Barack Obama’nın kampanyası esnasında “zenci sorunu” üzerine söylediklerine dair heyecanınızı saklamadınız. Obama’nın Beyaz Saray’daki varlığının Amerika’daki ırksal kırılmayı yumuşatmaya yardımcı olabileceğini düşünüyor musunuz?
Kuşkusuz birçok insan beni iflah olmaz bir iyimser olarak görecektir; ancak Obama’nın sorunları dile getirme şeklinin, Amerikalıların ülkedeki ırksal ilişkileri daha iyi anlamasını sağlayacağına dair güçlü bir hissim var. Obama, egemen görüşe ters düşerek, kölelik ve ayrımcılık tarihinden miras kalan eşitsizlikleri ön plana çıkarıyor: Amerikalıların çok büyük bir çoğunluğu siyahları kendi kaderlerinin sorumluları olarak görüyor. Ama aynı zamanda başta şiddet olmak üzere, siyahların sorunlu tepkilerini de vurguluyor. Adaletsizliklerin yapısal niteliklerinin ve siyahların bireysel sorumluluklarının altını aynı anda çizerek, ırksal eşitsizliklerin sebepleri üzerine; derin, tabusuz ve açık bir tartışma açılımı yapmaya teşvik ediyor.Öte yandan, Obama’nın seçilmesi de, Amerika’da ırkçılık konusunda yaşanan ilerlemenin bir işareti. Sadece en dar kafalı yorumcular ırkçılığın en radikal şekillerinin ortadan kalktığını reddedebilir. Obama’nın Beyaz Saray’a gelişi bu evrimin bir sonucu. Afro-Amerikan liderlerin siyasi arenaya, senatör, milletvekili, büyük eyaletlerin valisi ya da belediye başkanı olarak girmeleriyle, hatta Bush yönetiminde Colin Powell’ın dışişleri bakanı olmasıyla kendini gösteren, siyahi burjuvazinin güçlenmesinin bir yansıması. Amerikan toplumu siyahların önemli mevkilere gelmesine alıştı. Bu kesinlikle bazılarının seçimlerin ardından ileri sürdüğü gibi, Amerikan toplumunun “ırkçılık sonrası” bir toplum haline geldiği anlamını taşımıyor. Bu tamamen gülünç bir düşünce.
Niye bu kadar gülünç? Siyahi burjuvazinin başarısı ABD’nin siyahi nüfusunun bir kısmıyla ırksal bir sorundan çok sosyal bir sorunu olduğunu göstermiyor mu? Siz de 1978 yılında “ırkın azalan önemi” hakkında bir kitap yayınladınız…
Otuz yıl kadar önce şu fikri savunduğum bir kitap yayınladım: Artık siyahların kaderinin belirlenmesinde sosyo-ekonomik statüleri ırklarından daha etkili olmakta. O zamandan beri yapılan araştırmalar da geniş ölçüde o kitapta vardığım sonuçları doğruladı. Harvard Üniversitesi’nden politolog Jennifer Hochschild çalışmalarını Facing Up American Dream (Amerikan Rüyasıyla Yüzleşmek) adlı kitabında özetledi. Hochschild, haklı olarak, Amerikalı ailelerin başarılarının kendi başarı şanslarını çocuklarına aktarma kapasiteleriyle ölçüldüğünü kabul ederek şu olgunun altını çiziyor: 1960’lı yıllara kadar siyahların profesyonel ve ekonomik başarısında sosyal statüleri ırksal aidiyetlerine göre daha az öneme sahipti. Yani, Afro-Amerikanlar eşitçiliğin sapkın bir türüne maruz kalıyorlardı: Zengin siyahların çocuklarının fakir siyahların çocuklarından daha fazla başarı şansı olmuyordu; çünkü ırksal ayrımcılık herkesi eziyordu. 