Birikim Sitesi Güncel bölümünde yer alan yazıların hemen hepsinde devlet destekli sokak şiddetine haklı olarak dikkat çekiliyor. Sadece çıplaklaştığı yerlerde değil, hiç sorgulanmayan hiç ummadığımız alanlarda da maruz kalıyoruz şiddet atmosferine; şiddet 2005 yılında yayımlanan romanlarda sıklıkla işleniyor.
Edebi alandaki bu tezahürü, şiddetin bireyler üzerinde yaptığı etkiyi sergilemesi açısından önemli. Anlaşılan o ki, bu coğrafyada bir asırdır süren savaşların, zorunlu göçlerin, askeri darbelerin, sıradanlaşan işkencelerin, faili meçhul ya da malum cinayetlerin, sokak ortasındaki mafya hesaplaşmalarının, hayvan katliamlarının ve bütün bunları yapanlardan hesap sorulmamasının birey ve toplum belleğinde yarattığı tahribat nihayet somut bir tarihte ve toplumda, o toplumda var olan maddi üretim tarzının, iktidar ilişkilerinin ve ideolojilerin karmaşık ilişkileri üzerinde yükselen bir kültürün ürünleri olan romanlara da yansıyor.
Aslında tuhaf olan, şiddetle bu içiçe geçmiş hayatın ya da sıradanlaşmış şiddetin yakın zamana kadar romanlara konu edilmemesi, bilinçaltının bir dizi aşk romanı ve tarihsel serüvenle bastırılmasıydı. Hakkaniyetli olalım ve ekleyelim; bastırma işlemi sadece yakın dönemle sınırlı değil. Son iki yüzyıldır bu coğrafyada yaşanan travmatik vakalar “yüksek edebiyat“ın ilgi alanına girmemiş, toplumun çoğunluğuna nüfuz eden ilkel, maçist, şoven, milliyetçi duygular romanın dışında bırakılmış, en azından maskelenmiştir. Oysa edebiyata değerler ekseninden yaklaşan okuyucuların varlığından bile haberdar olmadıkları, ama hitap ettiği okuyucuyla arasında duygusal ve düşünsel mesafeyi neredeyse sıfırlayan “öteki” edebiyat, söz konusu arkaik zihniyeti dile getirmekte her zaman fütürsuzdur. Geçmişte öyleydi, şimdi de öyle. Ermeni, Misyoner, Yahudi, Yunan, Kürt gibi kelimelerin sadece telaffuzunun bile birilerinin tahrik olup sokağa dökülmesini “meşru”laştırdığı günümüzde, kahvenin, sokağın, ülkü ocaklarının, derin devletin ve populist siyasetin nabzını tutan -özellikle komplo teorileri üzerine kurulu macera, savaş ve polisiye türlerindeki- romanlar giderek daha fazla üretiliyorlar. “Vietnam Sendromu” “Anadolu Sendromu”na dönüşürken, tıpkı o sendromla baş etmek için üretilen Vietnam filmlerine benzer hikayeler kaplıyor edebiyatı.
2005 yılında okuduğumuz romanlarda şiddetin sadece popüler türlerle sınırlı kalmayışı barındırdığı olumlu ve olumsuz potansiyelle, üzerinde durulması gereken bir farklılık. Bu farklılığın, yani şiddetin yayılmasının erkek hikayelerindeki artışla örtüşmesi romanlarla toplumsal bellek ve bilinçaltı arasındaki tuhaf ama organik ilişkiyi bir kez daha açığa çıkarıyor.
İçinde mafya ile teşkilat arasındaki çatışmanın işlendiği ve her geçen gün artış kaydeden polisiyelerin şiddet konusunda ilk sırayı almasını yadırgamıyoruz elbette. Ama tarihi, siyasi ve toplumsal meseleler üzerine kurgulananlarda da, farklı yoğunlukluklarda da olsa şiddetin varlığı, ortaya çıkmak için fırsat kolladığı, roman kişilerinin kaderlerine etkide bulunduğı apaçık. Görünmese de şiddeti ve ürpertiyi hissedebiliyoruz. Üstelik ortaya çıkmasını kimi zaman devletin şiddeti tetiklese de, çoğu zaman fitilin ateşleyicisi basit, gündelik olaylar.
