eşittir, yaşam hakkı vardır şiarı bu topraklarda pek de taraftar bulan cinsten değil gibi gözüküyor. Buralarda açıkça bazıları eşittir, diğerleri ise değildir deniyor gibi adeta.
Varmaya çalıştığım nokta şu; vicdanlı olunacak olanı ‘seçme’ faaliyeti bu seçim ne olursa olsun ikiyüzlülükten başka bir şey değil. Vicdanın zaten bu dünyada olan kötülük/iğrençlik karşısında tutum alma mefhumu olarak kendi kavramsal çıkmazının yanı sıra, bir de Türkiye gibi sağ ideolojinin solun içerisinde bile geniş alanlar elde ettiği ülke bir ülkede vicdani ‘seçimler’ yapmak vicdanı iyice içinden çıkılmaz bir bela haline getiriyor. Vicdan eşitsizliğin, cinayetin, kötülüğün yeniden üretildiği ve meşrulaştırıldığı bir hale geliyor. Vicdanların milleti, dini, sınıfı yoktur. Yoktur değil mi?
“Birilerini umursayıp” diğerlerini “umursamamanın” ya da tam tersini tercih etmenin, başlı başına tercih yapmanın meşruluk kazandığı zemin ise çok tanıdık olabilir. Tüm düşünme kanallarını kendi paradigması çerçevesinde yaratan, kendi ideolojisi dahilinde anlamlar setleri hazırlayan egemenlik belki tarihin en başından beri var. Garip olan (ya da hiç olmayan), seküler ya da ilahi, modern ya da postmodern, feodal ya da kapitalist nasıl zıtlar üzerine kurulu bir algı zinciri düşünülürse düşünülsün; tüm bu zamanların egemenlerinin bizi her zaman vicdan ve hoşgörüye davet etmesi. Benzer işlevler gören, hoşgörü gösteren ile hoşgörü gösterilen arasında bir tabiiyet ilişki kurması ile vicdanla doğrudan bağlı hoşgörü gösterme eyleminin birlikte yürümesi boşuna değil. Hoşgörü göstermek de bir seçime dayalı. Kime göstereceğim kime göstermeyeceğim? Bir Kürde, bir eşcinsele, bir Ruma, bir Aleviye, otobüste gün boyu çalışarak terlemiş işçiye belki. Oysa hoşgörü bir lütuftur. Bir iktidar modelidir. Bu çerçevede Adorno hatırlanmalı; “Burjuvazi hoşgörülüdür oysa: İnsanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.” Vicdan da tıpkı böyle değil midir? İnsanları oldukları gibi –ama ne kadar düşmüş olurlarsa olsun sevmeye, acımaya- bir çağrıdır. Belki arada sırada birkaç tanesini düştüğü yerden kaldırmaya bir motivasyon. Ama fazlası değil. Roma dönemine konu alan filmleri düşünelim. Arenada gladyatör yaşamı için diğerinden merhamet diler. İmparator eğer “vicdan” sahibiyse yaşama izin verir. Vicdan her zaman yönetmeye eklemli oldu, yönetmenin sözü oldu. Roma’da imparatorun, Sonrasında dinin. Yoksa şimdi de herkes hukuk önünde eşittir diyen hukuk mu kamusal vicdan(sızlık) ucubesinin mucidi?