1960’lı yıllardan itibaren, sosyal aidiyet siyahların kariyerlerini ve kuşaklar arası sosyal hareketleri etkilemeye başladı. Bu kesimin içindeki sınıfsal yapının açığa kavuşmasıyla bir yandan en ayrıcalıklı kesimlerden gelen siyahlar ciddi bir sosyal yükseliş yaşadılar bir yandan da en yoksun kesimlerden gelenler artan işsizlik sorunları, yoğunlaşmış fakirlik [nüfusunun 40%’ı yoksulluk sınırının altında yaşayan bölgeler] ve ailelerinin parçalanması sorunlarıyla karşı karşıya geldiler. Sosyal koşullar hakkında yapılan bu analiz, kitabımın çıktığı zamanlarda şiddetli bir tepkiyle karşılandı; ancak bugünlerde yaygın bir biçimde kabul görüyor. Bununla birlikte, Afro-Amerikanlar hâlâ ülkedeki en yüksek yoğunlaşmış fakirlik oranına sahip kesim. Bu böyle olmaya ve orantısız sayıda siyah sosyal hiyerarşinin en altında yer almaya devam ettiği sürece ırk, siyahlar arasında başarı ya da başarısızlığı belirleyen temel bir faktör olarak kalacaktır. Basit bir şekilde ekonomik yetersizlikler, siyahların ucuz işgücü isteyen işlerde ve işsizler arasındaki ortalamanın üzerindeki varlığı; suç, uyuşturucu kullanımı ve aile yapısının parçalanması gibi olgularla ilişkilendirilmeye devam edildiği için. Kişisel bir anektod anlatmama izin verin. Ben Harvard’da profesörüm; ama sürekli olarak siyahi bir adamın insanlar üzerinde yarattığı korkuyu tecrübe ediyorum, örneğin takım elbise giymediğimde, evimin asansöründe karşılaştığım insanların tavırlarında. Bu beni öfkelendiriyor ve bunu olağan bir ırkçılık şekli olarak ifade etmek çok kolay olur. Ancak ben bizzat kendim Chicago’da bir gettonun yakınında bulunan, görece lüks bir mahallesinde yaşıyorum. Ben de köpeğimi gezdirirken siyahi bir adam ya da bir grup siyahi gençle karşılaştığımda geriliyorum.
Yoksulluk ve suç oranı arasındaki ilişki nasıl kurulmakta: Burada bir çeşit “getto kültürü”nün etkisini görmek gerekir mi?
Gettolarda insanların yoksulluğa tepki veriş tarzlarını biçimlendiren ve onun devam etmesine kısmen katkıda bulunan kültürel çerçeveler var. Belli bir ırka ayrılmış mahallelerde yaşamanın,burada yaşayanlar açısından, ait oldukları gruba özgü kültürel özellikler sergileme gibi bir sonucu olmakta (zevkler, alışkanlıklar, dünya görüşleri, davranış şekilleri, belirli eğilimler vb.). Örneğin, bir gayriresmi kurallar -marka kıyafetler, uygun bir görünüş, konuşma tarzı...- bütünü olan ve bireylerin toplum içindeki davranışlarını düzenleyen“sokak kodu”nun etkisini gözlemleriz. Böylece bu mahallelerde yaşayanlar diğerlerinin saygısını elde eder ve şiddetten daha kolay uzak dururlar. Mahallenin içinde bu kod koruyucudur. Ancak bu kod dışarıda entegrasyon için, örneğin bir iş görüşmesi sırasında, bir engeldir; dışlamanın devamına katkıda bulunur. Yani kültür önemli.
Ama yine de şu noktada ısrar ediyorum: kültür, ekonomik ve sosyal faktörler kadar etkili olmaktan uzakta. Her şey bu mahallelerde oturanların koşullarının konjonktüre karşı çok duyarlı olduğunu gösteriyor. 1990’lı yıllardaki büyüme dönemi yoğunlaşmış yoksulluğu oldukça azalttı; 1990’da siyahların yaklaşık üçte biri gettolarda yaşıyordu; 2000’de bu oran %19’dan fazla değil.
Neden, ayrımcılığa dair yasaların feshedilmesinin üzerinden kırk beş seneden fazla geçmiş olsa da Amerikalı siyahların durumu hâlâ sorunlu?
