Marx, 18 Brumaire’de şöyle der: “Olayın, kendisi, ona, duru gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor”. Bu cümleyi takip ederek, bu yazı, 12 Mayıs gecesi yaşanan olayların öncesindeki dinamikleri kısaca betimleyecektir. Tüm yönleriyle bile olmazsa da, bu olaya sebep olan, birkaç yıldır yükselen tansiyonu ifadelendiremezsek, Şerzan Kurt’un ölümü “basit” bir kriminal vaka olarak kayıtlarda kalacaktır. Asıl olansa, belleklere işleyiş parçacıklarını kazıyabilmektir.
Muğla ilinde yaşanan son olayların vahametini ve kahrediciliğini bir yana koyarsak, olayların perde arkasına baktığımızda, sosyolojik ve ekonomik, özellikle kendini kültürel çatışma pratiklerinde gösteren “öfke” halinin son birkaç yıldır süre giden mekânsal-sınırlılıklar, ekonomik rant paylaşımı, makro siyasetin mikro yansımaları sebebiyle “kavgalar” biçiminde cisimleştiğini görebiliriz. Bu öğrenci olayları, kuvvetle ihtimal korkulan etnik çatışma formatından çıkarılmak için ya kız kavgası olarak basit bir gençlik dönemi vukuatına ya da sağ-sol öğrenci olayları şeklinde değerlendirilerek, pejoratif anlamı ile ideoloji kisvesi altında kamuoyuna sunulmaktadır. Böylelikle yaşanan acılar silikleştirilecek, olayların failleri ya kışkırtılmış bireyler/gruplar ya da provokatörler etiketi aracılığıyla dışsal güçlere havale edilerek meselenin içeride çözülmesi sağlanmaya çalışılacaktır. Bu uzun zamandır yaşanan tüm bireysel veya grupsal katliamlar, cinayetler için öngörülen, sıkça başvurulan “anaakım” bir yöntemdir.
Ne var ki, Türkiye’deki devlet ve devletin parçalarına dair mevcut algılayışın değişmeye başlaması, sermaye birikim modelinde yaşanan dönüşüm ve bunun devlet/devlet kurumları-yurttaş ilişkilerine yansıyışı, siyasetin işleyişinde kendisini gösteren kutuplaşma, yine siyasetin balans ayarını korumak için yapılan “açılımlar” bir arada düşünüldüğünde, Muğla’da yaşanan, polis kurşunu ile Şerzan Kurt’un ölümü ile sonuçlanan olaylar, il-içi, sistem-içi olmayı çoktan geride bırakmıştır. Popüler siyasetin, ideal olan yerine epey bir uzunca zamandır pragmatik olanı yeğlemesi sonucunda neden olduğu manipülasyonlar ve bunların kitlelerin alılmayışında doğurduğu sakatlıklar, Muğla merkez ilçesinde 2004 yılından itibaren kendini açıkça göstermektedir.
Muğla, hizmet sektörünün diğer sektörlere nazaran revaçta olduğu bir ildir. Spesifik olarak turizmin pek çok kişinin temel geçim kaynağı olma özelliği, coğrafik şartlar da göz önünde tutulduğunda, merkez ilçe ve çevre ilçeler arasında asimetrik bir gelişmeye neden olmuştur. İlin, hem bölgenin hem de Türkiye’nin önemli göç alan ve ülke-içi, ülke-dışı hareketliliğin (ara) duraklarından biri olması, yerleşikler ile yerleşmeye gelenler arasında, etnik, mezhepsel, sınıfsal ihtilaflara neden olabilmektedir. Muğla merkez ilçesi ise uzunca bir zamandır asimetrik gelişmenin dezavantajlarını avantajlara çevirme yollarını aramıştır. Gerçekte bakıldığında, yerleşen kişiler için küçük bir kapalı-sistem oluşturulmuş, alışveriş döngüsü, müşteri-müvekkil, komşuluk ilişkileri bu kapalı-sistem içerisinde düşük bir ekonomik çıktı ile işlemiştir.
Üniversitenin açılışıyla birlikte bölgenin sosyo-kültürel yapısı da değişmeye başlamış, öğrenci-ekonomisi diyebileceğimiz, emlak sistemi, yemek sektörü, eğlence anlayışı ve buna uygun mağazalar, alışveriş merkezleri açılmaya başlamıştır. Yerleşik halk ve çevre ilçe halklar Muğla merkeze doğru bir kayma göstererek, esnaflaşma sürecine gitmeye başlamışlardır. Tüm gelişmeler, olumlu yöne doğru eğilen bir ibreyi bize gösterse de, 2000’li yılların başından itibaren üniversitenin gelişimi ile merkez ilçenin gelişiminde de asimetrik ilişkiler açığa çıkmaya başlamış, mekânsal olarak ilçe, öğrencileri absorbe edememeye başlamış, ekonomik ihtiyaçların yanında, barınma başta olmak üzere, farklı illerden gelen öğrencilerin beraberinde getirdiği kültürel ihtiyaçlarını da gidermek konusunda sıkıntılar yaşanmıştır.