“Şiddet, bazen adaletin ve yasaların temeli olur” şiarını benimseyen pek çok roman kahramanını silaha sarılıp hesap sormaya iten öfke Türkiye’nin 60’lardan başlayıp günümüze kadar uzanan siyasal, toplumsal, ekonomik tarihiyle, o tarihin yarattığı sorunlarla sıkı sıkıya ilişkili elbette. Edebi beğeniyi, siyasi ve ideolojik yargıları bir tarafa bırakırsak, bütün bu romanların birey psikolojisine travmatik etkilerde bulunan yaşantıyı gösterebilmeleri nedeniyle önemli olduklarını söyleyebiliriz. Yazarlar da aynı travmatik ruh halindeler; onlar sadece ilişkiyi gösteren özneler değil, bizzat o ilişkinin taşıyıcıları!..
2005’te ortaya çıkan eğilimin sosyolojik önemini vurgularken bir ayrım yapmak zorundayız. Kendisini köşeye sıkıştırılmış hisseden insanların isyanları, adaletle bireysel şiddeti ilişkilendirişleri, böylelikle mazlumdan yargıça, yargıçtan cellata nasıl dönüştükleri anlatılırken şiddete bahane aranması, şiddet eylemlerine felsefi ya da siyasi meşruiyet sağlanması, en kötüsü de parçalanmış bedenlerin, katledilen insanların “pornografik“ tasvirlerinin yapılması -kollektif bilinçaltında mevcudiyetini her daim koruyup pek çok kereler olduğu gibi günümüzde de bilinç katına taşınan- şiddete ve çıkarları şiddetle örtüşen şer ittifakına koltuk çıkmaktır. Romanların pek çoğunda bu ittifakın içinde yer alma arzusu gizlenmiyor zaten. Kimi romanda ise desteklemek amacı güdülmemekle birlikte, toplumsal hayatın doğal bir parçası olarak, eleştiri süzgecinden geçirilmeksizin, biraz da hikayenin gerilimini arttırmak için başvurulan bir anlatım öğesine dönüşüyor. Ancak hayattan edebiyata bu dolaysız geçişin, yani “mimesis“in bu en kaba halinin sadece ideolojik değil edebi anlamda da sorunlu olduğunu vurgulamak gerekir.
Şiddeti şiddet güzellemesine ve estetiğine teslim olmadan sergiliyen romanlar da var elbette, ama gerek nicelik gerekse de nitelik açısından akışı tersine çevirecek güçte değiller. Aslında aynı tespiti edebi alana müdahale etmesi gereken eleştiri müessesesi için de yapmak gerekirdi. Ne var ki, o müessese “iş değişikliği” nedeniyle çoktan tasviye edildi. Onun yerini alan kitap tanıtımlarıysa ideolojik çözümlemeden özellikle kaçınmalarıyla, ele aldıkları kitapları sattırma gayretleriyle, üstelik birer eleştiri yazısı muamelesi görmeleriyle, mevcut durumun teşhiri önünde ciddi bir engel teşkil ediyorlar.
Neredeyse ortak ve bağımsız bir tema haline gelen şiddet öğesinin romanlara bir eleştiri süzgecinden geçmeden dolaysızca, doğallaştırılarak, kimi zaman yüceltilerek yansıması korkarım ki sokaktaki şiddetten daha kalıcı izler bırakacaktır. Barındırdıkları ideolojileri çok daha masumane biçimlerde sundukları halde çok daha derinlere nüfuz edebilen edebiyat ve sanat ürünlerini de, onların eleştirisini de bugün eskiden olduğundan daha fazla ciddiye almak zorundayız.