Son zamanlardaki iki süreç, ki güncel ekonomik krizden bahsetmiyorum, siyahları ciddi bir biçimde etkiledi. İlk olarak teknolojik devrim; aralarında siyahların da bulunduğu nitelikli işçilerin lehine gerçekleşti ve niteliksiz işçilerin, özellikle eğitimini yarıda bırakmış gençlerin, işten çıkarılmasına neden oldu. Bu niteliksiz işçilerin, eğitim alanında yapılan ayrımcılığın bir mirası olarak diğerlerine göre çok daha kalabalık olduğu bir topluluk için oldukça önemli bir problem. İkinci fenomen, ekonomik etkinliklerin giderek uluslararasılaşmasıdır ki bu yeterince nitelikli olmayan siyahları sadece alanlarındaki diğer Amerikalı işçilerle değil, tüm dünyada bu alanda çalışan işçilerle bir rekabet içine sokmuştur. Siyahlar özellikle emek yoğun sektörlerin küreselleşmesine karşı hassastırlar: Örneğin tekstil endüstrisinde çalışan işçilerin -Amerikan nüfusunun sadece %13’ünü temsil etmelerine rağmen- %40’ı siyahtır. Afro-Amerikalılar toplumdaki nüfuslarına göre çok orantısız bir biçimdekırılgan ekonomikpozisyonları işgal ettiği sürece ırkçılık sonrası bir toplumdan bahsetmek anlamsız olacaktır. Birçok siyah modern ekonominin dönüşümlerine adapte olamamış, uyuşturucu ve suça yönelmiştir.
1970’li yıllardan itibaren şiddetin artışını böyle açıklayabilir miyiz? Neden genç siyahi erkekler arasındaki birbirini öldürme oranı genç beyazlarınkinden dokuz kat fazla?
Geçen Eylül ayında, Harvard’da benim kitabım etrafında düzenlenen bir tartışma sırasında sosyolog Orlando Patterson benim, gettolardaki genç siyahi erkekler arasındaki cinayetlerin sıklığı sorununu yeterince incelemediğimin altını çizdi. Ve haklıydı. Ancak bu soruna dair yapılmış çok az ciddi araştırma bulunmakta. Afrika’nın güneyindeki siyah gençlerin işlediği cinayet oranının Amerika gettolarındaki siyahlarınkine eşit olması ya da onu geçmesi ırk faktörünün baskın bir rol oynadığının düşünülmesine teşvik ediyor: Bu şekilde maruz kaldıkları kronik ırksal ve ekonomik hiyerarşiye cevap verdikleri düşünülüyor. Emek piyasasının dönüşümünün yarattığı problemler ve istihdam konusunda varolan ırksal ayrımcılığın dayanıklılığı karşısında gençlerin büyük bir kısmının, özellikle gettoların harap okullarından yolu geçmiş olanların az maaşlı küçük bir işten başka bir umudu olmuyor. Sonuç olarak eğitim görmek ve iş sahibi olmak arasındaki ilişkiye dair negatif bir vizyon geliştiriyorlar. Liseyi diplomalı ya da diplomasız olarak bitirmek çok fazla bir şey değiştirmediği için birçok çocuk çalışkan öğrencileri sersem olarak görmeye başlıyor. Sınıflarda çalışkan ve gayretli, öğrenmeye çalışan çocukların gülünç duruma düşürüldüğü bir karşı kültürün geliştiğini görüyoruz. Halbuki, 2005’te gerçekleştirilen bir çalışma okulda başarısız olmuş her üç gençten sadece birinin, geçici işler de dahil olmak üzere, iş bulabildiğini gösteriyor. Uyuşturucu ticareti ve suç işlemek bu gençlerin bir çoğu için hayatlarını kazanmak için rasyonel yollar.
Neden siyahi bir orta sınıfın ortaya çıkışı diğer etnik topluluklarda gördüğümüz gibi siyahların tamamını yukarıya doğru çekmeyi başaramadı?