Üniversite seçme sürecinde Kürt gençlerinin de ilk tercihleri arasında yer alan Muğla Üniversitesi, istemese bile makro siyasetin etkilerinin öğrenciler aracılığı ile sahnelendiği bir yer olmaya başlamıştır. Statik diyebileceğimiz ekonomik gelişme ve buna paralel sosyo-kültürel gelişmeler, üniversitenin açılması sonrası dinamik bir hal alınca “katı olan şeyler buharlaşmaya” başlamıştır. 2000’lerin ilk on yıllık dilimine gelirken etnik-kültürel çatışma dinamikleri, yavaş yavaş sağ-sol/sosyalist fraksiyonlar arası çatışmanın önüne geçmeye başlamıştır. Merkezi siyasetin ve zor aygıtlarının tahakkümlerini arttırması, üniversitenin idari birimlerinin bu süreçleri hızlandırıcı etkisi, genel olarak ülkede gözlenen sosyalist sol siyasetin nicelik olarak zayıflaması ve örgütlenme konularında yaşadığı sorunlar ile de birleşince, merkez ilçe sınırları içerisinde, sağlıklı ve kalıcı ideolojik kurumsallaşmalara gidilememiştir.
Kimilerinin post-politika adıyla nitelediği, siyasetin minvalinin mekanikleştiği ve “ruhunun” nakdileşmesi süreci, doğru olmakla birlikte tam adını koyacak olursak, hâkim olmaya çalışan bu yeni tip siyasetsizlik siyaseti, sınıfsal pratikler yerine kimlikler üzerinden çözümsüzlüğü körükleyici biçimde, Muğla ilinde iki biçimde kendini göstermektedir. İlki, Kürt öğrencilerin, “Kürt” olmasından ötürü gündelik yaşamda karışlaştıkları “hijyenik” olmayan şahıslar muamelesi; ikincisi, üzerlerinden çıkartılmak istenmeyen imgesel deformasyonlar(“bölücü”, “PKK’lı”, vb.). Hal böyle olunca Kürt etnisitesinden olan öğrenciler, etki-tepki ilişkisi içinde kapalı bir yapı oluşturmaya başlamışlardır. Topluluklar biçiminde, beslenme, barınma veya eğlenme gibi kendi ilişki şebekelerini oluşturma yoluna gitmeyi tercih etmişlerdir. Büyük ölçüde esnaflaşarak oluşturabilecekleri bu şebekelerin kuruluş süreçleri, öncülleri olan bölge esnafları ile aralarındaki rant çatışmasının dolaylı olarak gelişmesine neden olmuştur. Semboller üzerinden kendini ifşa eden bu çatışma hali, Türk ve Kürt saflaşmalarını, bayrak asma, kullanılan yerel motifler, kıyafet modelleri, saç-sakal kesim stilleri, eğlence ve müzikal tercihler olarak ortaya koymaktadır.
Sınırlı mekân faktörü, gerçekleşen ekonomik ve kültürel uzlaşmazlıkların sürükleyicisi ve sürekliliğini sağlayan asal neden olmaktadır. Bu bağlamda karşıt görüşlü öğrenciler olarak kamuoyuna lanse edilen bu kavgaların failleri arasında da asimetrik ilişkiler bulunmaktadır. Kürt Hareketinin makro siyasete yansıyışının kitler üzerindeki etkileri, ister istemez tarafsız olan yerleşikleri bile bir nevi “taşeron” kılabilmektedir. Kolluk kuvvetlerinin uzunca zamandır Kürt öğrenciler ve diğer sosyalist/sol fraksiyon mensubu öğrenciler üzerinde üniversite idari yönetimi ile ortaklaşa yürüttüğü cezalandırma ve disiplin icraatları, çok yönlü işleyen bu asimetrik ilişkilerin başka bir ayağıdır. İdeolojik bağlamları içerisinde bürokratik mekanizmalarda veya kolluk birimlerinde çalışan görevlilerin sürekli olarak Kürt imgesi postulatı ile hareket etmeleri, halkın Kürt öğrencilere karşı siyasi ve sosyal kutuplaşmasını hızlandırmaktadır.