BİR CİNAYET: GÜLER ZERE
Güler Zere, kanserle mücadele ediyor ve uzun bir mücadeleden sonra hastalığı geçene kadar Çukurova Üniversitesi Balcalı Araştırma Hastanesi’ne nakline karar verildi. Bu süreçte sürekli hastaneden cezaevine, oradan tekrar hastaneye veya diğer üniversitelere rapor almaya gönderilerek adeta hayatını kaybetmesi için özel bir çaba sarf edildi. Söz konusu kamusal vicdan örneğin binlerce kilometre ötedeki insanların ölümünü bu kadar yakından hissederken samimiyse; söz konusu Güler Zere olduğu zaman neredeler? İnsan Hakları Derneği’nin raporuna göre cezaevlerinde sene başından beri 6 insan sağlık sorunları sebebiyle hayatını kaybetti. Güler Zere’nin ve daha nicelerinin kaybedilmesi de maalesef an meselesi. Gerçek ile doğru arasındaki fark bir kavrayış meselesidir denir. Ortada bir gerçek var; insanlar ölüyor. Doğru ise her siyasi aktörün pozisyonuyla alakalı ise, “İnsan Hakları” denen ilkelerin nasıl bir üst doğruda birleşebileceği açıkçası havada asılı kalıyor. “İnsan Hakları” bu bağlamda ancak ve ancak “Her insanın yaşam hakkı vardır, ama bazılarının daha çok vardır.” çelişkisinde boğuluyor.
Güler Zere’nin etnik ya da dinsel kimliği, ideolojik duruşu onun yaşam hakkıyla ilintili mi? Eğer evrensel bir insan hakları doğrusundan bahsediyorsak, bu durumda insanın toplumsal varlığı, doğal/çıplak yaşantısından tamamen bağımsız olmalı. O zaman “Doğala” müdahale “yok hükmünde” olandır. Fakat görünen o ki, insanın doğal varlığı, toplumsal varlığından ayırt edilemiyor. Bir sözleşmenin varlığı ve “yok hükmünde” olan bir şeyin yasaklanmaya çalışılması onun gayet de “var hükmünde” olduğunu işaret ediyor. “İnsan Hakları”nın evrensellik kazanan bir proje haline getirebilmek bu yüzden zor. Fakat belki yapılabilecek olan şu; toplumsalın, yani tüm insanların toplumsallarının, insanın doğalına müdahale etmeyi bahsettiğim “yok hükmünde” kabul eden bir ideoloji çerçevesinde yaratılması. Çünkü hukukun olağanüstüyü belirleme yeteneğinin, aslında geneli belirlemesi demek olduğunu, egemenliğin sınırsızlığının sigortası olduğunu görmek artık çok zor değil. Güler Zere’nin göz göre göre ölümüne ses çıkarmayan ve onu bir istisna olarak toplumun gözünde meşrulaştıran bir hukuk apaçık faşizme kayıyor. İstisna geneli belirliyor ve o genel bizim gibi insanların yaşam hakkını ihlalin “yok hükmünde” olduğunu düşünen “vicdansızları” boğuyor. Faşizmin mülkiyet ilişkileri açısından nerede konumlandığını biliyorum; fakat belli insanları belli toplumsal varlıkları yüzünden ölüme terkederken, bazılarını ise tamamen kendi toplumsal varlığı ile bütünleştirme ve kültleştirme patolojileri yüzünden savunmayı, bildiğim en büyük küfür olan “faşistlikle” itham etmekten de geri duramıyorum.
Bu ülkede insanlar artık hiç kimseyi umursamıyor. Hiçbir olayı ilginç bulmuyor. Rutin içerisine gömülü iktidar ağlarının sağ ideolojilerle olan yakın temasını ve doğrudan günlük yaşam pratiklerini nasıl şekillendirdiğinin farkındalığından uzaklaşıyor. Stalin’in “Bir kişiyi öldürmek cinayet, on kişiyi öldürmek katliam, yüz kişiyi öldürmek trajedi, bir milyon kişiyi öldürmek ise istatistik olur.” dediğinden bahsettik. Güler Zere’ler, Erol Zavar’lar, İsmet Ablak’lar göz göre ölüyor. Bu ölümlere bu ikiyüzlülük çerçevesinde bile cinayet, katliam diyen yok. Açıkçası, gündelik hayattaki kayıtsızlık hiçbir zaman bu kadar vicdan(!) sahibi olmamıştı. O yüzden, bana kalırsa, herkes vicdan sahibi olup elini kana bulaştıracağına “vicdansız” olmalı artık.