Bu mahallelerin maruz kaldığı kitlesel nüfus azalımından dolayı. 1970’li yıllara kadar Afro-Amerikan ailelerin beyazların yaşadığı bölgelere yerleşmesi aşılması imkansız engellerle karşılaşıyordu. O zamandan beri ayrımcılık tamamen yok olmamış olsa da konutlara ulaşım eşitliğine dair yasalar durumu değiştirdi. Ve siyahi orta sınıf kitlesel bir biçimde şehir merkezlerindeki yoğunlaşmış fakirlik bölgelerini şehrin çevresindeki daha hoş banliyölere yerleşmek için terk etti. Aynı zamanda ulaşım ağlarının iyileşmesi sorunsuz bir şekilde şehirden uzaklaşılmasına imkan sağladı. Sanayi kuruluşları maliyetlerde önemli indirimler elde ederek bu emek hareketini izlediler.Bu iş göçü şehir merkezlerine yerleşme teşviğini karşılıklı olarak azalttı.
Ve tam bir kısır döngü başladı. Nüfusunu esas olarak yoksulların oluşturduğu bu mahalleler vergi gelirlerinin kötüleştiğini gördüler: 1980’li yıllarda temel şehircilik hizmetlerine verilen federal desteğin çökmesi işin geri kalanını halletti-1977’de %17.5 olan belediye bütçelerine yapılan federal katkının 2000 yılında %5.4’e düştüğünü hatırlayalım. Belediyeler çöplerin toplanması, sokakların temizliği ve güvenlik gibi en temel hizmetleri finanse edecek gelir bulmakta büyük zorluklar yaşadılar. Bazı belediyeler iflastan çekindikleri için bu hizmetleri açık ve net bir biçimde yok saydılar. (Bu finansal kriz 1980’li yılların üç büyük problemini yönetmek için sayısız şehri açıkça kötü bir duruma soktu): Uyuşturucu trafiğinin yaygınlaşması ve onunla ilişkili olarak suç oranının artması, AIDS salgını, evsizlerin sayısındaki patlama-bireysel ya da bütün bir aile olarak-. Bu sorunlar kentsel bölgelerin tehlikeli yerler gibi algılanmasını pekiştirdiği halde vergiler açısından boğazı sıkılan şehirler durumun kötüleşmesini aciz bir şekilde izlemekten başka bir şey yapamadılar. Bu nüfus azalımı siyahların yaşadığı mahallelerde daha önceleri var olan farklı sosyal sınıflar arasındaki komşuluk dayanışması bağlarını kırdı.
Bu kısır döngüyü kırmak hâlâ mümkün mü?
Kitabımın yayınlanışından beri, Harlem’in kalbinde yaşayan on bin çocuğa eğitici, sosyal ve tıbbi servisler sunmak için kurulan Harlem Children’s Zone organizasyonunun yarattığı sonuçlara dair bir rapor basıldı. Bu organizasyon, deneysel iki okulu bir sözleşme altında bir araya getiren tam bir laboratuvar; doğumlarından eğitimlerinin sonuna kadar çocuklara ihtiyaçları olan bütün hizmetleri(okul dışı aktiviteler, okula yardım, tıbbi hizmetler vb.) sunuyor. Bu iki okul inanılmaz sonuçlar elde etti. En yoksun bölgelerden, esas olarak öksüz ya da yetim fakir ailelerden gelen bu çocuklar bilişsel testlerde New York’un devlet okullarından gelen çocuklardan bile daha iyi sonuçlar elde ettiler, özellikle matematikte. Anaokulundan itibaren projeye dahil olan ilkokul üçüncü sınıf çocuklarının %97 ila %100’ü (okula göre) 2008’de ulusal ortalamaya, kalbürüstü beyaz banliyölerden çocuklarla eşit skorlar yaparak, erişti ya da onları geçti. Bu deneyim gösteriyor ki bu programdan yararlanan gençler şiddete yönelmiyor. Bu günlerde Obama hükümeti, bu deneyimden ilham alarak “vaad edilmiş mahalleler” şeklinde adlandırdığı bir proje üzerinde çalışıyor. Ancak bu henüz sadece yirmi şehri kapsayan pilot bir program.
William Julius Wilson Harvard Üniversitesinde sosyoloji profesörüdür.
Books, Ocak-Şubat 2010.