Bu kutuplaşma süreci, farklı bağlamlarda, kesin olarak ispatlanamayacak ancak ilişki modellerinin ve girdikleri idari süreçlerde kayrılmaları üzerinden yapılacak bir okuma sayesinde ortaya serilebilecek, sağ görüşlü öğrenciler arasında da etkili olmaktadır. Asimetri yerine, daha genel mahiyette, devlet kurumları ile simetrik işleyişten istifade eden, (Şerzan Kurt’un ölümü ile sonuçlanan olaylarda da görüleceği üzere), “reis”ler, ideolojik etkileşimlerden daha ziyade somut pratik itici güçler ile hareket etmektedir. Unutulmaması gereken başka bir noktaysa, 1980 öncesi ülkücü hareketin DNA’sına kodlanmış “fedai” anlayışının nostaljik bağlamdan koparak, mafyatik ilişkileri pompalayan, aktüelite taşıyan kitle iletişim araçları/programları vasıtasıyla da, kendine ülkücü diyen pek çok genç için milliyetçiliğin abecesi içinde yer almaya devam ettiğidir. Birçok “reis”in Ülkü Ocakları’nın aktif olduğu dönemlerde kazandığı ticari iş bağlantıları, Ocakların kapatılması sonrası da devam ettirmiştir. Ocaklar kurumsal olarak atomize olmuş olsa bile, Muğla’da veya başka illerde olduğu üzere, esnaflar üzerinden ocakların yapamadığı talim-terbiye işlevinin yeniden üretimini gerçekleştirmektedir.
Ne var ki, 1980 sonrası Ülkücü Hareketin çeşitli nedenlerden ötürü yaşadığı dönüşümler sonucu, hem MHP merkezli içsel-stratejiler, hem de küresel politikanın yeniden yapılanmasına uygun biçimde geliştirilen makro-siyasal stratejiler, MHP’nin Türkçülük ve İslamcılık arasındaki salınımı dengelenememesi sonucunda BBP gibi yeni aktörlerin ortaya çıkması, 2005 yılından itibaren her yıl tekrarlanan kavgaları başlatan, kendisine “ülkücü” diyen “reis”lerle ilgili kafalarda sor işaretlerine yol açmaktadır.
İlk olarak, fiilen davanın yürütüleceği ocakların MHP bünyesinde yer almamasına karşın, “reis”lerin kendilerini bu sıfatla veya ocak kültürü ile yaşatmalarının anlamı neye dayanmaktadır?
İkinci olarak, BBP gibi Alperen Ocakları şeklinde örgütlenmelere giden, ocak mantığını taşıyan, Türk-İslam sentezini yorumlayan ve bunu pratiklerine adapte eden, Hrant Dink cinayeti ile milliyetçi/şovenist kanat içerisinde adını duyurmayı başarmış bir siyasi parti dururken, “butlan” olan ülkü ocaklarıyla özdeşleşme çabaları arkasında hangi saikler bulunmaktadır?
Üçüncü olarak, bu bağlamlar üzerinden düşündüğümüzde, neden Alperenler olarak örgütlenme taraftarı değildirler? Acaba MHP'nin parlamentoda yer alması, geniş ekonomik/ticari şebekelere sahip olması, kamuoyu tarafından isminin sıkça kullanılması sayesinde kazanacaklarını düşündüğü statü, nostaljik etkenler de dahil olmak üzere bütün bu ilişkilerin sağladığı -klientalist- ayrıcalıkları kaybetmemek için mi “reisler” hala MHP bünyesindedir?
Son olarak “reis”lerin bazıları için şunu söyleyebilmek mümkündür: Esnaflaşan yahut esnaflar için iş takipçiliği yapan kişiler, müşteri olarak kodladıkları öğrencileri, zorunluluk halinden, sağ-sol, Kürt-Türk gibi kategorileştirmelerden kaçındıkları ve tarafsızmış gibi görünmeye çalışma eğilimlerinin zamanla onları mistifiye ederek apolitikleştirdiğidir. Kürt öğrenciler ise, asimetrik güç ilişkilerinin, sınıfsal ve kimliksel açılardan yaşadıkları sıkıntılar yüzünden sürekli olarak politik olma durumundadır. Bu politik olma hali kamuoyu tarafından, bilinçli araçlar aracılığıyla, demokrasi dediklerinde “ihanet”, örgütlenme dediklerinde ise “terörizm” olarak alımlanmaktadır. Bu durum, 12 Mayıs günü bir gencin hayatını kaybetmesi ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.